7 saat önce
İnfazından birkaç saat önce, hücresinde yalnızken…
Ona son dileği soruldu.
Bir kalem ve bir kâğıt istedi.
Sessizce birkaç dakika yazdı, sonra mektubu gardiyanlara teslim etti:
Annesine yazılmıştı.
Mektupta şunlar yazıyordu:
“Anne,
Eğer bu dünyada biraz daha adalet olsaydı,
bugün infaz edilecek olan sadece ben olmazdım… sen de olurdun.
Çünkü bu mahvolmuş hayatın sorumluluğu yalnızca bana ait değil.
Sen de en az benim kadar suçlusun.
Hatırlıyor musun, anne,
başka bir çocuğun bisikletini çaldığım günü?
Beni azarlamadın.
Aksine, onu saklamama yardım ettin.
Ya komşuların cüzdanından para aldığım günü?
Birlikte alışverişe gittik…
Ve sen tek kelime etmedin. Bunun yanlış olduğunu fısıldamadın bile.
Öğretmenim, saygısızlığım ve sürekli devamsızlığım yüzünden beni okuldan gönderdiğinde,
durumu anlamaya çalışmadın.
Okula gidip öğretmeni azarladın…
Beni sorgulamadın bile.
Oysa gerçekten suçlu olan bendim.
Geç saatlerde eve döndüğüm o geceleri hatırlıyor musun?
Okulu kırdığım günleri?
Bana nedenini hiç sormadın.
Hiçbir zaman anlamaya ya da beni doğru yola sevk etmeye çalışmadın.
Ben bir çocuktum, anne. Sonra bir genç…
Ve şimdi, paramparça olmuş bir adamım.
Babam öldükten sonra,
sert ama sevgi dolu bir ele,
beni yukarı taşıyacak bir bakışa ihtiyacım vardı.
Ama senin kör sevgine… değil.
Ben senin sevgili oğlundum, biliyorum.
Ama senin o sonsuz sevgin beni kör etti.
Her şeyin bana mübah olduğunu sandım.
Sen hep yanımdaydın, evet…
Ama her hatamda.
Hiçbir zaman doğruyu göstermek için orada olmadın.
Seni affediyorum, anne.
Ama senden bir şey rica ediyorum:
Bu mesajı tüm anne babalara ulaştır.
Çünkü onların ellerinde,
ya onurlu bir insan yetiştirme ya da bir suçlu yaratma sorumluluğu var.
Bana hayat verdiğin için teşekkür ederim.
Ama…
Onu kaybetmeme yardım ettiğin için de teşekkür ederim.
Senin oğlun… suçlu.”
#çocukgelişim #anne #aile #aileeğitimi #psikoloji
Ona son dileği soruldu.
Bir kalem ve bir kâğıt istedi.
Sessizce birkaç dakika yazdı, sonra mektubu gardiyanlara teslim etti:
Annesine yazılmıştı.
Mektupta şunlar yazıyordu:
“Anne,
Eğer bu dünyada biraz daha adalet olsaydı,
bugün infaz edilecek olan sadece ben olmazdım… sen de olurdun.
Çünkü bu mahvolmuş hayatın sorumluluğu yalnızca bana ait değil.
Sen de en az benim kadar suçlusun.
Hatırlıyor musun, anne,
başka bir çocuğun bisikletini çaldığım günü?
Beni azarlamadın.
Aksine, onu saklamama yardım ettin.
Ya komşuların cüzdanından para aldığım günü?
Birlikte alışverişe gittik…
Ve sen tek kelime etmedin. Bunun yanlış olduğunu fısıldamadın bile.
Öğretmenim, saygısızlığım ve sürekli devamsızlığım yüzünden beni okuldan gönderdiğinde,
durumu anlamaya çalışmadın.
Okula gidip öğretmeni azarladın…
Beni sorgulamadın bile.
Oysa gerçekten suçlu olan bendim.
Geç saatlerde eve döndüğüm o geceleri hatırlıyor musun?
Okulu kırdığım günleri?
Bana nedenini hiç sormadın.
Hiçbir zaman anlamaya ya da beni doğru yola sevk etmeye çalışmadın.
Ben bir çocuktum, anne. Sonra bir genç…
Ve şimdi, paramparça olmuş bir adamım.
Babam öldükten sonra,
sert ama sevgi dolu bir ele,
beni yukarı taşıyacak bir bakışa ihtiyacım vardı.
Ama senin kör sevgine… değil.
Ben senin sevgili oğlundum, biliyorum.
Ama senin o sonsuz sevgin beni kör etti.
Her şeyin bana mübah olduğunu sandım.
Sen hep yanımdaydın, evet…
Ama her hatamda.
Hiçbir zaman doğruyu göstermek için orada olmadın.
Seni affediyorum, anne.
Ama senden bir şey rica ediyorum:
Bu mesajı tüm anne babalara ulaştır.
Çünkü onların ellerinde,
ya onurlu bir insan yetiştirme ya da bir suçlu yaratma sorumluluğu var.
Bana hayat verdiğin için teşekkür ederim.
Ama…
Onu kaybetmeme yardım ettiğin için de teşekkür ederim.
Senin oğlun… suçlu.”
#çocukgelişim #anne #aile #aileeğitimi #psikoloji
18 saat önce
(E)
DÜNYAYI DEĞİŞTİREN BİR İNSAN ÖLÜYOR,AMA OTOPSİSİ YAPILMIYOR‼️
ABD’nin kara kutusu kabul edilen David Rockefeller, ölmeden önce çok önemli itiraflarda bulunmuştu. “Atatürk yüzünden planlarımızı yarım yüz yıl ertelemek zorunda kaldık” demişti. Bu adam önemli bir Yahudi’dir. ABD için, söyledikleri “kanun” hükmündedir. Atatürk’ün ölümünden çok değil, iki ve üç yıl sonra, ABD ile yapılan anlaşmalar, bugün halen konuşulmuş değil.İsrail’in Atatürk’ün ölümünden sonra kurulması ve Türkiye’nin ilk tanıyan ülkelerden olması, hiç sürpriz değil. Hal böyle iken, insanın aklına şu soru geliyor:ATATÜRK ÖLDÜRÜLMÜŞ OLABİLİR Mİ❓Uzun zamandır kafamı kurcalayan bu soruya cevap aradım ve araştırarak öyle sonuçlar buldum ki, Ata’nın “şehit” edildiğine dair, içimde sonuçlara ulaştım.
Atatürk’e düşman olmayı dindarlık sanan zavallılar, bazı gerçekleri bilseler, eğer gerçek Müslüman iseler, utancından ölürler.Dünyayı değiştiren bir insan ölüyor, ama otopsisi yapılmıyor.Üstelik bu otopsi çok istenmesine rağmen yapılmıyor. Atatürk’ün ölümünden sonra düzenlenen birinci raporda “ölüm sebebi karın içinde sıvı, asit toplanması” olarak gösterilirken, ikinci raporda ise “alkolle ilgili karaciğer iltihabı” neden olarak gösterilmektedir. Ortada hem bir çelişki, hem de büyük bir yalan vardı. Bu yalan raporu, o dönem mecliste etkisi çok olan masonlar çıkarttırıyor. Sakın Masonlar ne alaka, demeyin!Atatürk’ün şahadetinde ve sonrasında, hep bunlar başroldeler.Atatürk,mason localarına karşı büyük bir savaş veriyor.
Yıl 1935. Atatürk, Mahmut Esat Bozkurt’a Masonların taksimat, teşkilat ve ahvalini bildirir bir kitap verir ve der ki;“Bunu güzelce mütalaa et, bir takrirle Halk Partisi Gurup Başkanlığına ver, gurupta bunlara şiddetli bir hücum yap ve grupça kapanmasına delalet et. Senin de bu işte büyük şeref payın olacaktır.”Böylece Bozkurt, Paşa’nın istediğini yaptı, “Masonlara ölüm” naraları altında, mecliste locaları kapatma kararı çıktı. Masonlar, Doktor Mim Kemal’i önlerine katarak Atatürk’ün makamına çıktılar; “Efendim biz zaten maiyet-i devletinizdeyiz, fakat siz meşrik-i azamımız olursanız biz pervane gibi etrafınızda dönüp dolaşırız” dediler.
Atatürk de karşılık olarak;“Peki, bir şey soracağım, bana cevap veriniz de sonra… Siz Avrupa’da hangi locaya bağlısınız ve metbûnuzun ismi nedir?” diye sordu.“Biz Cenova’ya tabiiyiz ve reisimiz de Barca Mison Cenaplarıdır.” dediler. Bunun üzerine Atatürk öfkelenip; “Benim milletim bana kahraman sıfatını verdi, ben sizin gibi, bir çift Yahudi’ye uşak mı olacağım? Bu gece sabaha kadar Türkiye’deki bütün localarınızı kapatmadığınız takdirde yarın teşkil edeceğim divan-ı harbi örfi’ye hepinizi verir ve astırırım! Haydi defolun karşımdan!”diyerek onları kovdu.Mustafa Kemal Atatürk, 10.10.1935 tarihinde Ankara’da Çankaya köşkünde Doktor Mim Kemal Öke”ye hitaben:“Mason cemiyetinin faaliyetini inkılâplarıma muarız gördüğüm için kapatılmasını elzem gördüm. Bu dakikadan itibaren bu cemiyeti ölmüş biliniz. Ve bir daha diriltmeye teşebbüs etmeyiniz.” demişti.
Yüksek dereceli bir mason olan Avram (İbrahim, Abraham) Benaroyas,Türkiye Mason Cemiyeti’nin kapandığını Moskova’da bir toplantı sırasındayken öğrendi ve şöyle dedi:“O sarı lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır!”(-Laiki Foni “Halkın Sesi” gazetesi, Yunanistan,1948.)
Not: Bu konuda daha geniş ayrıntı ve bilgiye ulaşmak isteyenler; “Yusuf Ziya Koca-Atatürk Öldü mü, Öldürüldü mü?”, Dr.Eren Akçiçek Atatürk'ün Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü ve Ogün Deli Agoni
adlı kitapları okuyabilirler.
Atatürk öldükten sonra, İsmet Paşa’nın cumhurbaşkanlığı sırasında, “kanun-u mahsusla localar kapanmadı! Tekrar açmaya hakkımız var!” diyen Masonların müracaatı üzerine, tekrar localar açılıp faaliyete başladılar… “Atatürkçü” bilinen Celal Bayar ise 1952’de, Ahmet Gürkan’ın teklif ettiği ve Masonların localarını kapatmak istediği kanun teklifini ret ederek bu suretle localarını kanunla pekiştirdi. Celal Bayar, kendisi de bir masondu. Ceyhan Mumcu’nun 16.10.2005 tarihinde Mahiye Morgül’e anlatımından bir alıntı yapalım:“Bir deniz tabip albayının Atatürk’ün ölümü hakkında yapmış olduğu bir doktora tezi var. Orada Atatürk’e yanlış tedavi uygulandığı anlatılmaktadır.
Atatürk sanıldığı gibi siroz hastası değildi.Atatürk’e sıtma tedavisi yapılmış, aşırı “Kinin” yüklenmiş ve karaciğeri bu yüzden iflas etmiş, siroza dönüşmüştü. Tedaviyi yapan doktor mason locası üstadı azamlarından Doktor Mim Kemal Öke’dir. Durumu iyice fenalaştıktan sonra Celal Bayar, yurtdışından bir doktor getirtir. Yanlış tedavi yapıldığını, karaciğerin bu yüzden iflas ettiğini rapor eden bu yabancı doktordur. İstirahat için 2 ay kadar kaldığı Savarona’da nemli sıcaktan durumu daha da kötüleşmiştir. Son günlerinde Dolmabahçe Sarayı’na götürülmüştür.”1962 yılında dönemin içişler bakanı Bekarta’nın talebi üzerine bir araştırma yapan Doktor Lebit Yurdoğlu şöyle diyor: “Sn. Hıfzı Oğuz Bekata.
Bu konuyu derinlemesine araştırdığımda sorunun sadece geç teşhis olmadığını teşhisle uyumlu ilaçlar kullanılmadığını tespit ettim.Atatürk’ün ilaçlarının alındığı eczanenin kayıtlarına baktığımda, o dönemlerde sıtma tedavisi için kullanılan Kinin ilacının 43 şişe kullanıldığını gördüm. Bu kadar Kinin kullanıldığında karaciğerinde onarılmaz yaralar açacağını her hekimin bilmesi gerektiği ama bunun sanki bilinçli kullanılmış olduğun izlenimi edindim.Atatürk’ün tedavi amaçlı verildiği diğer ilaç ‘piremidon’dur. İnsanlar üzerinde toksin ‘zehirli’ etkisi olduğu kesinlik kazanmıştır. ‘Civalı diuretik’ olan ‘salyrgan’ isimli ilacın ise 3 Ağustos 1938 tarihinde yapılan konsültasyondan önce kullanımının tehlikeli olacağı bilindiği halde bu ilacın kullanılmasına devam edilmiştir. Eppinger, Bergman, Dr. Fissinger, hekimlik görevlerini bilinçli bir şeklide eksik yaptıkları kanısı bende hâkim olmuştur.”İşin özü, Atatürk, zehirlendiğini anlamıştı artık.
Afet İnan’a yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu; “Afet, vaziyetim şudur; bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış ilerlemiştir. Hükümet benim reyimi almaya lüzum görmeksizin Fissinger’i getirtti. ”İçişler Bakanı Kaya, İnönü’ye yazdığı yazıda şunları söylüyor: “Tahsis ettiğimiz doktorun görevini layıkı ile yaptığı kanısındayım. Her şey yolunda ve mecrasında seyir etmektedir. Sizleri Cumhurreisi olarak görmek arzusu hepimizde hâsıl olmuştur. Hürmetle ellerinizden öperim efendim.”Ata’nın ölümünden sonra, Anadolu’da insanlar ağlamaktan adeta gözleri kör olurken, İsmet Paşa cenazeye katılmıyor. İşbaşına gelir gelmez, mason locaları açılıyor.
Atatürk’ün kovduğu ve “ben hayatta olduğum sürece Türkiye’ye gelemezler” dediği Rotheschild ve Rockefeller aileleri Türkiye’ye çörekleniyorlar. Sonra, İsrail kuruluyor. Atatürk düşmanlarıyla İsrail, ne kadar gurur duysa az!“Atatürk, içkiden öldü!” yalan ve iftirasını yayanlar, bunun hesabını asla veremezler. #10Kasım1938 #MustafaKemalAtatürk
ABD’nin kara kutusu kabul edilen David Rockefeller, ölmeden önce çok önemli itiraflarda bulunmuştu. “Atatürk yüzünden planlarımızı yarım yüz yıl ertelemek zorunda kaldık” demişti. Bu adam önemli bir Yahudi’dir. ABD için, söyledikleri “kanun” hükmündedir. Atatürk’ün ölümünden çok değil, iki ve üç yıl sonra, ABD ile yapılan anlaşmalar, bugün halen konuşulmuş değil.İsrail’in Atatürk’ün ölümünden sonra kurulması ve Türkiye’nin ilk tanıyan ülkelerden olması, hiç sürpriz değil. Hal böyle iken, insanın aklına şu soru geliyor:ATATÜRK ÖLDÜRÜLMÜŞ OLABİLİR Mİ❓Uzun zamandır kafamı kurcalayan bu soruya cevap aradım ve araştırarak öyle sonuçlar buldum ki, Ata’nın “şehit” edildiğine dair, içimde sonuçlara ulaştım.
Atatürk’e düşman olmayı dindarlık sanan zavallılar, bazı gerçekleri bilseler, eğer gerçek Müslüman iseler, utancından ölürler.Dünyayı değiştiren bir insan ölüyor, ama otopsisi yapılmıyor.Üstelik bu otopsi çok istenmesine rağmen yapılmıyor. Atatürk’ün ölümünden sonra düzenlenen birinci raporda “ölüm sebebi karın içinde sıvı, asit toplanması” olarak gösterilirken, ikinci raporda ise “alkolle ilgili karaciğer iltihabı” neden olarak gösterilmektedir. Ortada hem bir çelişki, hem de büyük bir yalan vardı. Bu yalan raporu, o dönem mecliste etkisi çok olan masonlar çıkarttırıyor. Sakın Masonlar ne alaka, demeyin!Atatürk’ün şahadetinde ve sonrasında, hep bunlar başroldeler.Atatürk,mason localarına karşı büyük bir savaş veriyor.
Yıl 1935. Atatürk, Mahmut Esat Bozkurt’a Masonların taksimat, teşkilat ve ahvalini bildirir bir kitap verir ve der ki;“Bunu güzelce mütalaa et, bir takrirle Halk Partisi Gurup Başkanlığına ver, gurupta bunlara şiddetli bir hücum yap ve grupça kapanmasına delalet et. Senin de bu işte büyük şeref payın olacaktır.”Böylece Bozkurt, Paşa’nın istediğini yaptı, “Masonlara ölüm” naraları altında, mecliste locaları kapatma kararı çıktı. Masonlar, Doktor Mim Kemal’i önlerine katarak Atatürk’ün makamına çıktılar; “Efendim biz zaten maiyet-i devletinizdeyiz, fakat siz meşrik-i azamımız olursanız biz pervane gibi etrafınızda dönüp dolaşırız” dediler.
Atatürk de karşılık olarak;“Peki, bir şey soracağım, bana cevap veriniz de sonra… Siz Avrupa’da hangi locaya bağlısınız ve metbûnuzun ismi nedir?” diye sordu.“Biz Cenova’ya tabiiyiz ve reisimiz de Barca Mison Cenaplarıdır.” dediler. Bunun üzerine Atatürk öfkelenip; “Benim milletim bana kahraman sıfatını verdi, ben sizin gibi, bir çift Yahudi’ye uşak mı olacağım? Bu gece sabaha kadar Türkiye’deki bütün localarınızı kapatmadığınız takdirde yarın teşkil edeceğim divan-ı harbi örfi’ye hepinizi verir ve astırırım! Haydi defolun karşımdan!”diyerek onları kovdu.Mustafa Kemal Atatürk, 10.10.1935 tarihinde Ankara’da Çankaya köşkünde Doktor Mim Kemal Öke”ye hitaben:“Mason cemiyetinin faaliyetini inkılâplarıma muarız gördüğüm için kapatılmasını elzem gördüm. Bu dakikadan itibaren bu cemiyeti ölmüş biliniz. Ve bir daha diriltmeye teşebbüs etmeyiniz.” demişti.
Yüksek dereceli bir mason olan Avram (İbrahim, Abraham) Benaroyas,Türkiye Mason Cemiyeti’nin kapandığını Moskova’da bir toplantı sırasındayken öğrendi ve şöyle dedi:“O sarı lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır!”(-Laiki Foni “Halkın Sesi” gazetesi, Yunanistan,1948.)
Not: Bu konuda daha geniş ayrıntı ve bilgiye ulaşmak isteyenler; “Yusuf Ziya Koca-Atatürk Öldü mü, Öldürüldü mü?”, Dr.Eren Akçiçek Atatürk'ün Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü ve Ogün Deli Agoni
adlı kitapları okuyabilirler.
Atatürk öldükten sonra, İsmet Paşa’nın cumhurbaşkanlığı sırasında, “kanun-u mahsusla localar kapanmadı! Tekrar açmaya hakkımız var!” diyen Masonların müracaatı üzerine, tekrar localar açılıp faaliyete başladılar… “Atatürkçü” bilinen Celal Bayar ise 1952’de, Ahmet Gürkan’ın teklif ettiği ve Masonların localarını kapatmak istediği kanun teklifini ret ederek bu suretle localarını kanunla pekiştirdi. Celal Bayar, kendisi de bir masondu. Ceyhan Mumcu’nun 16.10.2005 tarihinde Mahiye Morgül’e anlatımından bir alıntı yapalım:“Bir deniz tabip albayının Atatürk’ün ölümü hakkında yapmış olduğu bir doktora tezi var. Orada Atatürk’e yanlış tedavi uygulandığı anlatılmaktadır.
Atatürk sanıldığı gibi siroz hastası değildi.Atatürk’e sıtma tedavisi yapılmış, aşırı “Kinin” yüklenmiş ve karaciğeri bu yüzden iflas etmiş, siroza dönüşmüştü. Tedaviyi yapan doktor mason locası üstadı azamlarından Doktor Mim Kemal Öke’dir. Durumu iyice fenalaştıktan sonra Celal Bayar, yurtdışından bir doktor getirtir. Yanlış tedavi yapıldığını, karaciğerin bu yüzden iflas ettiğini rapor eden bu yabancı doktordur. İstirahat için 2 ay kadar kaldığı Savarona’da nemli sıcaktan durumu daha da kötüleşmiştir. Son günlerinde Dolmabahçe Sarayı’na götürülmüştür.”1962 yılında dönemin içişler bakanı Bekarta’nın talebi üzerine bir araştırma yapan Doktor Lebit Yurdoğlu şöyle diyor: “Sn. Hıfzı Oğuz Bekata.
Bu konuyu derinlemesine araştırdığımda sorunun sadece geç teşhis olmadığını teşhisle uyumlu ilaçlar kullanılmadığını tespit ettim.Atatürk’ün ilaçlarının alındığı eczanenin kayıtlarına baktığımda, o dönemlerde sıtma tedavisi için kullanılan Kinin ilacının 43 şişe kullanıldığını gördüm. Bu kadar Kinin kullanıldığında karaciğerinde onarılmaz yaralar açacağını her hekimin bilmesi gerektiği ama bunun sanki bilinçli kullanılmış olduğun izlenimi edindim.Atatürk’ün tedavi amaçlı verildiği diğer ilaç ‘piremidon’dur. İnsanlar üzerinde toksin ‘zehirli’ etkisi olduğu kesinlik kazanmıştır. ‘Civalı diuretik’ olan ‘salyrgan’ isimli ilacın ise 3 Ağustos 1938 tarihinde yapılan konsültasyondan önce kullanımının tehlikeli olacağı bilindiği halde bu ilacın kullanılmasına devam edilmiştir. Eppinger, Bergman, Dr. Fissinger, hekimlik görevlerini bilinçli bir şeklide eksik yaptıkları kanısı bende hâkim olmuştur.”İşin özü, Atatürk, zehirlendiğini anlamıştı artık.
Afet İnan’a yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu; “Afet, vaziyetim şudur; bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış ilerlemiştir. Hükümet benim reyimi almaya lüzum görmeksizin Fissinger’i getirtti. ”İçişler Bakanı Kaya, İnönü’ye yazdığı yazıda şunları söylüyor: “Tahsis ettiğimiz doktorun görevini layıkı ile yaptığı kanısındayım. Her şey yolunda ve mecrasında seyir etmektedir. Sizleri Cumhurreisi olarak görmek arzusu hepimizde hâsıl olmuştur. Hürmetle ellerinizden öperim efendim.”Ata’nın ölümünden sonra, Anadolu’da insanlar ağlamaktan adeta gözleri kör olurken, İsmet Paşa cenazeye katılmıyor. İşbaşına gelir gelmez, mason locaları açılıyor.
Atatürk’ün kovduğu ve “ben hayatta olduğum sürece Türkiye’ye gelemezler” dediği Rotheschild ve Rockefeller aileleri Türkiye’ye çörekleniyorlar. Sonra, İsrail kuruluyor. Atatürk düşmanlarıyla İsrail, ne kadar gurur duysa az!“Atatürk, içkiden öldü!” yalan ve iftirasını yayanlar, bunun hesabını asla veremezler. #10Kasım1938 #MustafaKemalAtatürk
2 gün önce
ÖMER TARIK YILMAZ / Aci Ailesinde Çalkantılı İddialar: Oğuz Murat Aci’nin Babasından Çarpıcı Suçlama ve Şükriye Aci’nin Yanıtı https://tarikhaber.com/kos...
4 gün önce
HÜZÜNLÜ BİR AŞK HİKAYESİ;
GAM' ZEDEYİM DEVA BULMAM...
Tüm şarkıların bir hikayesi vardır...
"Gamzede'yim Deva Bulmam" şarkısı da bu tür şarkılardan biridir...
Hemen belirtelim, Gam-zede, üzüntü sebebiyle kötü duruma düşmüş anlamındadır.
Hikayenin kahramanı Kemani Tatyos Efendi'nin kendi cemaatinden çocukluk aşkı bir sevgilisi varmış. Aile o tarihlerde Erivan'a göç ettiğinden evlenememişler.
Aradan uzun seneler geçmiş, Tatyos efendi evlenmiş çocukları olmuş ancak kadın hâlâ evlenmemiş ve bir gün İstanbul'a dönmüş.
Bunu öğrenen Tatyos Efendi, sözlerini yazarak bir eser bestelemiş...
Kısa zaman sonra Beyoğlu'nda bir meyhanede gece nihayete ererken birkaç müşteri ve sandalyeleri toplayıp yerleri süpüren birkaç gocuk'tan başka kimse kalmamışken birlikte oturdukları Vasili ve Ahmet Rasim Bey de tam gitmeye hazırlanırken Tatyos Efendi kemana uzanmış, sanki saatlerdir içen ve çalan o değilmiş gibi kemanı omuzuna yerleştirip, hafifçe başını kemanı omuzuna yaslayarak, dudaklarında acı bir tebessümle o ana kadar duyulmamış o şarkıyı ilk defa söylemiş...
Gamzede 'yim deva bulmam,
Garibim bir yuva kurmam,
Kaderimdir hep geceyen,
İnlerim hiç rahat bulmam.
Elem beni terketmiyor,
Hiç de fasıla vermiyor,
Nihayetsiz bu takibe,
Doğrusu ta'kat yetmiyor.
Ehl-i dilin yoktur kıymeti,
Uğraşma gel Tatyos gayri,
Eserin gök kılıcın yok,
Git talihine küs bari...
Tatyos kemanı omuzundan indirdiğinde hiç kimsenin tek bir kelime edecek hali yoktur...
Vasili hıçkıra hıçkıra ağlıyor, meyhanede kalanlar da göz yaşlarını birbirlerine sezdirmeden silmeye çalışıyorlar...
Birkaç hafta içinde İstanbul'da bu şarkıyı ezberlemeyen ne hânende ne sâzende kalıyor...
Şarkıyı besteledikten bir ay sonra Tatyos Efendi vefat ediyor, naaşı kilisede iken otuz yıl önceki çocukluk aşkı olan kadın Ahmet Rasim'in yanına, üzerinde "Tatyos ile birlikte defnedilecektir.." yazılı bir zarf bırakıyor...
Yarım saat sonra Tatyos'un naaşı ile birlikte toprağa verilecek zarfın içinde şu dizeler yazılıdır;
Gamzede'sin devân benim,
Garip kuşun yuvası benim,
Çektiğimiz yetti gayri,
Kaderimsin inan benim.
Ta kat yetmez eleme,
Bülbül imrenir çileme.
Bizim bu kara sevdamız,
Kalsın öteki aleme.
Elbet kadrini bilirim,
İşte, canımı veririm.
Küsme talihine Tatyos,
Çok durmam ben de gelirim...
Alıntıdır ......
GAM' ZEDEYİM DEVA BULMAM...
Tüm şarkıların bir hikayesi vardır...
"Gamzede'yim Deva Bulmam" şarkısı da bu tür şarkılardan biridir...
Hemen belirtelim, Gam-zede, üzüntü sebebiyle kötü duruma düşmüş anlamındadır.
Hikayenin kahramanı Kemani Tatyos Efendi'nin kendi cemaatinden çocukluk aşkı bir sevgilisi varmış. Aile o tarihlerde Erivan'a göç ettiğinden evlenememişler.
Aradan uzun seneler geçmiş, Tatyos efendi evlenmiş çocukları olmuş ancak kadın hâlâ evlenmemiş ve bir gün İstanbul'a dönmüş.
Bunu öğrenen Tatyos Efendi, sözlerini yazarak bir eser bestelemiş...
Kısa zaman sonra Beyoğlu'nda bir meyhanede gece nihayete ererken birkaç müşteri ve sandalyeleri toplayıp yerleri süpüren birkaç gocuk'tan başka kimse kalmamışken birlikte oturdukları Vasili ve Ahmet Rasim Bey de tam gitmeye hazırlanırken Tatyos Efendi kemana uzanmış, sanki saatlerdir içen ve çalan o değilmiş gibi kemanı omuzuna yerleştirip, hafifçe başını kemanı omuzuna yaslayarak, dudaklarında acı bir tebessümle o ana kadar duyulmamış o şarkıyı ilk defa söylemiş...
Gamzede 'yim deva bulmam,
Garibim bir yuva kurmam,
Kaderimdir hep geceyen,
İnlerim hiç rahat bulmam.
Elem beni terketmiyor,
Hiç de fasıla vermiyor,
Nihayetsiz bu takibe,
Doğrusu ta'kat yetmiyor.
Ehl-i dilin yoktur kıymeti,
Uğraşma gel Tatyos gayri,
Eserin gök kılıcın yok,
Git talihine küs bari...
Tatyos kemanı omuzundan indirdiğinde hiç kimsenin tek bir kelime edecek hali yoktur...
Vasili hıçkıra hıçkıra ağlıyor, meyhanede kalanlar da göz yaşlarını birbirlerine sezdirmeden silmeye çalışıyorlar...
Birkaç hafta içinde İstanbul'da bu şarkıyı ezberlemeyen ne hânende ne sâzende kalıyor...
Şarkıyı besteledikten bir ay sonra Tatyos Efendi vefat ediyor, naaşı kilisede iken otuz yıl önceki çocukluk aşkı olan kadın Ahmet Rasim'in yanına, üzerinde "Tatyos ile birlikte defnedilecektir.." yazılı bir zarf bırakıyor...
Yarım saat sonra Tatyos'un naaşı ile birlikte toprağa verilecek zarfın içinde şu dizeler yazılıdır;
Gamzede'sin devân benim,
Garip kuşun yuvası benim,
Çektiğimiz yetti gayri,
Kaderimsin inan benim.
Ta kat yetmez eleme,
Bülbül imrenir çileme.
Bizim bu kara sevdamız,
Kalsın öteki aleme.
Elbet kadrini bilirim,
İşte, canımı veririm.
Küsme talihine Tatyos,
Çok durmam ben de gelirim...
Alıntıdır ......
4 gün önce
KARADUTUM, ÇATAL KARAM, ÇİNGENEM.
Adı, Mari Gerekmezyan’dı.
Türkiye’nin ilk kadın heykeltraşlarından biriydi.
Ermeni asıllıydı.
Güzel Sanatlar Akademisi’nde misafir öğrenciydi.
Çok başarıydı.
Okulda bir asistana aşık oldu..
Asistan ünlü bir ressam ve şairdi.
Üstelik de evliydi.
Delice sevdiler birbirlerini.
Dillere düştüler.
Sevdiği adamın büstünü yaptı..
Ünlü ressam da onun portrelerini çizdi.
Günlerce aylarca büyük bir aşk yaşadılar.
Birbirlerine seranat yaptılar.
Mari’nin kaşı kara, gözü kara, bahtı da karaydı.
Ailesi ve Ermeni toplumu onu terketti.
İtinayla yalnızlaştırıldı.
Dönemin basını, Ermeni olduğu için Ankara’daki Resim Heykel sergilerinde üst üste aldığı ödüllerde adını bile geçirmedi.
Buna ragmen sevgilisini hiç terketmedi.
Ta ki hastalanana kadar..
1947 yılında tüberküloza yakalandı.
İstanbul Alman Hastanesi’ne yatırıldı.
Durumu ağırdı.
Antibiotik gerekiyordu.
Ama dünya savaşı yeni bitmişti.
Ülkede ilaç yoktu.
Ünlü ressam sevgilisini kurtarmak için tablolarını sattı.
İlaç için her yolu denedi.
Şiirler karaladı.
Ama olmadı.
Mari Gerekmezyan 1947 yılının 12 Ekiminde 37 yaşında hayata gözlerini yumdu.
***
Aradan 2 yıl geçmişti..
1949 yılının bir ilkbahar günüydü.
İstanbul Büyük Kulüp’te bir toplantı vardı.
Her ilde Büyük Kulüpler cumhuriyet burjuvasının eğlence mekanlarıydı.
Sıradan insanlar oraya giremezdi.
İşçi ve köylüler içeriye sokulmazdı.
Başı örtülüler de.
O gece Büyük Kulüp’tekiler özel konuk olan Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan bir şiir okumasını istediler.
Bedri Rahmi ayağa kalktı.
Şiiri okumaya başladı.
Ama gözyaşlarını tutamadı.
Bir yandan mısraları söylüyor, bir yandan sular seller ağlıyordu.
Gözyaşlarına mendil yetmiyordu.
Bedri Rahmi’nin hemen yanında eşi Eren Eyüboğlu oturuyordu.
Ama hiç tepki vermiyordu..
O da herkes gibi bu şiiri ona yazmadığını biliyordu.
Bedri Rahmi’nin “Karadutum, çatal karam, çingenem” diye seslendiği kadın, 2 yıl önce ölen Mari Gerekmezyan’dı.
Mari öldükten sonra Bedri Rahmi’ye dünya haram olmuştu.
Öyle ki.
Yıkılmışlığını dizelere dökmüştü.
“Türküler bitti,
Halaylar durdu,
Horonlar durdu.
Hüzün geldi başköşeye kuruldu,
Yoruldu yüreğim, yoruldu.”
Yorgun yürek “Karadut” 1946´da menenjit tüberküloz kaptı. İyileşebilmesi için antibiyotik lazımdı. Savaş yeni bitmişti ve ilaç ateş pahasıydı. Bedri Rahmi, genç sevgilisine ilaç alabilmek için tablolarını elden çıkarmaya başladı. Ancak bu çabalar da sonuç vermedi ve o yıl İstanbul Alman Hastanesi’nden Mari Gerekmezyan´in ölüm haberi geldi.
Bedri Rahmi yıkılmıştı. Sevgilisini sonsuzluğa uğurladıktan sonra keder içinde eve döndüğünde kendisini teselli eden, yine eşi Eren olacaktı. O dönem içkiye başladı ünlü şair. Ürettiği ve dönemin ünlü olan eseri ise;
” Türküler bitti, halaylar durdu,
Horonlar durdu (…)
Hüzün geldi başköşeye kuruldu
Yoruldu yüreğim yoruldu. ”
Eren Eyüboğlu, eşinin bu zor dönemi atlatmasına yardımcı oldu. Onu yeniden sanatıyla buluşturmak için çabaladı. Başardığını sanıyordu. Ta ki büyük Kulüp’teki o geceye kadar.
“Karadut”u okurken, Bedri Rahmi’nin yanaklarından süzülen gözyaşları, sevda yarasının hâlâ kapanmadığının kanıtıydı. Bunun üzerine Eren, bir süre Paris’te yaşamaya karar verdi. Oradan eşine yazdığı bir mektupta “o geceyi” hatırlattı;
4 Ocak 1950 Paris
Canuşkam;
Kulüpte bir gece, bir şiir okumuştun hani! Hatırladın mı? Gözlerinden birden yaşlar döküldüğünü görünce içimin karardığını hissetmiştim. Sesin nasıl titremişti. Hey! Bütün bunları hatırlıyor musun? Sanki böğrüme kızgın bir ütü yapışmış gibi olmuştum.
O gece…
Senin seneler sonra bile olsa yanıp tutuştuğunu anlamıştım. Bedri’nin ruhuna, insanüstü bir gücün acıyıp ona güç vermesi için dua etmiştim. Ruhun çektiği acıları Allah dindirsin. Allah sana resim yapma sevinci versin ve bizim yanımızda yaşamaktan mutluluk duyabilmeni sağlasın.
Eren
Bu dualar işe yaradı. Bedri Rahmi 11 yaşındaki oğluyla eşine geri döndü.
(Bedri Rahmi ölene kadar "Canım Cebişim" dediği sevgilisi Mari'yi hiç unutmadı)
1974´deki ölümüne kadar geçen çeyrek asrı, aynı evde çalışıp üreterek, diz dize birlikte tükettiler. Öldüğü gün, eşi Eren cenazeden dönüşte artik 35 yaşına gelmiş oğlunu karşısına oturttu.
“Babanı uğurladık” dedi, “Ama şunu bilmeni istiyorum ki, ona çok kırıldım. Yaşadığı ilişkiyi unutmadım. Hiçbir kadın aşağılanmayı kabul etmez. Buna katlandımsa, bil ki sadece senin hayatın kararmasın diyedir.”
Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın, ağulum
Günahımsın, vebâlimsin.
Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum,
Gökte ararken yerde bulduğum,
Karadutum, çatal karam, çingenem,
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın..
Sigara paketlerine resmini çizdiğim,
Körpe fidanlara adını yazdığım,
Karam, karam,
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sıla kokar, arzu tüter
Ilgıt ılgıt, buram buram.
Ben beyzade, kişizade,
Her türlü dertten topyekun azade
Hani şu ekmeği elden suyu gölden.
Durup dururken yorulan,
Kibrit çöpü gibi kırılan,
Yalnız sanat çıkmazlarında başını kaşıyan,
Artık otlar, göstermelik atlar gibi bedava yaşayan,
Sen benim mihnet içinde yanmış kavrulmuşum.
Netmiş, neylemiş, nolmuşum,
Cömert ırmaklar gibi gürül gürül,
Bahtın karışmış bahtıma çok şükür.
Yunmuş, yıkanmış adam olmuşum.
Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sensiz bana canım dünya haram olsun!
#Hayatvefarkındalık
Adı, Mari Gerekmezyan’dı.
Türkiye’nin ilk kadın heykeltraşlarından biriydi.
Ermeni asıllıydı.
Güzel Sanatlar Akademisi’nde misafir öğrenciydi.
Çok başarıydı.
Okulda bir asistana aşık oldu..
Asistan ünlü bir ressam ve şairdi.
Üstelik de evliydi.
Delice sevdiler birbirlerini.
Dillere düştüler.
Sevdiği adamın büstünü yaptı..
Ünlü ressam da onun portrelerini çizdi.
Günlerce aylarca büyük bir aşk yaşadılar.
Birbirlerine seranat yaptılar.
Mari’nin kaşı kara, gözü kara, bahtı da karaydı.
Ailesi ve Ermeni toplumu onu terketti.
İtinayla yalnızlaştırıldı.
Dönemin basını, Ermeni olduğu için Ankara’daki Resim Heykel sergilerinde üst üste aldığı ödüllerde adını bile geçirmedi.
Buna ragmen sevgilisini hiç terketmedi.
Ta ki hastalanana kadar..
1947 yılında tüberküloza yakalandı.
İstanbul Alman Hastanesi’ne yatırıldı.
Durumu ağırdı.
Antibiotik gerekiyordu.
Ama dünya savaşı yeni bitmişti.
Ülkede ilaç yoktu.
Ünlü ressam sevgilisini kurtarmak için tablolarını sattı.
İlaç için her yolu denedi.
Şiirler karaladı.
Ama olmadı.
Mari Gerekmezyan 1947 yılının 12 Ekiminde 37 yaşında hayata gözlerini yumdu.
***
Aradan 2 yıl geçmişti..
1949 yılının bir ilkbahar günüydü.
İstanbul Büyük Kulüp’te bir toplantı vardı.
Her ilde Büyük Kulüpler cumhuriyet burjuvasının eğlence mekanlarıydı.
Sıradan insanlar oraya giremezdi.
İşçi ve köylüler içeriye sokulmazdı.
Başı örtülüler de.
O gece Büyük Kulüp’tekiler özel konuk olan Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan bir şiir okumasını istediler.
Bedri Rahmi ayağa kalktı.
Şiiri okumaya başladı.
Ama gözyaşlarını tutamadı.
Bir yandan mısraları söylüyor, bir yandan sular seller ağlıyordu.
Gözyaşlarına mendil yetmiyordu.
Bedri Rahmi’nin hemen yanında eşi Eren Eyüboğlu oturuyordu.
Ama hiç tepki vermiyordu..
O da herkes gibi bu şiiri ona yazmadığını biliyordu.
Bedri Rahmi’nin “Karadutum, çatal karam, çingenem” diye seslendiği kadın, 2 yıl önce ölen Mari Gerekmezyan’dı.
Mari öldükten sonra Bedri Rahmi’ye dünya haram olmuştu.
Öyle ki.
Yıkılmışlığını dizelere dökmüştü.
“Türküler bitti,
Halaylar durdu,
Horonlar durdu.
Hüzün geldi başköşeye kuruldu,
Yoruldu yüreğim, yoruldu.”
Yorgun yürek “Karadut” 1946´da menenjit tüberküloz kaptı. İyileşebilmesi için antibiyotik lazımdı. Savaş yeni bitmişti ve ilaç ateş pahasıydı. Bedri Rahmi, genç sevgilisine ilaç alabilmek için tablolarını elden çıkarmaya başladı. Ancak bu çabalar da sonuç vermedi ve o yıl İstanbul Alman Hastanesi’nden Mari Gerekmezyan´in ölüm haberi geldi.
Bedri Rahmi yıkılmıştı. Sevgilisini sonsuzluğa uğurladıktan sonra keder içinde eve döndüğünde kendisini teselli eden, yine eşi Eren olacaktı. O dönem içkiye başladı ünlü şair. Ürettiği ve dönemin ünlü olan eseri ise;
” Türküler bitti, halaylar durdu,
Horonlar durdu (…)
Hüzün geldi başköşeye kuruldu
Yoruldu yüreğim yoruldu. ”
Eren Eyüboğlu, eşinin bu zor dönemi atlatmasına yardımcı oldu. Onu yeniden sanatıyla buluşturmak için çabaladı. Başardığını sanıyordu. Ta ki büyük Kulüp’teki o geceye kadar.
“Karadut”u okurken, Bedri Rahmi’nin yanaklarından süzülen gözyaşları, sevda yarasının hâlâ kapanmadığının kanıtıydı. Bunun üzerine Eren, bir süre Paris’te yaşamaya karar verdi. Oradan eşine yazdığı bir mektupta “o geceyi” hatırlattı;
4 Ocak 1950 Paris
Canuşkam;
Kulüpte bir gece, bir şiir okumuştun hani! Hatırladın mı? Gözlerinden birden yaşlar döküldüğünü görünce içimin karardığını hissetmiştim. Sesin nasıl titremişti. Hey! Bütün bunları hatırlıyor musun? Sanki böğrüme kızgın bir ütü yapışmış gibi olmuştum.
O gece…
Senin seneler sonra bile olsa yanıp tutuştuğunu anlamıştım. Bedri’nin ruhuna, insanüstü bir gücün acıyıp ona güç vermesi için dua etmiştim. Ruhun çektiği acıları Allah dindirsin. Allah sana resim yapma sevinci versin ve bizim yanımızda yaşamaktan mutluluk duyabilmeni sağlasın.
Eren
Bu dualar işe yaradı. Bedri Rahmi 11 yaşındaki oğluyla eşine geri döndü.
(Bedri Rahmi ölene kadar "Canım Cebişim" dediği sevgilisi Mari'yi hiç unutmadı)
1974´deki ölümüne kadar geçen çeyrek asrı, aynı evde çalışıp üreterek, diz dize birlikte tükettiler. Öldüğü gün, eşi Eren cenazeden dönüşte artik 35 yaşına gelmiş oğlunu karşısına oturttu.
“Babanı uğurladık” dedi, “Ama şunu bilmeni istiyorum ki, ona çok kırıldım. Yaşadığı ilişkiyi unutmadım. Hiçbir kadın aşağılanmayı kabul etmez. Buna katlandımsa, bil ki sadece senin hayatın kararmasın diyedir.”
Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın, ağulum
Günahımsın, vebâlimsin.
Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum,
Gökte ararken yerde bulduğum,
Karadutum, çatal karam, çingenem,
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın..
Sigara paketlerine resmini çizdiğim,
Körpe fidanlara adını yazdığım,
Karam, karam,
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sıla kokar, arzu tüter
Ilgıt ılgıt, buram buram.
Ben beyzade, kişizade,
Her türlü dertten topyekun azade
Hani şu ekmeği elden suyu gölden.
Durup dururken yorulan,
Kibrit çöpü gibi kırılan,
Yalnız sanat çıkmazlarında başını kaşıyan,
Artık otlar, göstermelik atlar gibi bedava yaşayan,
Sen benim mihnet içinde yanmış kavrulmuşum.
Netmiş, neylemiş, nolmuşum,
Cömert ırmaklar gibi gürül gürül,
Bahtın karışmış bahtıma çok şükür.
Yunmuş, yıkanmış adam olmuşum.
Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sensiz bana canım dünya haram olsun!
#Hayatvefarkındalık
4 gün önce
MANİSA VALİSİ HÜSNÜYADİS
Hüsnü (Hüsnüyadis) Bey 1917-1922 yıllarında Manisa mutasarrıfıdır (Valisidir).
İzmir işgal edildiğinde, Yunanlılara; “İşgal buraya kadar uzanmayacak, İzmir civarında kalacaktır.
Manisa’yı terk etmenize lüzum yoktur" demiştir.
Bir alay Yunan askeri Manisa’ya girer girmez katliama başlamış ve şehirde bulunan cephanelikten 48 bin tüfek, 88 top ve bütün cephaneye el koyduğunda Hüsnü Bey, devletin bütün resmi evrakını da Yunan alayına teslim etmiştir.
Hüsnüyadis’in akıllarda kalan en çarpıcı sözü;
“Yunan işgal ordusu ile egemenliğimizi paylaşabiliriz...” olmuştur.
Türk halkına tam üç yıl, üç ay, on gün kan kusturduktan sonra Manisa’yı yakan işgal ordusu ile birlikte kaçacaktır.”
İşgal güçleri bozguna uğramış, perişan durumdaki Yunan askerleri yakıp yıkarak, katledip, tecavüz ederek geri çekilmektedirler.
Türk ordusu altı günde Turgutlu’ya kadar gelir.
Buradan 5. Kolordu Komutanı Fahrettin Altay Paşa Gördes, Demirci, Akhisar yörelerini katliamlardan kurtararak, düşman ordusunun artıklarını temizleyecektir.
Bu arada Manisa’ya giriş gecikeceğinden Fahrettin Altay Paşa, Süvari Yüzbaşısı Hüsnü Bey’i çağırır ve bir öncü süvari birliği ile Gediz sol sahil hattını izleyerek Akpınar üzerinden Manisa’nın üzerine yürümesini, durumun acil olduğunu, çünkü düşmanın Manisa’da bir katliam yapabileceğini bildirir.
8 Eylül’de küçük bir süvari birliği, Yüzbaşı Hüsnü Bey komutasında Manisa’ya doğru yola çıkar.
Halide Edip’in anlatımıyla bu esnada Manisa ateşler içinde yanmaktadır.
Gerçekten de bu sıralarda Manisa’da büyük yangınlar yaşanmaktadır.
Yunan devriyelerinin sokak başlarını tutarak bütün güçleriyle saldırmalarına rağmen yanan evlerinden çıkan halk, şehrin dışına çıkmaya çalışmaktadır.
Yunan işgal güçleri komutanı General Bagorci, halkın evlerinden çıkmalarını bir emirle yasaklamış, çıkanları “vurun” emri vermiştir.
Yangınlar esnasında vurulanların, hatta yanan evlerin içlerine atılanların sayısı hiç de az değildir.
Bir gün içinde Manisa’da 3500 kişi diri diri yakılarak, 1500’e yakın kişi de vurularak şehid edilir.
Panik içinde dağ ve ovalara kaçanların bir kısmı da Rum çetelerine yakalanıp yok edilir.
Manisa’da yığılmış olan Yunan vandal ordusu, Sipil Dağı’na çıkmış olan Manisa halkını da yok etmek için Doğu’da Alaybey Deresi, Batı’da Çaybaşı Deresi yönünden bir taarruz hareketine başlamışlar, neredeyse Manisalıların tamamının sığınmış olduğu Sipil Dağı’nda kitlesel bir soykırım başlatmışlardır.
Gediz Irmağı’nın karşı sahilinde 5. Kolordu Komutanı Fahreddin Altay Paşa, 1. Süvari Tümen Komutanı Mürsel Paşa, Tugay Komutanı Cemil Bey kuvvetleri Gediz Irmağı’nı aşmaya çalışırlarken, Manisa’nın Doğusundan Akpınar üzerinden ansızın çıkan Yüzbaşı Hüsnü Bey komutasındaki süvari birliği Manisa’nın Doğu mahallesine girer.
Devlet Hastanesi önünden karşı ateşe başlar.
Bunun üzerine işgal kuvvetleri paniğe kapılarak Sipil Dağı’nı kuşatma hareketinden vazgeçerek, Batı’ya, İzmir’e doğru geri çekilmeye başlarlar.
Bu sırada Fahreddin Altay Bey kuvvetleri de Gediz’i aşmış ve Manisa bu katılımla tamamen düşmandan temizlenmiştir.
Bütün bunlar olurken Manisa’nın bir Mutasarrıfı vardır.
O’nun adı Hüsnü Bey’dir.
Hüsnü Bey ve sülalesi daha yirmi yıl önce Türk tabiyetine geçtikleri için Girit’ten kovulmuşlar ve Manisa’ya gelerek yerleşmişlerdir.
Bu işbirlikçi Vali, şimdi kaçan Yunan birlikleriyle birlikte İzmir yollarındadır.
Manisa Mutasarrıfı (Valisi) Hüsnü (Hüsnüyadis) Bey son ana kadar Manisa’yı terk etmemiştir.
Yunan askerlerine sahip çıkmış, onlara panik yapmamalarını öğütlemektedir.
Ayrıca Türk ordusunun Manisa’dan geri döneceğini umut ederek, Yunan ordusunun Manisa’da mevzi alması için işgal güçleri komutanı General Bogorci’ye akıl vermekte;
“Ellerinde çok sayıda Manisalı Türk esir olursa o durumda Türk ordusunun şehre giremeyeceğini...” salık vermektedir.
8 Eylül günü Kuvây-ı Milliye milisleri kenar mahallelere sızmışlar, Mutasarrıf Hüsnü Bey’i elegeçirmeye çalışmışlardır.
Talih adeta tersine dönmüştü.
Üç yıl önce Türkler akın akın Doğu’ya göç ediyordu.
Şimdi ise bu göç tersine işliyordu.
Köylerden, kasabalardan yerli Rum halkı, üzümleri, tütünleri sergilerde bırakarak İzmir’e doğru kaçıyorlardı.
Rum halkı Sabuncubeli üzerinden İzmir’e ulaşmaya çalışıyordu.
Yunan subayları ve seçkinler ise aileleriyle birlikte trenlerle İzmir’e taşınıyordu.
Manisa Mutasarrıfı Hüsnü Bey ise kendi ahfadı için özel bir vagon hazırlatmıştı.
Bu esnada Hüsnü Bey, Yunan askerleriyle birlikte onca katliamın ve yangınların içinde soygunlar yapıyor, iz bırakmamak için hükümet binasını bile yakıyor, topladığı ganimetleri Yunan subaylarıyla birlikte özel vagonuna taşıtıyordu.
Manisa Mutasarrıfı kendi şehrini soymuş, büyük bir servetle trene binmiş, Türk ordusu Manisa’ya girerken küçük bir zaman farkıyla şehri terk ederek Türk ordusunun elinden kaçmıştır.
Trende Akhisar’dan kaçan işgal güçleri artıkları ile yanlarında 15 kişilik bir Akhisarlı Türk rehine grubu da vardır.
Yunan işgal güçleri Akhisar’ı yakmamak için kasabanın ileri gelenlerinden 15 kişiyi rehin istemişler, onlar da gönüllü olarak rehine olmuşlardır.
Manisa Mutasarrıfı Hüsnü Bey yanındaki grupla birlikte 8 Eylül gecesi İzmir’e gelir.
Hüsnü Bey Çeşme’yi iyi bilmektedir.
Grubu alarak Urla üzerinden Çeşme’ye oradan da Sakız Adası’na geçeceklerdir.
Yanlarındaki Akhisarlı rehinelerle birlikte Çeşme’ye gelirler ve oradan Çiftlik Köy’e geçerler.
Buradan Sakız Adası’na geçmek kolay olacaktır.
13 Eylül günü Yunan askerleri Akhisar’dan getirdikleri on beş gönüllü rehineyi öldürmeye başlamışlardır.
Manisa Mutasarrıfı Giritli Hüsnü (Hüsnüyadis) Bey Sakız’dan Pirayus’a, oradan da Elefsis’e geçmiş, çok zengin bir adam olarak Elefsis’e yerleşmiştir.
Manisa İriköy’den yanında getirdiği Rum ailenin kızı Paraskevulo ile evlenmiş, Aya Triyada Kilisesi’nin papazı tarafından vaftiz edilerek Hırıstiyan olmuş ve adını Hüsnüyadis olarak değiştirmiştir.
Giritli Hüsnüyadis (1864-1937) milli mücadelede tescilli bir vatan haini, yunan işbirlikçisi olarak pek çok masum Türkün ölümünden baş sorumlusudur.
Yunanistana kaçmış hiristiyan olmuş1937 yılında öldüğünde hiristiyan mezarlığına gömülmüştür.
Oğlu Vasili'nin anlatımları
"Babası için, Ne Müslüman ne Hiristiyan ne Türk, ne Yunan böyle baba mı olur..." diyerek babası hakkında düşüncelerini bir yazara açıklamıştır.
1930 da gerici menemen isyanında Kubilayı şehid eden gericilerin lideri Giritli Derviş Mehmet, Hüsnüyadisin yakın akrabasıdır.
Bu kalkışmaya Yunanistan destek vermiş işbirliği yapmıştır. Mezarının başında, Haçı kırık mezar taşı vardır.
Mezar taşına gelip geçenler yunanca "Palio Turko" yani, Serseri Türk yazmışlardır.
Fevzi M. Gultekin
Hüsnü (Hüsnüyadis) Bey 1917-1922 yıllarında Manisa mutasarrıfıdır (Valisidir).
İzmir işgal edildiğinde, Yunanlılara; “İşgal buraya kadar uzanmayacak, İzmir civarında kalacaktır.
Manisa’yı terk etmenize lüzum yoktur" demiştir.
Bir alay Yunan askeri Manisa’ya girer girmez katliama başlamış ve şehirde bulunan cephanelikten 48 bin tüfek, 88 top ve bütün cephaneye el koyduğunda Hüsnü Bey, devletin bütün resmi evrakını da Yunan alayına teslim etmiştir.
Hüsnüyadis’in akıllarda kalan en çarpıcı sözü;
“Yunan işgal ordusu ile egemenliğimizi paylaşabiliriz...” olmuştur.
Türk halkına tam üç yıl, üç ay, on gün kan kusturduktan sonra Manisa’yı yakan işgal ordusu ile birlikte kaçacaktır.”
İşgal güçleri bozguna uğramış, perişan durumdaki Yunan askerleri yakıp yıkarak, katledip, tecavüz ederek geri çekilmektedirler.
Türk ordusu altı günde Turgutlu’ya kadar gelir.
Buradan 5. Kolordu Komutanı Fahrettin Altay Paşa Gördes, Demirci, Akhisar yörelerini katliamlardan kurtararak, düşman ordusunun artıklarını temizleyecektir.
Bu arada Manisa’ya giriş gecikeceğinden Fahrettin Altay Paşa, Süvari Yüzbaşısı Hüsnü Bey’i çağırır ve bir öncü süvari birliği ile Gediz sol sahil hattını izleyerek Akpınar üzerinden Manisa’nın üzerine yürümesini, durumun acil olduğunu, çünkü düşmanın Manisa’da bir katliam yapabileceğini bildirir.
8 Eylül’de küçük bir süvari birliği, Yüzbaşı Hüsnü Bey komutasında Manisa’ya doğru yola çıkar.
Halide Edip’in anlatımıyla bu esnada Manisa ateşler içinde yanmaktadır.
Gerçekten de bu sıralarda Manisa’da büyük yangınlar yaşanmaktadır.
Yunan devriyelerinin sokak başlarını tutarak bütün güçleriyle saldırmalarına rağmen yanan evlerinden çıkan halk, şehrin dışına çıkmaya çalışmaktadır.
Yunan işgal güçleri komutanı General Bagorci, halkın evlerinden çıkmalarını bir emirle yasaklamış, çıkanları “vurun” emri vermiştir.
Yangınlar esnasında vurulanların, hatta yanan evlerin içlerine atılanların sayısı hiç de az değildir.
Bir gün içinde Manisa’da 3500 kişi diri diri yakılarak, 1500’e yakın kişi de vurularak şehid edilir.
Panik içinde dağ ve ovalara kaçanların bir kısmı da Rum çetelerine yakalanıp yok edilir.
Manisa’da yığılmış olan Yunan vandal ordusu, Sipil Dağı’na çıkmış olan Manisa halkını da yok etmek için Doğu’da Alaybey Deresi, Batı’da Çaybaşı Deresi yönünden bir taarruz hareketine başlamışlar, neredeyse Manisalıların tamamının sığınmış olduğu Sipil Dağı’nda kitlesel bir soykırım başlatmışlardır.
Gediz Irmağı’nın karşı sahilinde 5. Kolordu Komutanı Fahreddin Altay Paşa, 1. Süvari Tümen Komutanı Mürsel Paşa, Tugay Komutanı Cemil Bey kuvvetleri Gediz Irmağı’nı aşmaya çalışırlarken, Manisa’nın Doğusundan Akpınar üzerinden ansızın çıkan Yüzbaşı Hüsnü Bey komutasındaki süvari birliği Manisa’nın Doğu mahallesine girer.
Devlet Hastanesi önünden karşı ateşe başlar.
Bunun üzerine işgal kuvvetleri paniğe kapılarak Sipil Dağı’nı kuşatma hareketinden vazgeçerek, Batı’ya, İzmir’e doğru geri çekilmeye başlarlar.
Bu sırada Fahreddin Altay Bey kuvvetleri de Gediz’i aşmış ve Manisa bu katılımla tamamen düşmandan temizlenmiştir.
Bütün bunlar olurken Manisa’nın bir Mutasarrıfı vardır.
O’nun adı Hüsnü Bey’dir.
Hüsnü Bey ve sülalesi daha yirmi yıl önce Türk tabiyetine geçtikleri için Girit’ten kovulmuşlar ve Manisa’ya gelerek yerleşmişlerdir.
Bu işbirlikçi Vali, şimdi kaçan Yunan birlikleriyle birlikte İzmir yollarındadır.
Manisa Mutasarrıfı (Valisi) Hüsnü (Hüsnüyadis) Bey son ana kadar Manisa’yı terk etmemiştir.
Yunan askerlerine sahip çıkmış, onlara panik yapmamalarını öğütlemektedir.
Ayrıca Türk ordusunun Manisa’dan geri döneceğini umut ederek, Yunan ordusunun Manisa’da mevzi alması için işgal güçleri komutanı General Bogorci’ye akıl vermekte;
“Ellerinde çok sayıda Manisalı Türk esir olursa o durumda Türk ordusunun şehre giremeyeceğini...” salık vermektedir.
8 Eylül günü Kuvây-ı Milliye milisleri kenar mahallelere sızmışlar, Mutasarrıf Hüsnü Bey’i elegeçirmeye çalışmışlardır.
Talih adeta tersine dönmüştü.
Üç yıl önce Türkler akın akın Doğu’ya göç ediyordu.
Şimdi ise bu göç tersine işliyordu.
Köylerden, kasabalardan yerli Rum halkı, üzümleri, tütünleri sergilerde bırakarak İzmir’e doğru kaçıyorlardı.
Rum halkı Sabuncubeli üzerinden İzmir’e ulaşmaya çalışıyordu.
Yunan subayları ve seçkinler ise aileleriyle birlikte trenlerle İzmir’e taşınıyordu.
Manisa Mutasarrıfı Hüsnü Bey ise kendi ahfadı için özel bir vagon hazırlatmıştı.
Bu esnada Hüsnü Bey, Yunan askerleriyle birlikte onca katliamın ve yangınların içinde soygunlar yapıyor, iz bırakmamak için hükümet binasını bile yakıyor, topladığı ganimetleri Yunan subaylarıyla birlikte özel vagonuna taşıtıyordu.
Manisa Mutasarrıfı kendi şehrini soymuş, büyük bir servetle trene binmiş, Türk ordusu Manisa’ya girerken küçük bir zaman farkıyla şehri terk ederek Türk ordusunun elinden kaçmıştır.
Trende Akhisar’dan kaçan işgal güçleri artıkları ile yanlarında 15 kişilik bir Akhisarlı Türk rehine grubu da vardır.
Yunan işgal güçleri Akhisar’ı yakmamak için kasabanın ileri gelenlerinden 15 kişiyi rehin istemişler, onlar da gönüllü olarak rehine olmuşlardır.
Manisa Mutasarrıfı Hüsnü Bey yanındaki grupla birlikte 8 Eylül gecesi İzmir’e gelir.
Hüsnü Bey Çeşme’yi iyi bilmektedir.
Grubu alarak Urla üzerinden Çeşme’ye oradan da Sakız Adası’na geçeceklerdir.
Yanlarındaki Akhisarlı rehinelerle birlikte Çeşme’ye gelirler ve oradan Çiftlik Köy’e geçerler.
Buradan Sakız Adası’na geçmek kolay olacaktır.
13 Eylül günü Yunan askerleri Akhisar’dan getirdikleri on beş gönüllü rehineyi öldürmeye başlamışlardır.
Manisa Mutasarrıfı Giritli Hüsnü (Hüsnüyadis) Bey Sakız’dan Pirayus’a, oradan da Elefsis’e geçmiş, çok zengin bir adam olarak Elefsis’e yerleşmiştir.
Manisa İriköy’den yanında getirdiği Rum ailenin kızı Paraskevulo ile evlenmiş, Aya Triyada Kilisesi’nin papazı tarafından vaftiz edilerek Hırıstiyan olmuş ve adını Hüsnüyadis olarak değiştirmiştir.
Giritli Hüsnüyadis (1864-1937) milli mücadelede tescilli bir vatan haini, yunan işbirlikçisi olarak pek çok masum Türkün ölümünden baş sorumlusudur.
Yunanistana kaçmış hiristiyan olmuş1937 yılında öldüğünde hiristiyan mezarlığına gömülmüştür.
Oğlu Vasili'nin anlatımları
"Babası için, Ne Müslüman ne Hiristiyan ne Türk, ne Yunan böyle baba mı olur..." diyerek babası hakkında düşüncelerini bir yazara açıklamıştır.
1930 da gerici menemen isyanında Kubilayı şehid eden gericilerin lideri Giritli Derviş Mehmet, Hüsnüyadisin yakın akrabasıdır.
Bu kalkışmaya Yunanistan destek vermiş işbirliği yapmıştır. Mezarının başında, Haçı kırık mezar taşı vardır.
Mezar taşına gelip geçenler yunanca "Palio Turko" yani, Serseri Türk yazmışlardır.
Fevzi M. Gultekin
6 gün önce
UNUTMADIM..1..
Habur'u alkışlayan da BEN DEGILDIM VALLAHI...Akpliler ve HDP lilerdi.çözüm sürecini destekleyen de...
Barzani ve şivan phicine alkışlayıp akp kongresinde diyarbakırda. .TÜRKIYE SENİNLE GURUR DUYUYOR Diye bagiranda ben yani ÜLKÜCÜ LER değildi. .
Süleyman Şah'ın türbesi bir gecede apar topar kaçırılırken gurur duyan da, Diyarbakır'daki o meydandan Apo'nun mektubu okunurken gözleri dolan da...VALLAHİ BENIM ÜLKÜCÜM degildi..
alkışlamaya devam edenlerde.. !..
***
Bize.HEPIMIZE Ödettiler ...Irak'ın kuzeyinden Suriye'nin kuzeyine Türkiye sınırları içinden geçerek silah taşıyan teröristlerin yedikleri kebapların, lahmacunların, fasulyelerin, kadayıfların parasını...
. Tıpkı 20 yıldan fazla ödeyeceğimiz, hazine garantili hastanelerin, köprülerin, havaalanlarının parasını öder gibi...
kızıp , ağladigim kahroldugum zamanlardi bunlar ama VALLAHI BENIM ÜLKÜCÜM Bunları onaylamadi o gün ..
o köprülerin bacakları görünür şeklide gurur pozu vererek, aileyle birlikte öz çekim yapanlarda benim ÜLKÜCÜM..değildi..
AMA NEOLDUYSA SONRA OLDU..SARAYA GUDEN PARTIMizin BASKANI ..bey ..biranda cark etti veee
Biz bunlari TÜRK VE ATATÜRK DÜŞMANI
O.smanlı Ç.ocuklarını..Başımıza reyis yaptik..
Bilge lider ve yeni reyis..ulkucu yüm diywn zevat
Gecmişi unuttu..
Unatanin kanı bozuktur
Habur'u alkışlayan da BEN DEGILDIM VALLAHI...Akpliler ve HDP lilerdi.çözüm sürecini destekleyen de...
Barzani ve şivan phicine alkışlayıp akp kongresinde diyarbakırda. .TÜRKIYE SENİNLE GURUR DUYUYOR Diye bagiranda ben yani ÜLKÜCÜ LER değildi. .
Süleyman Şah'ın türbesi bir gecede apar topar kaçırılırken gurur duyan da, Diyarbakır'daki o meydandan Apo'nun mektubu okunurken gözleri dolan da...VALLAHİ BENIM ÜLKÜCÜM degildi..
alkışlamaya devam edenlerde.. !..
***
Bize.HEPIMIZE Ödettiler ...Irak'ın kuzeyinden Suriye'nin kuzeyine Türkiye sınırları içinden geçerek silah taşıyan teröristlerin yedikleri kebapların, lahmacunların, fasulyelerin, kadayıfların parasını...
. Tıpkı 20 yıldan fazla ödeyeceğimiz, hazine garantili hastanelerin, köprülerin, havaalanlarının parasını öder gibi...
kızıp , ağladigim kahroldugum zamanlardi bunlar ama VALLAHI BENIM ÜLKÜCÜM Bunları onaylamadi o gün ..
o köprülerin bacakları görünür şeklide gurur pozu vererek, aileyle birlikte öz çekim yapanlarda benim ÜLKÜCÜM..değildi..
AMA NEOLDUYSA SONRA OLDU..SARAYA GUDEN PARTIMizin BASKANI ..bey ..biranda cark etti veee
Biz bunlari TÜRK VE ATATÜRK DÜŞMANI
O.smanlı Ç.ocuklarını..Başımıza reyis yaptik..
Bilge lider ve yeni reyis..ulkucu yüm diywn zevat
Gecmişi unuttu..
Unatanin kanı bozuktur
6 gün önce
Bizler ilkokulda yurttaşlık bilgisi,
lisede:mantık, sosyoloji, felsefe okuyan nesiliz. İşte onun için Kim Milyoner Olmak İster programında 15 Bin Tl yi hiç joker kullanmadan %90 kazanabilen bir nesiliz.
Biz 3 yazılı,1 sözlü imtihan olan ve kopya çekerken öğrenen bir nesiliz.
Biz annesini babasını,huzurevinde terk etmeyen bir nesiliz.
Biz kendine öz güveni olan ama çevresine sevgi ve saygısı olmayan, sadece kendisine yaşayan egoist bir nesil değil : sevgiyi,saygıyı,fedakarlığı,dostluğu,vefa duygusunu , yerine göre başkalarının yaşamı için kendi yaşam tarzından fedakarlık yapan bir nesiliz.
Arkadaşımızın ailesini ,kendi ailemiz kabul eden,namus anlayışını buna göre dizayn eden bir nesiliz.
Biz psikologlarla,pedagoglarla şekillendirilen değil:psikolojik sorunlarını aile ve mahalle ilişkileri içinde bedavaya çözen bir nesiliz.
Biz 40 yıllık 50 yıllık arkadaşlarını köşe bucak arayan ve onlarla birliktelikten zevk alan bir nesiliz...
Kabadayı denilen mahallenin bilekli delikanlısını,bizi soyan değil, bizi koruyan kollayan olarak bilen bir nesiliz.
Biz uzun eşeği, kuka oynamayı, saklambaçı, beştaşı, seksek oynamayı, kovalamaca ve körebe oynamayı, uçurtmayı, futbolu, bakkala kese kağıdı yapmayı, yakan top oynamayı bilen bir nesiliz.
Akşam üstü olunca,ekmeğin üzerine yoğurt sürüp şeker serpip yiyen bir nesiliz.
Dışarıda yemek yemenin ayıp olduğu ve hatta ağız oynatmanın bile ayıplandığı,her lokmanın eşit paylaşıldığı, çay bardağındaki şeker karıştırılırken kaşığın çıkarttığı sesin ayıp olduğu " hoop deve kervanı mı geçiyor? " diye ikaz edilen bir nesiliz.
Ebeveynlerimizin öğretmenimize " eti senin kemiği benim "diye teslim ettiği ve öğretmenimizin de bu emaneti de gözünden sakınarak koruduğu, kulağımızı çeken öğretmenimizi evde şikayet edemediğimiz ve böyle bir durumda babamızdan azar işiteceğimizi bilen bir nesiliz.
Babamızın sözünün geçtiği ama annelerimize değer verdiği ailede fikir paylaşımının olduğu bir nesiliz.
Lise Mezunu Arkadaşlarımızın Bugünkü ÜNİVERSİTE Mezunlarının Yanında DOKTORA Yapmış bir İNSAN Kalitesinde Olduğu bir NESLİN Çocuklarıyız....
Siz bizim nesli küçümsemeyin.
Bence bizim nesle benzemeye çalışın.
İşte o zaman Türkiye kurtulur....
Alıntı
lisede:mantık, sosyoloji, felsefe okuyan nesiliz. İşte onun için Kim Milyoner Olmak İster programında 15 Bin Tl yi hiç joker kullanmadan %90 kazanabilen bir nesiliz.
Biz 3 yazılı,1 sözlü imtihan olan ve kopya çekerken öğrenen bir nesiliz.
Biz annesini babasını,huzurevinde terk etmeyen bir nesiliz.
Biz kendine öz güveni olan ama çevresine sevgi ve saygısı olmayan, sadece kendisine yaşayan egoist bir nesil değil : sevgiyi,saygıyı,fedakarlığı,dostluğu,vefa duygusunu , yerine göre başkalarının yaşamı için kendi yaşam tarzından fedakarlık yapan bir nesiliz.
Arkadaşımızın ailesini ,kendi ailemiz kabul eden,namus anlayışını buna göre dizayn eden bir nesiliz.
Biz psikologlarla,pedagoglarla şekillendirilen değil:psikolojik sorunlarını aile ve mahalle ilişkileri içinde bedavaya çözen bir nesiliz.
Biz 40 yıllık 50 yıllık arkadaşlarını köşe bucak arayan ve onlarla birliktelikten zevk alan bir nesiliz...
Kabadayı denilen mahallenin bilekli delikanlısını,bizi soyan değil, bizi koruyan kollayan olarak bilen bir nesiliz.
Biz uzun eşeği, kuka oynamayı, saklambaçı, beştaşı, seksek oynamayı, kovalamaca ve körebe oynamayı, uçurtmayı, futbolu, bakkala kese kağıdı yapmayı, yakan top oynamayı bilen bir nesiliz.
Akşam üstü olunca,ekmeğin üzerine yoğurt sürüp şeker serpip yiyen bir nesiliz.
Dışarıda yemek yemenin ayıp olduğu ve hatta ağız oynatmanın bile ayıplandığı,her lokmanın eşit paylaşıldığı, çay bardağındaki şeker karıştırılırken kaşığın çıkarttığı sesin ayıp olduğu " hoop deve kervanı mı geçiyor? " diye ikaz edilen bir nesiliz.
Ebeveynlerimizin öğretmenimize " eti senin kemiği benim "diye teslim ettiği ve öğretmenimizin de bu emaneti de gözünden sakınarak koruduğu, kulağımızı çeken öğretmenimizi evde şikayet edemediğimiz ve böyle bir durumda babamızdan azar işiteceğimizi bilen bir nesiliz.
Babamızın sözünün geçtiği ama annelerimize değer verdiği ailede fikir paylaşımının olduğu bir nesiliz.
Lise Mezunu Arkadaşlarımızın Bugünkü ÜNİVERSİTE Mezunlarının Yanında DOKTORA Yapmış bir İNSAN Kalitesinde Olduğu bir NESLİN Çocuklarıyız....
Siz bizim nesli küçümsemeyin.
Bence bizim nesle benzemeye çalışın.
İşte o zaman Türkiye kurtulur....
Alıntı
6 gün önce
Samsun’daki İngiliz Subay, Bandırma Vapuru’na Atatürk’ü tutuklamak için çıkar..
Sonra neler oluyor biliyor musunuz?
Emekli Hava Albayı Kemal İntepe, uçuş eğitimi için gittiği İngiltere’de O İngiliz Subayla tanışır. İntepe o gün yaşananları şöyle anlatır;
1941 yılında
İngiltere’ye uçuş eğitimi için gitmiştik.
Londra’ya vardığımızda, yaşlı bir İngiliz hava binbaşısı, irtibat subayı olarak görevlendirilmişti
Adı Mr. Salter olan bu subay Türkçe’yi bizlerden daha iyi konuşuyordu.
Mr. Salter’i birkaç defa eşi ile birlikte ikindi çayına davet ettim. O da beni akşam yemeklerine evine çağırıyordu.
Emekli Binbaşı Salter bir akşam bana şunları anlattı:
“1919 yılında Piyade Binbaşı Salter olarak Samsun’daki İngiliz İşgal Tabur Komutanı idim. 18 Mayıs 1919 günü İstanbul’daki İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanlığı’ndan şifreli bir telsiz telgrafı aldım...
Bu telgraf, ‘16 Mayıs 1919 günü, Mustafa Kemal adında bir Türk generalinin, Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan ayrıldığını, eğer Samsun’a inecek olursa tutuklanarak İstanbul’a gönderilmesini’ istemekte idi.
Gerekli emirleri verdikten sonra Samsun’a indim. Şehir her zamankinden daha kalabalıktı. Bu kalabalık pazar kalabalığından farklı görünüyordu. Siyah çizmeli, külot pantolonlu ve siyah kalpaklı, sert bakışlı kimselerin çokluğu dikkatimi çekti. Sonradan bunların Türk subayları olduğunu öğrendim.
Durum çok nazikti. Dört gün önce Yunanlılar İzmir’i işgal etmişler, Türkler buna çok sert bir tepki göstermişlerdi. Rum tercümanım çok korkuyordu.
“19 Mayıs günü sabah erkenden iskeleye gittim. Sabah namazından çıkan herkes sahile inmişti...
Kurtarıcılarını bekliyorlardı. Askerlerimle çevreyi kordon altına aldım.
Denizde, batı tarafında bir duman göründü.Sahildeki kalabalık heyecanlıydı. Bir de baktım ki, her askerimin arkasında siyah çizmeli, kara kalpaklı bir Türk subayı duruyor. Hepsinin silahlı olduğu muhakkak.
Vapur iyice göründü. Görevimi iskele üzerinde yapamayacağımı düşünerek motoruma atlayıp vapura doğru hareket ettim. Mustafa Kemal Paşa’yı orada tutuklayacaktım.
Vapura ilk varan benim motorum oldu. Beraberimde getirdiğim iki erimi motorda bırakarak, tercümanımla birlikte vapurun iskelesine tırmandım..
Güvertede beni selamlayan iki tayfaya: ‘Vapurdaki generali görmek istiyorum’ dedim.
Bir tanesi önümüze düşerek bizi salonun kapısına kadar götürdü. Kapıdaki görevli, durumu içeriye bildirdi ve geriye dönüp bizi salona aldı…Herkes ayakta idi…”
“Ortada, mavi gözlü, sert bakışlı kişi ile göz göze gelince ne söyleyeceğimi şaşırdım. Sert bir asker selamı verirken ağzımdan şu sözler döküldü:‘Taburum emrinizdedir!’
Bunu nasıl söylemiştim? Daha önce hiç böyle bir şeyi aklımdan bile geçirmemiştim.
Rum tercümanım şaşırdı, bir an durakladı. Ben kendisine dönüp bakınca hemen toparlandı ve Türkçe olarak generale iletti.
Mustafa Kemal Paşa’nın yüzünde hafif bir tebessüm belirdi, teşekkür etti ve beni de yanına alarak dışarıya çıktı.
Sanıyorum,bakışlarından etkilenip bir anda teslim olma kararı vermiştim.
Gözlerinin, inanılmaz bir etkileyici gücü vardı.
Öteki sandallar da vapura ulaşmışlar, çevreyi doldurmuşlardı.
Mustafa Kemal Paşa, gemiye çıkan birkaç kişiyle tokalaştıktan sonra, vapurdan benim motorumla ayrıldık.
İskeleye vardığımızda muavinime, taburu safta toplayıp silah çattırmasını ve hepsinin Türk makamlarına teslim olmasını emrettim. Biraz durakladı, sonra asker selamı verip ayrıldı ve emrimi aynen yerine getirdi. Taburu o siyah çizmeli, kara kalpaklıkişiler teslim almıştı…
Bu yüzden, İngiltere’ye dönünce askeri mahkemede yargılandım. ‘Bir İngiliz subayı, nasıl olur da bir Türk generalin emrine girer? Bu vatan hainliğidir!’ diyorlardı.”
Mr. Salter, olayın devamını şöyle anlatıyor:
“Mustafa Kemal Paşa benim yanıma, o siyah çizmeli, kara kalpaklı kişilerden birini vererek kendi makam otomobilimle ve kendi şoförümle birlikte, misafir edileceğimi söyledikleri Ankara’ya gönderdi.
Taburumun tutuklu erlerinin de, Çorum, Çankırı ve Kastamonu’da kurulan esir kamplarına yerleştirildiğini öğrendim.
Türklerin Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar Ankara’da, Hacıbayram Camii’nin önündeki cadde üzerinde bulunan iki katlı ahşap evde kaldım.
Hizmetimi göreceğini söyledikleri, aslında gardiyanım olan bir kadınla 4 seneye yakın bu evde oturdum.
Savaşın sonunda imzalanan anlaşma gereğince ben ve taburum, Malta’daki Türk esirlerle değiştirildik. İngiltere’ye döner dönmez tutuklandım ve vatana ihanet suçundan divanı harbe verildim. Hakkımda ağır hapis isteniyordu!
Ben askeri hapishanede tutuklu iken ziyaretime gelen ailem ve ebeveynim, savunmamı yapabilmem için bana birçok gazete ve kitap getirmişlerdi.
Onlardan yararlanarak, kısa fakat öz bir savunma hazırladım.
Bana isnat edilen suç, taburumu hiç direnmeden teslim edişim idi.
Savcı, teslimiyetimin vatana ihanetle eşdeğerde bir suç olduğunu iddia ediyor ve en ağır şekilde cezalandırılmamı istiyordu. Yüksek Askeri Mahkeme’nin önüne çıktığımda savunmamı büyük bir soğukkanlılıkla okudum ve şu cümlelerle bitirdim:
‘Sayın hâkimler… Başbakanımız Lloyd George, Avam Kamarası’nda şöyle bir soruya muhatap olmuştur:
Yunanlar silahlandırarak 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkarttık Ve o tarihten bu yana milyarlarca sterlini bulan masraflar yaptık. Sonuç ne oldu? Yunanlar İzmir’de denize döküldüler.
Ayrıca Anadolu’daki bütün Rumlar atıldılar veya göçe zorlandılar. Bu olayda bizim kazancımız nedir?
Hiç..
Bu akılsızca bir gaf, korkunç bir hata, büyük bir felaket değil midir?’
Bu sert ve suçlayıcı soruya karşılık Başbakanımız Lloyd George şu cevabı vermiştir:
‘Yüzyıllar bir veya iki dâhi yetiştirir. 20’nci yüzyılın dâhisinin Mustafa Kemal adıyla Türkiye’den çıkacağını ben nereden bilebilirdim.
Görüyorsunuz sayın hâkimler…
Karşınızdaki bu subay, Başbakanımızın bahsettiği 20’nci yüzyılın dâhisi ile hiç beklemediği bir anda karşı karşıya ve göz göze gelmişti. Ne yapabilirdi?
Eğer ben o gün başka türlü hareket edecek olsa idim, bugün benimle beraber bütün taburumun mezarlarını ziyarete gelecektiniz. Fakat şimdi, eceli ile ölmüş olan üç erimizin dışında hepimiz sağ salim yurdumuza dönmüş, ailelerimize kavuşmuş durumdayız. Karar yüksek adaletinizindir.’
“Beraat ettim ve terhise tabi tutuldum. Ailemle birlikte Türkiye’ye gidip Mustafa Kemal Paşa’yı ziyaret ettim. Paşa beni muhteşem nezaketiyle karşıladı. Tekrar görevli olarak İngiltere’ye çağırılmasaydım, Türkiye’de kalacaktım…
İngiltere’ye döndüğümde beni, Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne aldılar ve…
İstihbarat Başkanlığı’nda önemli bir görev verdiler.
Türkiye ile İngiltere arasında irtibatı sağlayan grupta görev yapıyorum.”
Emekli Hava Albayı Kemal İntepe anılarında Binbaşı Salter için “İki yıldan fazla bir süre birlikte olduk. Bu süre içinde her zaman bizleri savundu ve kendisini daima bizden biri saydı. Büyük bir Atatürk hayranıydı” diyor.
Biz hâlâ Bandırma Vapuru’nda ATATÜRK"le beraberiz..
#Alıntı
Sonra neler oluyor biliyor musunuz?
Emekli Hava Albayı Kemal İntepe, uçuş eğitimi için gittiği İngiltere’de O İngiliz Subayla tanışır. İntepe o gün yaşananları şöyle anlatır;
1941 yılında
İngiltere’ye uçuş eğitimi için gitmiştik.
Londra’ya vardığımızda, yaşlı bir İngiliz hava binbaşısı, irtibat subayı olarak görevlendirilmişti
Adı Mr. Salter olan bu subay Türkçe’yi bizlerden daha iyi konuşuyordu.
Mr. Salter’i birkaç defa eşi ile birlikte ikindi çayına davet ettim. O da beni akşam yemeklerine evine çağırıyordu.
Emekli Binbaşı Salter bir akşam bana şunları anlattı:
“1919 yılında Piyade Binbaşı Salter olarak Samsun’daki İngiliz İşgal Tabur Komutanı idim. 18 Mayıs 1919 günü İstanbul’daki İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanlığı’ndan şifreli bir telsiz telgrafı aldım...
Bu telgraf, ‘16 Mayıs 1919 günü, Mustafa Kemal adında bir Türk generalinin, Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan ayrıldığını, eğer Samsun’a inecek olursa tutuklanarak İstanbul’a gönderilmesini’ istemekte idi.
Gerekli emirleri verdikten sonra Samsun’a indim. Şehir her zamankinden daha kalabalıktı. Bu kalabalık pazar kalabalığından farklı görünüyordu. Siyah çizmeli, külot pantolonlu ve siyah kalpaklı, sert bakışlı kimselerin çokluğu dikkatimi çekti. Sonradan bunların Türk subayları olduğunu öğrendim.
Durum çok nazikti. Dört gün önce Yunanlılar İzmir’i işgal etmişler, Türkler buna çok sert bir tepki göstermişlerdi. Rum tercümanım çok korkuyordu.
“19 Mayıs günü sabah erkenden iskeleye gittim. Sabah namazından çıkan herkes sahile inmişti...
Kurtarıcılarını bekliyorlardı. Askerlerimle çevreyi kordon altına aldım.
Denizde, batı tarafında bir duman göründü.Sahildeki kalabalık heyecanlıydı. Bir de baktım ki, her askerimin arkasında siyah çizmeli, kara kalpaklı bir Türk subayı duruyor. Hepsinin silahlı olduğu muhakkak.
Vapur iyice göründü. Görevimi iskele üzerinde yapamayacağımı düşünerek motoruma atlayıp vapura doğru hareket ettim. Mustafa Kemal Paşa’yı orada tutuklayacaktım.
Vapura ilk varan benim motorum oldu. Beraberimde getirdiğim iki erimi motorda bırakarak, tercümanımla birlikte vapurun iskelesine tırmandım..
Güvertede beni selamlayan iki tayfaya: ‘Vapurdaki generali görmek istiyorum’ dedim.
Bir tanesi önümüze düşerek bizi salonun kapısına kadar götürdü. Kapıdaki görevli, durumu içeriye bildirdi ve geriye dönüp bizi salona aldı…Herkes ayakta idi…”
“Ortada, mavi gözlü, sert bakışlı kişi ile göz göze gelince ne söyleyeceğimi şaşırdım. Sert bir asker selamı verirken ağzımdan şu sözler döküldü:‘Taburum emrinizdedir!’
Bunu nasıl söylemiştim? Daha önce hiç böyle bir şeyi aklımdan bile geçirmemiştim.
Rum tercümanım şaşırdı, bir an durakladı. Ben kendisine dönüp bakınca hemen toparlandı ve Türkçe olarak generale iletti.
Mustafa Kemal Paşa’nın yüzünde hafif bir tebessüm belirdi, teşekkür etti ve beni de yanına alarak dışarıya çıktı.
Sanıyorum,bakışlarından etkilenip bir anda teslim olma kararı vermiştim.
Gözlerinin, inanılmaz bir etkileyici gücü vardı.
Öteki sandallar da vapura ulaşmışlar, çevreyi doldurmuşlardı.
Mustafa Kemal Paşa, gemiye çıkan birkaç kişiyle tokalaştıktan sonra, vapurdan benim motorumla ayrıldık.
İskeleye vardığımızda muavinime, taburu safta toplayıp silah çattırmasını ve hepsinin Türk makamlarına teslim olmasını emrettim. Biraz durakladı, sonra asker selamı verip ayrıldı ve emrimi aynen yerine getirdi. Taburu o siyah çizmeli, kara kalpaklıkişiler teslim almıştı…
Bu yüzden, İngiltere’ye dönünce askeri mahkemede yargılandım. ‘Bir İngiliz subayı, nasıl olur da bir Türk generalin emrine girer? Bu vatan hainliğidir!’ diyorlardı.”
Mr. Salter, olayın devamını şöyle anlatıyor:
“Mustafa Kemal Paşa benim yanıma, o siyah çizmeli, kara kalpaklı kişilerden birini vererek kendi makam otomobilimle ve kendi şoförümle birlikte, misafir edileceğimi söyledikleri Ankara’ya gönderdi.
Taburumun tutuklu erlerinin de, Çorum, Çankırı ve Kastamonu’da kurulan esir kamplarına yerleştirildiğini öğrendim.
Türklerin Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar Ankara’da, Hacıbayram Camii’nin önündeki cadde üzerinde bulunan iki katlı ahşap evde kaldım.
Hizmetimi göreceğini söyledikleri, aslında gardiyanım olan bir kadınla 4 seneye yakın bu evde oturdum.
Savaşın sonunda imzalanan anlaşma gereğince ben ve taburum, Malta’daki Türk esirlerle değiştirildik. İngiltere’ye döner dönmez tutuklandım ve vatana ihanet suçundan divanı harbe verildim. Hakkımda ağır hapis isteniyordu!
Ben askeri hapishanede tutuklu iken ziyaretime gelen ailem ve ebeveynim, savunmamı yapabilmem için bana birçok gazete ve kitap getirmişlerdi.
Onlardan yararlanarak, kısa fakat öz bir savunma hazırladım.
Bana isnat edilen suç, taburumu hiç direnmeden teslim edişim idi.
Savcı, teslimiyetimin vatana ihanetle eşdeğerde bir suç olduğunu iddia ediyor ve en ağır şekilde cezalandırılmamı istiyordu. Yüksek Askeri Mahkeme’nin önüne çıktığımda savunmamı büyük bir soğukkanlılıkla okudum ve şu cümlelerle bitirdim:
‘Sayın hâkimler… Başbakanımız Lloyd George, Avam Kamarası’nda şöyle bir soruya muhatap olmuştur:
Yunanlar silahlandırarak 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkarttık Ve o tarihten bu yana milyarlarca sterlini bulan masraflar yaptık. Sonuç ne oldu? Yunanlar İzmir’de denize döküldüler.
Ayrıca Anadolu’daki bütün Rumlar atıldılar veya göçe zorlandılar. Bu olayda bizim kazancımız nedir?
Hiç..
Bu akılsızca bir gaf, korkunç bir hata, büyük bir felaket değil midir?’
Bu sert ve suçlayıcı soruya karşılık Başbakanımız Lloyd George şu cevabı vermiştir:
‘Yüzyıllar bir veya iki dâhi yetiştirir. 20’nci yüzyılın dâhisinin Mustafa Kemal adıyla Türkiye’den çıkacağını ben nereden bilebilirdim.
Görüyorsunuz sayın hâkimler…
Karşınızdaki bu subay, Başbakanımızın bahsettiği 20’nci yüzyılın dâhisi ile hiç beklemediği bir anda karşı karşıya ve göz göze gelmişti. Ne yapabilirdi?
Eğer ben o gün başka türlü hareket edecek olsa idim, bugün benimle beraber bütün taburumun mezarlarını ziyarete gelecektiniz. Fakat şimdi, eceli ile ölmüş olan üç erimizin dışında hepimiz sağ salim yurdumuza dönmüş, ailelerimize kavuşmuş durumdayız. Karar yüksek adaletinizindir.’
“Beraat ettim ve terhise tabi tutuldum. Ailemle birlikte Türkiye’ye gidip Mustafa Kemal Paşa’yı ziyaret ettim. Paşa beni muhteşem nezaketiyle karşıladı. Tekrar görevli olarak İngiltere’ye çağırılmasaydım, Türkiye’de kalacaktım…
İngiltere’ye döndüğümde beni, Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne aldılar ve…
İstihbarat Başkanlığı’nda önemli bir görev verdiler.
Türkiye ile İngiltere arasında irtibatı sağlayan grupta görev yapıyorum.”
Emekli Hava Albayı Kemal İntepe anılarında Binbaşı Salter için “İki yıldan fazla bir süre birlikte olduk. Bu süre içinde her zaman bizleri savundu ve kendisini daima bizden biri saydı. Büyük bir Atatürk hayranıydı” diyor.
Biz hâlâ Bandırma Vapuru’nda ATATÜRK"le beraberiz..
#Alıntı
8 gün önce
UZUN YOLDA ARAÇ KULLANANLAR BU YAZI SİZİN İÇİN‼️✅️❌️
Tatil için uzun yolda seyahat ederken dikkat edilmesi gerekenler:
1. Eğer yavaş gidecekseniz bunun için en sağ şerit veya sağda 2. şerit kullanılmalı. Sol şeritte veya soldan 2. şeritte yol paşa dedenizden kalmış gibi 80-90km hızla gidilmez.
2. Hız limitinin 90km olduğu bir yolda 70km hızla radara girince Emniyet Genel Müdürlüğü size çeyrek takmıyor. Eğer yinede o hıza düşeceksiniz sağ şeritleri kullanın.
3. Bir araç sizin sağınızdan geçiyorsa hatalı sollamıyordur. Siz yanlış şerittesiniz demektir.
4. Gece sürüşünde aracın sis farı dahil bütün ışıklarını kullanmak araca ekstra beygir eklemez. Ama ailenizdeki bazı bireylerin kulaklarının çınlamasına sebep olabilir.
5. Bazı insanların acil işi olabilir veya hastası olabilir. Bu sebeple çevrenizi umursamadan araba kullanmak sizi haklı çıkarmaz.
6. Şehirlerarası yollar sizin amcaoğluyla telefonda hasret gidereceğiniz yerler değildir. Eğer çok canınız çektiyse flaşörünüzü yakıp uygun alanlara park ederek hasretinizi gideriniz. Sol şeritte kulağınızda telefonla araç kullanılmaz. Ülke olarak birden fazla işi aynı anda yapabilecek mental seviyede değiliz.
7. Sol şeritte bomboş giderken -özellikle hanımlara söylüyorum- ani fren yapılmaz. O an size gelen vahiy ile frene basmanız arkadan gelen araca sorun yaşatabilir. Lütfen vahiyleriniz sağ şeritte gelsin.
8. Karayolları yönetmeliğine göre gereğinden fazla sol şerit kullanmak suçtur. O sebeple işiniz bitince sağ şeritte seyrediniz.
9. Otomobillerde bir sağda bir solda bir de ortada olmak üzere 3 ayna vardır. Bu aynaların koyulma sebebi makyaj yapmak veya saç düzeltmek değildir. Amaç yapacağınız şerit değiştirmelerde arkanızı kontrol etmektir. Bunu unutmadan aynayı kullanınız.
SON OLARAK, BİR BEYNİNİZ VAR. LÜTFEN ONU KULLANINIZ..🙏
#eğitimvepsikoloji
Tatil için uzun yolda seyahat ederken dikkat edilmesi gerekenler:
1. Eğer yavaş gidecekseniz bunun için en sağ şerit veya sağda 2. şerit kullanılmalı. Sol şeritte veya soldan 2. şeritte yol paşa dedenizden kalmış gibi 80-90km hızla gidilmez.
2. Hız limitinin 90km olduğu bir yolda 70km hızla radara girince Emniyet Genel Müdürlüğü size çeyrek takmıyor. Eğer yinede o hıza düşeceksiniz sağ şeritleri kullanın.
3. Bir araç sizin sağınızdan geçiyorsa hatalı sollamıyordur. Siz yanlış şerittesiniz demektir.
4. Gece sürüşünde aracın sis farı dahil bütün ışıklarını kullanmak araca ekstra beygir eklemez. Ama ailenizdeki bazı bireylerin kulaklarının çınlamasına sebep olabilir.
5. Bazı insanların acil işi olabilir veya hastası olabilir. Bu sebeple çevrenizi umursamadan araba kullanmak sizi haklı çıkarmaz.
6. Şehirlerarası yollar sizin amcaoğluyla telefonda hasret gidereceğiniz yerler değildir. Eğer çok canınız çektiyse flaşörünüzü yakıp uygun alanlara park ederek hasretinizi gideriniz. Sol şeritte kulağınızda telefonla araç kullanılmaz. Ülke olarak birden fazla işi aynı anda yapabilecek mental seviyede değiliz.
7. Sol şeritte bomboş giderken -özellikle hanımlara söylüyorum- ani fren yapılmaz. O an size gelen vahiy ile frene basmanız arkadan gelen araca sorun yaşatabilir. Lütfen vahiyleriniz sağ şeritte gelsin.
8. Karayolları yönetmeliğine göre gereğinden fazla sol şerit kullanmak suçtur. O sebeple işiniz bitince sağ şeritte seyrediniz.
9. Otomobillerde bir sağda bir solda bir de ortada olmak üzere 3 ayna vardır. Bu aynaların koyulma sebebi makyaj yapmak veya saç düzeltmek değildir. Amaç yapacağınız şerit değiştirmelerde arkanızı kontrol etmektir. Bunu unutmadan aynayı kullanınız.
SON OLARAK, BİR BEYNİNİZ VAR. LÜTFEN ONU KULLANINIZ..🙏
#eğitimvepsikoloji
8 gün önce
10 yıl önceki yazım.
Resimlerde V. Murad’ın torunu SELMA SULTAN IN Paris’teki Bobigny müslüman mezarlığındaki kabri ve sağ alt resimde şu anda pariste yaşayan kızı Kenize MURAD var.
Hatice Sultan'ın en küçük çocuğu Selmâ Hanımsultan (1914-1941), aynı zamanda ailenin en farklı şahsiyetlerinden biridir. 1937'de Hindistan'ın Müslüman hükümdarlarından Kutvâre Nevvâbı Seyyid Hüseyin Sâcid Zeydî (1910-1991) ile evlendi. Meşhur gazeteci ve yazar Kenize Murad'ı doğurduktan hemen sonrada ölmüştür. Kendisinin ve kızının hayatı, romanlara mevzuu olacak derecede dikkat çekicidir.
SELMA SULTANIN KIZI KENİZE MURAD'IN ANLATIMI İLE ATATÜRK VE CUMHURİYET hakkında ;
"İmparatorluklar elbet bir gün son bulur fakat Türklerin Varlığı sorun yaratıyordu Batılılar için. Gerçekten de Türkiye’yi esaretten Mustafa Kemal kurtarmıştır. Pek çok kişi yokluk içinde hayatını kaybetti ama bilirsiniz devrimler böyledir, birilerinin canı yanar.
Sürgünden başka bir çözüm olabilir miydi ?
Bence de bu Türkiye’de olamazdı. Daima ayrılıklar, ikilikler çıkardı, Burada işlemezdi. Belki iç karışıklıklar savaşa kadar giderdi. En doğrusu yapıldı. Bugün bile çok anlamsız ve saçma bir ikilik var Türkiye’de. Bunlara hiç gerek yok oysa." Demiştir...
Şu anda dünyanın farklı ülkelerinde modern, yenilikci bir yaşam süren osmanlı padişahlarının soyu ve torunlarından'da anlışılacağı gibi ; Türkiyede osmanlı torunuyuz diyerek gerici ve banaz tutum içinde bulunanlar, aslında Türkiyenin ileriye gitmesini istemeyen, sürekli geriye gitmesini isteyen dış güçlerin bilinçli yada bilinçsiz olarak emellerine alet olmaktadırlar. Bu bağlamda Türk milleti olarak yapmamız gereken tek şey cumhuriyetin ve mustafa Kemal ATATÜRK ün izinden devam ederek Türkiyeyi ve Türk milletini aydınlığa ve daha ileriye götürebilmektir. Bu arada Paris'e geldiğinizde bobigny müslüman mezarlığında ebedi ikametgahında yatan Selma sultanı ziyaret etmenizi tavsiye ederim. Sevgi ve Saygılarımla esenkalın.
☪︎ ЋץҐИ ☪︎
Süleyman Efe KOCAZEYBEK. 🇹🇷🇦🇿🇰🇬🇹🇲🇺🇿🇰🇿🇭🇺
Resimlerde V. Murad’ın torunu SELMA SULTAN IN Paris’teki Bobigny müslüman mezarlığındaki kabri ve sağ alt resimde şu anda pariste yaşayan kızı Kenize MURAD var.
Hatice Sultan'ın en küçük çocuğu Selmâ Hanımsultan (1914-1941), aynı zamanda ailenin en farklı şahsiyetlerinden biridir. 1937'de Hindistan'ın Müslüman hükümdarlarından Kutvâre Nevvâbı Seyyid Hüseyin Sâcid Zeydî (1910-1991) ile evlendi. Meşhur gazeteci ve yazar Kenize Murad'ı doğurduktan hemen sonrada ölmüştür. Kendisinin ve kızının hayatı, romanlara mevzuu olacak derecede dikkat çekicidir.
SELMA SULTANIN KIZI KENİZE MURAD'IN ANLATIMI İLE ATATÜRK VE CUMHURİYET hakkında ;
"İmparatorluklar elbet bir gün son bulur fakat Türklerin Varlığı sorun yaratıyordu Batılılar için. Gerçekten de Türkiye’yi esaretten Mustafa Kemal kurtarmıştır. Pek çok kişi yokluk içinde hayatını kaybetti ama bilirsiniz devrimler böyledir, birilerinin canı yanar.
Sürgünden başka bir çözüm olabilir miydi ?
Bence de bu Türkiye’de olamazdı. Daima ayrılıklar, ikilikler çıkardı, Burada işlemezdi. Belki iç karışıklıklar savaşa kadar giderdi. En doğrusu yapıldı. Bugün bile çok anlamsız ve saçma bir ikilik var Türkiye’de. Bunlara hiç gerek yok oysa." Demiştir...
Şu anda dünyanın farklı ülkelerinde modern, yenilikci bir yaşam süren osmanlı padişahlarının soyu ve torunlarından'da anlışılacağı gibi ; Türkiyede osmanlı torunuyuz diyerek gerici ve banaz tutum içinde bulunanlar, aslında Türkiyenin ileriye gitmesini istemeyen, sürekli geriye gitmesini isteyen dış güçlerin bilinçli yada bilinçsiz olarak emellerine alet olmaktadırlar. Bu bağlamda Türk milleti olarak yapmamız gereken tek şey cumhuriyetin ve mustafa Kemal ATATÜRK ün izinden devam ederek Türkiyeyi ve Türk milletini aydınlığa ve daha ileriye götürebilmektir. Bu arada Paris'e geldiğinizde bobigny müslüman mezarlığında ebedi ikametgahında yatan Selma sultanı ziyaret etmenizi tavsiye ederim. Sevgi ve Saygılarımla esenkalın.
☪︎ ЋץҐИ ☪︎
Süleyman Efe KOCAZEYBEK. 🇹🇷🇦🇿🇰🇬🇹🇲🇺🇿🇰🇿🇭🇺
9 gün önce
Birilerinin taptıgı 2.Abdülhamit Kıbrıs'ı İngiltere'ye sattıktan sonra oradaki Türklere ne oldu ?
Bir ögretmen tarihimizin en utanç verici gerceklerinden birini yazmış
4000 Türk kızı yoksulluktan kadın simsarları tarafından Filistinlilere satılıyor sonrası..sonrası tarihimizin en büyük utancı
1974'te adaya giren Türk ordusü Türkiye Cumhuriyeti Devleti ne yaptı diyenler iyice okusun
''ARAPLARA SATILAN KIBRISLI
TÜRK KIZLARI''
Kıbrıs 1974’ den bugüne ikiye bölünmüş bir ada. Kim ne derse desin, Kıbrıs kapanmayan yaralarla dolu. Kapanmayan yaralar bir yana, Kıbrıs’ ın bir de az bilinen eski yaraları var. Bunlardan biri, Araplara satılan Kıbrıslı Türk kızları.
Kıbrıs tarihinin bu az bilinen sayfalarına ışık tutanların başında emekli edebiyat öğretmeni ve yazar Neriman Cahit geliyor. Neriman Cahit hiç bilmedikleri diyarlara, hem de satılarak gönderilen kızların öykülerini topladı ve “Araplara Satılan Kızlarımız” adlı bir kitapta yayımladı. Bu öyküler ayrımcılığın, yoksulluğun ve acımasızlığın öyküleri; nice çocuk gelinin öyküsü gibi.
FİLİSTİNLİLERE SATILAN KIZLAR
1920 ile 1950 yılları arasında, Kıbrıs bir İngiliz sömürgesiyken, yaklaşık 4 bin Türk kızı Filistinli Araplara anne babaları tarafından satıldı. Bu kızların çok azı geri dönebildiler. Geri dönemeyenlerin çoğu evlerinin, köylerinin, memleketlerinin özlemi ile yaşadılar ve kaderlerine küstüler.
MÜTHİŞ BİR SUSKUNLUK
Neriman Cahit kitaba varan süreci şöyle anlatıyor: “Ben yıllardır bu kızları merak ediyordum. Öğretmenlik yaptığım köylerde, çalıştığım kadın örgütlerinde hep izlerini sürmeye çalıştım. Fakat müthiş bir suskunluk vardı. Bu kızlar, 11-12 yaşında henüz sek sek oynarken aileleri tarafından para karşılığı taliplileri hiç araştırılmadan, neyin nesi oldukları bilinmeden Araplarla evlendiriliyordu. Dr. Haşmet Gürkan’ ın araştırmacı yönü çok güçlüdür. Bir yazısında bu kızlardan bahsediyordu. Hep ona sorular sorardım. Bir gün bana: Sen bu işin peşini bırakmayacaksın. Ama lütfen meselenin adını doğru koy; ‘Biz bu kızları sattık’ dedi.”
TARİHLE YÜZLEŞMEK
Neriman Cahit tarihle yüzleşmek gerektiğine inanıyordu: “Ben bir ilkokul öğretmeniyim. Bu kızları yazmak benim topluma olan borcumdu. Bu konuyu konuşmalıydık. Bu kızlar çok büyük acılar çekmişler ve hâlâ çekiyorlar. Ve Kıbrıslılar onları unutmayı tercih etmiş. Haklarını korumamış. Mesela onların da miras hakkı var. Ama bunu kimse gözetmemiş. O dönemde Kıbrıs İngiliz sömürgesiydi. Köylü çok fakirdi, kuraklık vardı. Ve tefeciler köylünün kanını emiyordu. Kadınlar için bir eğitim söz konusu değildi. Şehirli üst tabakadan ailelerin kızları Kur’an bilirdi. O kadar.”
SATIŞ VE TİCARET
Yoksulluktan kurtulmak, belki de kızlarının yoksulluktan kurtulması umuduyla kimi köylüler çocuklarının para karşılığı ellerinden alınmasına ve evlenmek üzere Filistin’ e götürülmesine izin verirler. Baf, Limasol, Larnaka gibi kıyı bölgelerinden, 10-15 yaşındaki kızlar vapurlarla bir bilinmeze doğru yola çıkar.
Köylü kızların satılması bir süre sonra Araplara kız bulmak için acente gibi çalışan simsarların ortaya çıkmasına da yol açmış. Bu kişiler ev ev dolaşarak çoğunlukla sarışın, renkli gözlü kızları bulmaya çalışırlar; satılan kızlar için hem anne babalardan, hem de kızları satın alanlardan komisyon alırlarmış.
Simsarların ille de erkek olduğu sanılmamalı. Gündüzleri kadınlara geceleri de erkeklere hizmet veren Tantin Hamamı’ nı işleten Pembe ve kızı Fatma kadın simsarlara bir örnek.
Damat adayları anne babalara çoğu zaman bir doktor, bir mühendis olarak tanıtılsa da, damatların sözleri çoğu zaman doğru çıkmaz. Satılan kızların çoğu gittikleri yerde büyük bir yoksulluk ile karşılaşırlar. Kimisi kuma durumuna düşer.
KARA HABERLER
Neriman Cahit kızların haberlerinin Kıbrıs’ a gelişini şöyle anlatır: “50’ lere doğru Türk toplumu bu kızlarla ilgili birçok şey öğrendi. Filistin bölgesindeki savaşlara İngilizler Türk askerlerini de götürdüler. Askerler boş zaman bulunca genelevlere giderler. Geneleve giden Rum ve Türk askerleri orada Kıbrıslı bir kıza rastlıyorlar. Kız ağlamaya başlıyor. Nereli ve kim olduğu anlaşılıyor. İnanır mısınız, oradaki askerlerden birinin kardeşi çıkıyor. Meğer kocasının üç karısı varmış. Bizimkini akşam geneleve getiriyor, sabah gelip alıyormuş. Bu kızlar arasından geneleve düşenlerin sayısı az değil. Gariptir bazıları Kıbrıs’ a dönmeyi başardı ama kimse sahip çıkmadığı için genelevlerde çalıştılar, ömürleri orada geçti.”
AMAN NE OLUYORUZ?
Filistin’ e götürülen kızların kötü durumda olduğunu duyanlardan biri de İngiliz ordusuyla birlikte Filistin’ e giden tercüman Mustafa Bitirim’ dir. Bitirim Kıbrıs’ a döndükten sonra, 1943 yılında, “Biz, Kızlarımız ve Araplar… Aman Ne Oluyoruz” adlı 16 sayfalık bir broşür yayınlar.
Bitirim kendisine durumu anlatan asker mektuplarını da yayınlar. Bu askerlerin arasında Kıbrıs Rumlar da vardır. Ama durum Filistin’ in işgaline dek değişmez. O yıllarda İsraillilerin saldırılarından kaçan Filistinlilerin çoğu Ürdün’ e ve çevredeki ülkelere sığınır. Kıbrıslı kızların karşısına bir de sürgün hayatı çıkar. Nice Filistinli gibi onlar da kamplarda yaşamaya başlarlar. Bazıları zaman zaman Kıbrıs’ a gelmeyi ve aileleriyle bağlantı kurmayı başarsa da zamanla tüm ilişkiler kopar.
ÜRDÜN ZİYARETİ
Neriman Cahit günün birinde Ürdün’ de yaşayan Kıbrıslı Emel Muhareb’ le tanışır ve hemen Ürdün’ e, artık neredeyse 90’ lı yaşlarının sonlarına gelen Kıbrıslı kızlarla tanışmaya gider. Neriman Hanım ziyaretini şöyle anlatır: “İsrail zulmünden kaçıp Ürdün’ e sığınan aileleri bulduk. Kıbrıslı kızlara, çocuklarına, torunlarına ulaştık. Gördüklerime, duyduklarıma inanamadım! Her şey çok acıydı… Filistinliler kamplarda, inanılmaz bir yoksulluk var. Ben o kadınların yüzlerindeki derin ifadeyi, her hallerine sinmiş hüznü, küskünlüğü gözlerimle gördüm. İçimde hissettim. Benim onları, o acıyı unutmam mümkün değil. Ben gittim, gördüm ve öldüm…”
LEFKELİ HATİCE TEVFİK
Hatice Tevfik, Neriman Cahit ile tanıştığında altı oğlu bir de kızı 97 yaşında bir kadındır. Ürdün’ de El Vahdet Kampı’ nda yaşamaktadır. Satılmadan önceevin en küçüğüdür. Filistin’ e gönderileceğini öğrenince bir resim çizer. Resimde evdeki dört kardeşi çizer ve kendisini temsil eden figürün üzerini karalar. Çocuk gözüyle, “Niye diğerleri değil de ben?” diye sormaktadır.
Hatice Tevfik küçük evinin kapısından tam dokuz yıldır hiç çıkmamış. Çünkü dünyaya küskün. Türkçe bilmediğini söylüyor. Ama çevirmen aracılığı ile soruyor; “Bunca yıl neredeydiniz?” Neriman Cahit onu ikinci kez ziyarete gittiğinde Hatice Tevfik’ in kızı gizlice şu bilgiyi aktarıyor: “Bütün gece uyumadı eski sandıkları karıştırdı!” Sandıktan yıllar önce giydiği mor bir elbise, mor bir başörtüsü ile Kıbrıs nakışlarıyla dolu bir bohça çıkarıyor. Neriman Hanım, yaşlı kadının acıyla, özlemle, ördüğü duvarı yıkamayacağını düşünüyor. Ama son bir gayret; ekip arkadaşı Eralp Adanır’ a; “Bir Kıbrıs türküsü söylesene” demeyi akıl ediyor. Sıra “Çanakkale içinde vurdular beni” türküsüne gelince bir feryat kaplıyor ortalığı; yaşlı kadın; “Beni vurdularrr, beni vurdular! Ölmeden beni mezara goydular… Unuttunuz beniii” diye feryat ediyor.
NECLA ÖMER
Neriman Cahit sayesinde ortaya çıkan öykülerden birisi, güzelliği ile dillere destan Necla Ömer’ in yaşam öyküsü. Necla Baf’ ın Evretu köyünden. Yoksulluk içinde babası ile yaşıyor. Bir gün ünlü simsar Halil ile bir Arap damat adayı çıkagelir. Baba direnir, kızını vermez. Ama yoksulluk ağır basar. Necla, aynı köyden Mustafa’ ya âşık olduğu halde babasına karşı gelmez. Kendisini Kıbrıs’ ta doktor olarak tanıtan Necla’ nın kocası kavun- karpuz satan bir manav çıkar. Üstelik Necla’ ya akıl almaz derecede kötü davranır. Bir yandan şiddet, bir yandan aile, memleket özlemi Necla’ yı bitirir. Beterin beteri olur ve geneleve düşer. Bu arada İngilizlerle birlikte İkinci Dünya Savaşı’ na katılanlardan biri olan Mustafa deli gibi Necla’ yı arar. Necla’ yı genelevde Mustafa’ nın çok yakın arkadaşı bulur. Ama Mustafa’ ya hiçbir şey söylemez, çünkü Necla’ ya söz vermiştir. Yıllar sonra Necla, Lefkoşa’ nın ünlü genelev mahallesi Kuru Çeşme’ de görülür, yaşlanmıştır. Mustafa da Lefkoşa’ dadır, Ama bir daha karşılaşmazlar.
VEDİA MUSTAFA
Vedia Mustafa’ nın öyküsünü torunu Dr. Ahmed Ali Hamiş şöyle anlatıyor: “Dedem, evlenmek için Kıbrıs’ a gitmiş. Simsar aracılığıyla bir miktar para vererek ninem Vedia ile evlenmiş. Ninemin ailesi fakir bir aile.” Beş erkek, iki de kız kardeşi olan Vedia kocasıyla birlikte Filistin’ e gider ve Abu Şusu köyünde yaşamaya başlar. Dr. Ahmed Ali Hamiş nenesini hep hüzünlü hatırlıyor: “Ninemi çok severdim. Çünkü hep üzgündü ve hep ağlardı, çok mutsuzdu. Ben de yanına gider onunla ağlardım. Annem bana kızardı marazi bir çocuk olacaksın diye…” Ahmed Bey, çocuk yaştan itibaren ninesinin vatanını ve ailesini özlediği için mutsuz olduğunu bildiğini söylüyor: “Ninemin mutsuzluğun azaltmak için onun ailesini bulmaya onları buluşturmaya karar verdim. Tabii bu o kadar kolay olmadı…” A
Bir ögretmen tarihimizin en utanç verici gerceklerinden birini yazmış
4000 Türk kızı yoksulluktan kadın simsarları tarafından Filistinlilere satılıyor sonrası..sonrası tarihimizin en büyük utancı
1974'te adaya giren Türk ordusü Türkiye Cumhuriyeti Devleti ne yaptı diyenler iyice okusun
''ARAPLARA SATILAN KIBRISLI
TÜRK KIZLARI''
Kıbrıs 1974’ den bugüne ikiye bölünmüş bir ada. Kim ne derse desin, Kıbrıs kapanmayan yaralarla dolu. Kapanmayan yaralar bir yana, Kıbrıs’ ın bir de az bilinen eski yaraları var. Bunlardan biri, Araplara satılan Kıbrıslı Türk kızları.
Kıbrıs tarihinin bu az bilinen sayfalarına ışık tutanların başında emekli edebiyat öğretmeni ve yazar Neriman Cahit geliyor. Neriman Cahit hiç bilmedikleri diyarlara, hem de satılarak gönderilen kızların öykülerini topladı ve “Araplara Satılan Kızlarımız” adlı bir kitapta yayımladı. Bu öyküler ayrımcılığın, yoksulluğun ve acımasızlığın öyküleri; nice çocuk gelinin öyküsü gibi.
FİLİSTİNLİLERE SATILAN KIZLAR
1920 ile 1950 yılları arasında, Kıbrıs bir İngiliz sömürgesiyken, yaklaşık 4 bin Türk kızı Filistinli Araplara anne babaları tarafından satıldı. Bu kızların çok azı geri dönebildiler. Geri dönemeyenlerin çoğu evlerinin, köylerinin, memleketlerinin özlemi ile yaşadılar ve kaderlerine küstüler.
MÜTHİŞ BİR SUSKUNLUK
Neriman Cahit kitaba varan süreci şöyle anlatıyor: “Ben yıllardır bu kızları merak ediyordum. Öğretmenlik yaptığım köylerde, çalıştığım kadın örgütlerinde hep izlerini sürmeye çalıştım. Fakat müthiş bir suskunluk vardı. Bu kızlar, 11-12 yaşında henüz sek sek oynarken aileleri tarafından para karşılığı taliplileri hiç araştırılmadan, neyin nesi oldukları bilinmeden Araplarla evlendiriliyordu. Dr. Haşmet Gürkan’ ın araştırmacı yönü çok güçlüdür. Bir yazısında bu kızlardan bahsediyordu. Hep ona sorular sorardım. Bir gün bana: Sen bu işin peşini bırakmayacaksın. Ama lütfen meselenin adını doğru koy; ‘Biz bu kızları sattık’ dedi.”
TARİHLE YÜZLEŞMEK
Neriman Cahit tarihle yüzleşmek gerektiğine inanıyordu: “Ben bir ilkokul öğretmeniyim. Bu kızları yazmak benim topluma olan borcumdu. Bu konuyu konuşmalıydık. Bu kızlar çok büyük acılar çekmişler ve hâlâ çekiyorlar. Ve Kıbrıslılar onları unutmayı tercih etmiş. Haklarını korumamış. Mesela onların da miras hakkı var. Ama bunu kimse gözetmemiş. O dönemde Kıbrıs İngiliz sömürgesiydi. Köylü çok fakirdi, kuraklık vardı. Ve tefeciler köylünün kanını emiyordu. Kadınlar için bir eğitim söz konusu değildi. Şehirli üst tabakadan ailelerin kızları Kur’an bilirdi. O kadar.”
SATIŞ VE TİCARET
Yoksulluktan kurtulmak, belki de kızlarının yoksulluktan kurtulması umuduyla kimi köylüler çocuklarının para karşılığı ellerinden alınmasına ve evlenmek üzere Filistin’ e götürülmesine izin verirler. Baf, Limasol, Larnaka gibi kıyı bölgelerinden, 10-15 yaşındaki kızlar vapurlarla bir bilinmeze doğru yola çıkar.
Köylü kızların satılması bir süre sonra Araplara kız bulmak için acente gibi çalışan simsarların ortaya çıkmasına da yol açmış. Bu kişiler ev ev dolaşarak çoğunlukla sarışın, renkli gözlü kızları bulmaya çalışırlar; satılan kızlar için hem anne babalardan, hem de kızları satın alanlardan komisyon alırlarmış.
Simsarların ille de erkek olduğu sanılmamalı. Gündüzleri kadınlara geceleri de erkeklere hizmet veren Tantin Hamamı’ nı işleten Pembe ve kızı Fatma kadın simsarlara bir örnek.
Damat adayları anne babalara çoğu zaman bir doktor, bir mühendis olarak tanıtılsa da, damatların sözleri çoğu zaman doğru çıkmaz. Satılan kızların çoğu gittikleri yerde büyük bir yoksulluk ile karşılaşırlar. Kimisi kuma durumuna düşer.
KARA HABERLER
Neriman Cahit kızların haberlerinin Kıbrıs’ a gelişini şöyle anlatır: “50’ lere doğru Türk toplumu bu kızlarla ilgili birçok şey öğrendi. Filistin bölgesindeki savaşlara İngilizler Türk askerlerini de götürdüler. Askerler boş zaman bulunca genelevlere giderler. Geneleve giden Rum ve Türk askerleri orada Kıbrıslı bir kıza rastlıyorlar. Kız ağlamaya başlıyor. Nereli ve kim olduğu anlaşılıyor. İnanır mısınız, oradaki askerlerden birinin kardeşi çıkıyor. Meğer kocasının üç karısı varmış. Bizimkini akşam geneleve getiriyor, sabah gelip alıyormuş. Bu kızlar arasından geneleve düşenlerin sayısı az değil. Gariptir bazıları Kıbrıs’ a dönmeyi başardı ama kimse sahip çıkmadığı için genelevlerde çalıştılar, ömürleri orada geçti.”
AMAN NE OLUYORUZ?
Filistin’ e götürülen kızların kötü durumda olduğunu duyanlardan biri de İngiliz ordusuyla birlikte Filistin’ e giden tercüman Mustafa Bitirim’ dir. Bitirim Kıbrıs’ a döndükten sonra, 1943 yılında, “Biz, Kızlarımız ve Araplar… Aman Ne Oluyoruz” adlı 16 sayfalık bir broşür yayınlar.
Bitirim kendisine durumu anlatan asker mektuplarını da yayınlar. Bu askerlerin arasında Kıbrıs Rumlar da vardır. Ama durum Filistin’ in işgaline dek değişmez. O yıllarda İsraillilerin saldırılarından kaçan Filistinlilerin çoğu Ürdün’ e ve çevredeki ülkelere sığınır. Kıbrıslı kızların karşısına bir de sürgün hayatı çıkar. Nice Filistinli gibi onlar da kamplarda yaşamaya başlarlar. Bazıları zaman zaman Kıbrıs’ a gelmeyi ve aileleriyle bağlantı kurmayı başarsa da zamanla tüm ilişkiler kopar.
ÜRDÜN ZİYARETİ
Neriman Cahit günün birinde Ürdün’ de yaşayan Kıbrıslı Emel Muhareb’ le tanışır ve hemen Ürdün’ e, artık neredeyse 90’ lı yaşlarının sonlarına gelen Kıbrıslı kızlarla tanışmaya gider. Neriman Hanım ziyaretini şöyle anlatır: “İsrail zulmünden kaçıp Ürdün’ e sığınan aileleri bulduk. Kıbrıslı kızlara, çocuklarına, torunlarına ulaştık. Gördüklerime, duyduklarıma inanamadım! Her şey çok acıydı… Filistinliler kamplarda, inanılmaz bir yoksulluk var. Ben o kadınların yüzlerindeki derin ifadeyi, her hallerine sinmiş hüznü, küskünlüğü gözlerimle gördüm. İçimde hissettim. Benim onları, o acıyı unutmam mümkün değil. Ben gittim, gördüm ve öldüm…”
LEFKELİ HATİCE TEVFİK
Hatice Tevfik, Neriman Cahit ile tanıştığında altı oğlu bir de kızı 97 yaşında bir kadındır. Ürdün’ de El Vahdet Kampı’ nda yaşamaktadır. Satılmadan önceevin en küçüğüdür. Filistin’ e gönderileceğini öğrenince bir resim çizer. Resimde evdeki dört kardeşi çizer ve kendisini temsil eden figürün üzerini karalar. Çocuk gözüyle, “Niye diğerleri değil de ben?” diye sormaktadır.
Hatice Tevfik küçük evinin kapısından tam dokuz yıldır hiç çıkmamış. Çünkü dünyaya küskün. Türkçe bilmediğini söylüyor. Ama çevirmen aracılığı ile soruyor; “Bunca yıl neredeydiniz?” Neriman Cahit onu ikinci kez ziyarete gittiğinde Hatice Tevfik’ in kızı gizlice şu bilgiyi aktarıyor: “Bütün gece uyumadı eski sandıkları karıştırdı!” Sandıktan yıllar önce giydiği mor bir elbise, mor bir başörtüsü ile Kıbrıs nakışlarıyla dolu bir bohça çıkarıyor. Neriman Hanım, yaşlı kadının acıyla, özlemle, ördüğü duvarı yıkamayacağını düşünüyor. Ama son bir gayret; ekip arkadaşı Eralp Adanır’ a; “Bir Kıbrıs türküsü söylesene” demeyi akıl ediyor. Sıra “Çanakkale içinde vurdular beni” türküsüne gelince bir feryat kaplıyor ortalığı; yaşlı kadın; “Beni vurdularrr, beni vurdular! Ölmeden beni mezara goydular… Unuttunuz beniii” diye feryat ediyor.
NECLA ÖMER
Neriman Cahit sayesinde ortaya çıkan öykülerden birisi, güzelliği ile dillere destan Necla Ömer’ in yaşam öyküsü. Necla Baf’ ın Evretu köyünden. Yoksulluk içinde babası ile yaşıyor. Bir gün ünlü simsar Halil ile bir Arap damat adayı çıkagelir. Baba direnir, kızını vermez. Ama yoksulluk ağır basar. Necla, aynı köyden Mustafa’ ya âşık olduğu halde babasına karşı gelmez. Kendisini Kıbrıs’ ta doktor olarak tanıtan Necla’ nın kocası kavun- karpuz satan bir manav çıkar. Üstelik Necla’ ya akıl almaz derecede kötü davranır. Bir yandan şiddet, bir yandan aile, memleket özlemi Necla’ yı bitirir. Beterin beteri olur ve geneleve düşer. Bu arada İngilizlerle birlikte İkinci Dünya Savaşı’ na katılanlardan biri olan Mustafa deli gibi Necla’ yı arar. Necla’ yı genelevde Mustafa’ nın çok yakın arkadaşı bulur. Ama Mustafa’ ya hiçbir şey söylemez, çünkü Necla’ ya söz vermiştir. Yıllar sonra Necla, Lefkoşa’ nın ünlü genelev mahallesi Kuru Çeşme’ de görülür, yaşlanmıştır. Mustafa da Lefkoşa’ dadır, Ama bir daha karşılaşmazlar.
VEDİA MUSTAFA
Vedia Mustafa’ nın öyküsünü torunu Dr. Ahmed Ali Hamiş şöyle anlatıyor: “Dedem, evlenmek için Kıbrıs’ a gitmiş. Simsar aracılığıyla bir miktar para vererek ninem Vedia ile evlenmiş. Ninemin ailesi fakir bir aile.” Beş erkek, iki de kız kardeşi olan Vedia kocasıyla birlikte Filistin’ e gider ve Abu Şusu köyünde yaşamaya başlar. Dr. Ahmed Ali Hamiş nenesini hep hüzünlü hatırlıyor: “Ninemi çok severdim. Çünkü hep üzgündü ve hep ağlardı, çok mutsuzdu. Ben de yanına gider onunla ağlardım. Annem bana kızardı marazi bir çocuk olacaksın diye…” Ahmed Bey, çocuk yaştan itibaren ninesinin vatanını ve ailesini özlediği için mutsuz olduğunu bildiğini söylüyor: “Ninemin mutsuzluğun azaltmak için onun ailesini bulmaya onları buluşturmaya karar verdim. Tabii bu o kadar kolay olmadı…” A
13 gün önce
Gerekirse 50 bin şehit verir, 50 gram toprak vermeyiz" diyen bir yiğitti.
Kuzey Irak dağlarında hain teröristlere kan kusturdu. Başarılı operasyonları ve üstün cesareti nedeniyle 2,5 yılda 58 takdirname aldı. Sadece yiğitliğiyle değil, merhametiyle de nesillere örnek olacak.
+ 27 yaşındaydı. Herkese nasip olmayacak sayısız kahramanlığı ve başarıyı sığdırdı kısacık ömrüne...
Şehadetinden kısa bir süre önce izne ayrılmıştı. Annesi, döneceği zaman "Oğlum gitme, içimde bir acı var" dedi. Annesinin elini tuttu, kalbinin üstüne koydu,
"Gerekirse 50 bin şehit verir, 50 gram toprak vermeyiz. Gideceğim anne." dedi.
Sürekli operasyonda olduğu için maaşı dışında ayrıca görev parası da alıyordu. Bu parayla çocuk okutuyor, yardıma muhtaçlara yardım ediyor, şehit ve gazi arkadaşlarının ailelerine yardım ediyor,
ailesine de o bakıyordu. En son izne gittiğinde ayakkabısı ve elbiseleri eskimişti. Annesi kızdı ona. "Oğlum kendine bir parça eşya almazsan sana hakkımı helal etmem" dedi. Annesinin helalliğini alabilmek için gitmiş kendine 300 liraya ayakkabı, pantolon, gömlek almış.
Tugay'a gidince üzerindeki yeni elbise ve ayakkabıyı gören Komutanı şaşırmış ve "Hayırdır bir yerde gömü falan mı buldun oğlum?" diye takılmış ona. Zekeriya, "Komutanım ben anamdan helalliği 300 liraya satın aldım, kendimi kurtardım, varın gidin siz düşünün." demiş
Yere düştü. Gözleri açıktı. Gökyüzüne baktı, yüzünde bir tebessüm oluştu. Son nefesini vermeden Kelime-i şehadet getirdi ve ruhunu teslim teslim etti.
Cenazesine onbinler katıldı. Şehidin ağabeyi Kamuran, tabutun başında ağlayan babası Hamza'ya, "Sen artık şehit babasısın,
ağlama, hainleri sevindirme" dedi. Aile fertlerine de "Tabutun başında ağlayacak olan varsa gitsin" dedi.
Ve onbinlerin tekbir sesleriyle cennete uğurlandı...
Vatanın isimsiz sahibi, Anadolu'nun yiğit evladı P.Uzm.Çvş. Zekeriya Zencirli'yi rahmetle ve minnetle anıyorum...
Kuzey Irak dağlarında hain teröristlere kan kusturdu. Başarılı operasyonları ve üstün cesareti nedeniyle 2,5 yılda 58 takdirname aldı. Sadece yiğitliğiyle değil, merhametiyle de nesillere örnek olacak.
+ 27 yaşındaydı. Herkese nasip olmayacak sayısız kahramanlığı ve başarıyı sığdırdı kısacık ömrüne...
Şehadetinden kısa bir süre önce izne ayrılmıştı. Annesi, döneceği zaman "Oğlum gitme, içimde bir acı var" dedi. Annesinin elini tuttu, kalbinin üstüne koydu,
"Gerekirse 50 bin şehit verir, 50 gram toprak vermeyiz. Gideceğim anne." dedi.
Sürekli operasyonda olduğu için maaşı dışında ayrıca görev parası da alıyordu. Bu parayla çocuk okutuyor, yardıma muhtaçlara yardım ediyor, şehit ve gazi arkadaşlarının ailelerine yardım ediyor,
ailesine de o bakıyordu. En son izne gittiğinde ayakkabısı ve elbiseleri eskimişti. Annesi kızdı ona. "Oğlum kendine bir parça eşya almazsan sana hakkımı helal etmem" dedi. Annesinin helalliğini alabilmek için gitmiş kendine 300 liraya ayakkabı, pantolon, gömlek almış.
Tugay'a gidince üzerindeki yeni elbise ve ayakkabıyı gören Komutanı şaşırmış ve "Hayırdır bir yerde gömü falan mı buldun oğlum?" diye takılmış ona. Zekeriya, "Komutanım ben anamdan helalliği 300 liraya satın aldım, kendimi kurtardım, varın gidin siz düşünün." demiş
Yere düştü. Gözleri açıktı. Gökyüzüne baktı, yüzünde bir tebessüm oluştu. Son nefesini vermeden Kelime-i şehadet getirdi ve ruhunu teslim teslim etti.
Cenazesine onbinler katıldı. Şehidin ağabeyi Kamuran, tabutun başında ağlayan babası Hamza'ya, "Sen artık şehit babasısın,
ağlama, hainleri sevindirme" dedi. Aile fertlerine de "Tabutun başında ağlayacak olan varsa gitsin" dedi.
Ve onbinlerin tekbir sesleriyle cennete uğurlandı...
Vatanın isimsiz sahibi, Anadolu'nun yiğit evladı P.Uzm.Çvş. Zekeriya Zencirli'yi rahmetle ve minnetle anıyorum...
13 gün önce
Türkmenlere göre Türkmen adınının ortaya çıkış efsanesi ve Kaşgarlı Mahmut'un Şu Destanı
Türkmen efsanesine göre Büyük İskender Orta Asya'ya akın edince, kara yağız bir ata binmiş yiğit ile kılıç kılıca tek başına çarpışmıştır. Bütün gün süren çarpışma sonrası iki yiğit de yorgun düşer. İskender, yiğide kim olduğunu, hangi ulusa dahil olduğunu sorar. Soluk soluğa kalmış yiğit, "Men Türkem" demek yerine "Türk menem" diye yanıt vermiştir. Yiğidi ordusuna alan İskender onu Marı denilen bölgeye götürmüş ve orada uzun boylu, güçlü ve yağız/esmer bir kızla evlendirmiş ve efsaneye göre Türkmenler oradan yayılmıştır.
Efsanede adı geçen Marı ile ilgili ne yazık ki bilgi verilmemiş. Çağdaş Türkmenistan'da böyle bir bölge var mı bilmiyorum. İran'da Mari adını taşıyan dört kasaba bulunmakta ama onlar genelde çağdaş yerleşim yerleri. Kadim tarihte Mari adını taşıyan bir Kent-Devleti çağdaş Doğu Suriye bölgesinde bulunmuş ve Büyük İskender döneminden sonra yok olmuştur. Şimdi gelelim Şu Destanı'na.
Kaşgarlı Mahmut'un Divanu Lügat'it-Türk adlı eserinde geçen destana göre Büyük İskender İran'ı kaptıktan sonra Türkistan'a akın etmiştir. Adı "Şu" olan hakan, Büyük İskender'in geldiğini duyunca ona karşı üstün gelemeyeceğini anlayıp, ulusu ile birlikte doğuya çekilmiştir. Türklerden sadece 24 kişi ve ya 24 aile geride kalmıştır. Zamanında kaçamayan bu 24 kişi / aile, İskender'in onlarla uğraşmayacağını, çekip gideceğini ummuşlardır. Türkleri savaş meydanında bekleyen İskender sadece 24 kişi/aile ile karşılaşınca bunların Türk değil, "Türkmanend" (Türk gibi olanlar, Türke benzeyenler) olduklarını söylemiştir ve Türkmen adı böyle ortaya çıkmıştır.
Türkmenistan İlimler Akademisi Mahtumkulu Adındaki Dil, Edebiyat ve Milli El Yazmaları Enstitüsü Elyazmaları Hazinesi. Dosya Nu: 904(f), Derleme tarihi: 01.07.1958
Uygur kökenli Prof. Dr. Alimcan İnayet, Türkmen kökenli Dr. Didar Annaberdiyev, 300 Türkmen Efsanesi, Ötüken Neşriyat A.Ş, İstanbul 2019, s. 99
Türkmen efsanesine göre Büyük İskender Orta Asya'ya akın edince, kara yağız bir ata binmiş yiğit ile kılıç kılıca tek başına çarpışmıştır. Bütün gün süren çarpışma sonrası iki yiğit de yorgun düşer. İskender, yiğide kim olduğunu, hangi ulusa dahil olduğunu sorar. Soluk soluğa kalmış yiğit, "Men Türkem" demek yerine "Türk menem" diye yanıt vermiştir. Yiğidi ordusuna alan İskender onu Marı denilen bölgeye götürmüş ve orada uzun boylu, güçlü ve yağız/esmer bir kızla evlendirmiş ve efsaneye göre Türkmenler oradan yayılmıştır.
Efsanede adı geçen Marı ile ilgili ne yazık ki bilgi verilmemiş. Çağdaş Türkmenistan'da böyle bir bölge var mı bilmiyorum. İran'da Mari adını taşıyan dört kasaba bulunmakta ama onlar genelde çağdaş yerleşim yerleri. Kadim tarihte Mari adını taşıyan bir Kent-Devleti çağdaş Doğu Suriye bölgesinde bulunmuş ve Büyük İskender döneminden sonra yok olmuştur. Şimdi gelelim Şu Destanı'na.
Kaşgarlı Mahmut'un Divanu Lügat'it-Türk adlı eserinde geçen destana göre Büyük İskender İran'ı kaptıktan sonra Türkistan'a akın etmiştir. Adı "Şu" olan hakan, Büyük İskender'in geldiğini duyunca ona karşı üstün gelemeyeceğini anlayıp, ulusu ile birlikte doğuya çekilmiştir. Türklerden sadece 24 kişi ve ya 24 aile geride kalmıştır. Zamanında kaçamayan bu 24 kişi / aile, İskender'in onlarla uğraşmayacağını, çekip gideceğini ummuşlardır. Türkleri savaş meydanında bekleyen İskender sadece 24 kişi/aile ile karşılaşınca bunların Türk değil, "Türkmanend" (Türk gibi olanlar, Türke benzeyenler) olduklarını söylemiştir ve Türkmen adı böyle ortaya çıkmıştır.
Türkmenistan İlimler Akademisi Mahtumkulu Adındaki Dil, Edebiyat ve Milli El Yazmaları Enstitüsü Elyazmaları Hazinesi. Dosya Nu: 904(f), Derleme tarihi: 01.07.1958
Uygur kökenli Prof. Dr. Alimcan İnayet, Türkmen kökenli Dr. Didar Annaberdiyev, 300 Türkmen Efsanesi, Ötüken Neşriyat A.Ş, İstanbul 2019, s. 99
13 gün önce
🏵️HİNDİSTÂN'DA GEÇMİŞ TÜRK-İSLAM DEVLETLERİ
(Prof. Dr. Ramazan Ayvallı
ramazan.ayvalli@tg.com.tr-29 Nisan 2025)
✅TÜRK-İSLAM DEVLETLERİ
▶️1- Âdilşâhlar (Bicapur Devleti)
Hindistân’da Bicapur Devleti hükümdârlık âilesidir. Hânedânın ve devletin kurucusu olan Yûsuf Âdil, Behmenîlerin hâssa askerlerinden idi. ☑️İkinci Muhammed Şâhın takdîrini kazanarak yükseldi. Muhammed Şâhın vefâtından sonra, taht kavgalarından faydalanarak Bicapur’un idâresini eline geçirdi. Âilesiyle Bicapur’a gidip, 1490 (H. 896) senesinde Şâh unvânını aldı ve bağımsızlığını ilân etti...
☑️1504 senesinde Yûsuf Âdilşâh, Şîîliği, devletinin siyâsetine esâs olarak kabûl edince, ülkede ayaklanmalar başgösterdi. 1516 senesinde vefât edince, yerine onüç yaşındaki oğlu İsmâîl Âdilşâh geçti. Fakat vefâtından önce Kemâl Hânı oğluna vasî tâyin ettiği için, bir süre devleti Kemâl Hân idâre etti.
☑️Kemâl Hân, Cuma hutbesini dört hak mezhepten biri olan Hanefi mezhebine uygun olarak okuttu. Ehl-i Sünnet itikâdına uymayı devletin resmî siyâseti olarak kabûl etti...
☑️1579’da Ali Âdilşâh’ın yerine hükümdâr olan İkinci İbrâhîm Âdilşâh’ın dönemi, Bicapur Devleti'nin en parlak yılları oldu. İbrâhîm Şâh, Hindistân'ın en büyük İslâm Devleti olan Gürgâniye Hânedânlığı ile iyi münâsebetler kurdu... Hindistân’ın Dekken bölgesinde Bicapur’a iki yüz yıla yakın hâkim olan Âdilşâhlar, bölgede Türk hâkimiyetini kurdular.
▶️2- Bâbür İmparatorluğu
Hindistân’da kurulan Türk-İslâm devletlerinin en büyüklerindendir. Timur’un beşinci torunu Bâbür tarafından 1526’da kurulmuştur.
☑️1483’te Fergana’da dünyâya gelen Bâbür, 1494’te babası Ömer Şeyh Mirzâ’nın ölümü üzerine Fergana hükümdârı oldu. 1504’te Kâbil’i, daha sonra Kandehâr’ı alarak orada yerleşti.
☑️1508 Eylül’ünde ilk defa Hindistân’a akın yaptı. Üç ay süren bu akında, ülkeyi tanıdı ve pekçok ganîmet elde etti. Kasım 1519’da Hayber’i geçerek Hindistân’a girdi. Peşâver yakınlarına geldi. Beş defa Pencap’a sefer yaptı.
Bu seferler neticesinde, Kuzey Hindistân’ı fethetti.
☑️Kasım 1525’te Hindistân’ı fethetmek üzere Kâbil’den hareket etti. 21 Mayıs 1526’da Pânipat Meydân Muhârebesinde İbrâhîm Lûdî’nin büyük ordusunu yok etti. Böylece Hindistân Türk İmparatorluğu tâcı, Bâbür’e geçmiş oldu. Aralık 1526’da dünyânın en büyük şehirleri arasında olan Delhi, Agra ve Hanpur fethedildi. Bâbür şâh, Agra’yı başkent yaptı.
▶️3- Behmenîler
Hindistân’ın Dekken bölgesinde kurulan Müslümân-Türk Hânedânlığıdır.
☑️Tuğluk-Türk sultânlarından Muhammed bin Tuğluk zamanında çıkan iç karışıklıklarda, Alâeddin Hasan Behmen Şâh, Dekken bölgesinde bağımsızlığını ilân etti ve Gülberge şehrini pâyitaht yaptı. Elinde bulunan toprakları; dört vilâyete böldü. Bağımsızlığını ilân etmesine yardımcı olan beyleri bu vilâyetlere vâlî tâyin etti.
☑️Alâeddin Hasan’ın saltanatı, Hindulara karşı seferlerle geçti. Devleti, Mısır’daki Halîfe tarafından tanındı. 1358 senesinde Gucerat’a karşı yaptığı seferde hastalanıp vefât etti. Yerine oğlu Muhammed geçti. Muhammed Şâhın ilk işi, devlet ve ordu teşkilâtını kurmak oldu.
▶️4- Cavnpûr Şarkî Devleti:
Hindistân’ın Cavnpûr bölgesinde 1394 senesinde Melik Server adında bir bey tarafından kurulan bir devlettir.
☑️Tuğluk Sultânı Mahmûd, Delhî’nin doğusunda ayaklanan Hindûlara karşı Melik Server’i gönderdi. Bölgede sükûneti sağlayan Melik Server, "Sultanüş-Şark" ünvânıyla Cavnpûr’da bağımsızlığını ilân etti. Kısa zamanda topraklarını genişletti.
☑️Tîmûr Hânın Hindistân Seferi sırasında tarafsız kaldı. Fakat o sene vefât etti (1399). Yerine evlâtlığı Melik Karanfil geçti. Melik Karanfil, "Mübârek Şâh" ünvânını alarak kendi adına hutbe okuttu ve para bastırdı.
▶️5- Delhî Türk Sultânlığı:
Hindistân’daki Müslümân Gûrlu Devletinin komutanlarından Kutbeddîn Aybeg tarafından Delhi’de kurulan Türk devletidir. Bu devlete; Muizzîler, Halacîler, Tuğluklar ve Seyyidler olmak üzere dört Türk sülâlesi birbiri arkasından hâkim oldular.
☑️İslâmiyet, Aşağı İndüs vâdisine ilk olarak Emevîler devrinde girmişti. Sonraları, Hindistân içlerine Müslümân askerî kuvvetlerini ilk getiren Gazneli hükümdârlarıydı. Gazneliler, Pencab bölgesini ele geçirerek, burayı Hindistân’daki dâimî merkezleri yaptılar. Lahor merkez olmuştu.
☑️Gaznelilerin yerini alan Gûrlular için Pencab, Hindistân’ın fethi için önemli bir merkezdi. Gûrlu Hânedânından, 1173 senesinden sonra Gazne’de hükümdâr olan Şihâbüddîn (Muizzüddîn) Muhammed, Ganj Ovasında hâkimiyetini genişletti. Muînüddîn Çeştî hazretlerinden aldığı işâretle, Ecmir’i fethetti. Emrindeki Türk asıllı kumandânlarından Kutbeddîn Aybeg’i bütün Hindistân’ın fethiyle vazîfelendirdi.
☑️Hindistân’da İslâmiyetin yayılmasında önemli rol oynayan Muizzüddîn, 1206 senesinde ölünce, Lahor’a giden Kutbeddîn Aybeg, sultânlık teklîfini kabûl etti. Kuzey Hindistân’a hâkim olup, Delhi Türk Devletinin temelini attı.
▶️6- Fârûkîler (Handeş Devleti):
Hindistân’da Gucerât bölgesinin batısındaki Handeş ülkesinde 1399-1601 yılları arasında iki yüz yıl hüküm süren bir hânedândır.
☑️Devletin kurucuları, kendilerinin ikinci İslâm Halîfesi Hazret-i Ömerül-Fârûk’un torunları olduklarını söyledikleri için “Fârûkîler” denilmektedir.
☑️Hânedânın kurucusu Melik Râcî, önceleri Behmenîlerin hizmetinde bulunuyordu. Daha sonra Dehli Sultânı Üçüncü Fîrûz Şâhın hizmetine girdi ve onun tarafından kuzey Dekken’de Handeş bölgesine vâli tâyin edildi. Tuğlukîlerin çöküş yıllarında ise istiklâlini îlân etti.
☑️Melik Râcî’nin ölümü üzerine yerine geçen oğlu Nâsır Hân, Hinduların elinde bulunan Asirgarh şehrini zabtetti. Daha sonra buranın yakınında Burhânpur adı ile yeni bir şehir kurdu ve devlet merkezini de buraya taşıdı.
☑️1437’de Behmenîlerin istilâsına uğrayan Handeş Devleti, birinci Âdil Han ve Birinci Mübârek Han devirlerinde de, Gücerât Sultanlığının nüfûzu altına girdi. İkinci Âdil Hân (1457-1503) döneminde Fârûkîler, en parlak devirlerini yaşadılar.
📌 Derleyen: Sefer EREN
İŞTE BÖYLE. HER YERDE TÜRK İZLERİ VAR. BU İZLERE ULAŞMAK LAZIM. AMA BU GİDİŞATLA ZOR GİBİ. İNŞALLAH OLUR...
(Prof. Dr. Ramazan Ayvallı
ramazan.ayvalli@tg.com.tr-29 Nisan 2025)
✅TÜRK-İSLAM DEVLETLERİ
▶️1- Âdilşâhlar (Bicapur Devleti)
Hindistân’da Bicapur Devleti hükümdârlık âilesidir. Hânedânın ve devletin kurucusu olan Yûsuf Âdil, Behmenîlerin hâssa askerlerinden idi. ☑️İkinci Muhammed Şâhın takdîrini kazanarak yükseldi. Muhammed Şâhın vefâtından sonra, taht kavgalarından faydalanarak Bicapur’un idâresini eline geçirdi. Âilesiyle Bicapur’a gidip, 1490 (H. 896) senesinde Şâh unvânını aldı ve bağımsızlığını ilân etti...
☑️1504 senesinde Yûsuf Âdilşâh, Şîîliği, devletinin siyâsetine esâs olarak kabûl edince, ülkede ayaklanmalar başgösterdi. 1516 senesinde vefât edince, yerine onüç yaşındaki oğlu İsmâîl Âdilşâh geçti. Fakat vefâtından önce Kemâl Hânı oğluna vasî tâyin ettiği için, bir süre devleti Kemâl Hân idâre etti.
☑️Kemâl Hân, Cuma hutbesini dört hak mezhepten biri olan Hanefi mezhebine uygun olarak okuttu. Ehl-i Sünnet itikâdına uymayı devletin resmî siyâseti olarak kabûl etti...
☑️1579’da Ali Âdilşâh’ın yerine hükümdâr olan İkinci İbrâhîm Âdilşâh’ın dönemi, Bicapur Devleti'nin en parlak yılları oldu. İbrâhîm Şâh, Hindistân'ın en büyük İslâm Devleti olan Gürgâniye Hânedânlığı ile iyi münâsebetler kurdu... Hindistân’ın Dekken bölgesinde Bicapur’a iki yüz yıla yakın hâkim olan Âdilşâhlar, bölgede Türk hâkimiyetini kurdular.
▶️2- Bâbür İmparatorluğu
Hindistân’da kurulan Türk-İslâm devletlerinin en büyüklerindendir. Timur’un beşinci torunu Bâbür tarafından 1526’da kurulmuştur.
☑️1483’te Fergana’da dünyâya gelen Bâbür, 1494’te babası Ömer Şeyh Mirzâ’nın ölümü üzerine Fergana hükümdârı oldu. 1504’te Kâbil’i, daha sonra Kandehâr’ı alarak orada yerleşti.
☑️1508 Eylül’ünde ilk defa Hindistân’a akın yaptı. Üç ay süren bu akında, ülkeyi tanıdı ve pekçok ganîmet elde etti. Kasım 1519’da Hayber’i geçerek Hindistân’a girdi. Peşâver yakınlarına geldi. Beş defa Pencap’a sefer yaptı.
Bu seferler neticesinde, Kuzey Hindistân’ı fethetti.
☑️Kasım 1525’te Hindistân’ı fethetmek üzere Kâbil’den hareket etti. 21 Mayıs 1526’da Pânipat Meydân Muhârebesinde İbrâhîm Lûdî’nin büyük ordusunu yok etti. Böylece Hindistân Türk İmparatorluğu tâcı, Bâbür’e geçmiş oldu. Aralık 1526’da dünyânın en büyük şehirleri arasında olan Delhi, Agra ve Hanpur fethedildi. Bâbür şâh, Agra’yı başkent yaptı.
▶️3- Behmenîler
Hindistân’ın Dekken bölgesinde kurulan Müslümân-Türk Hânedânlığıdır.
☑️Tuğluk-Türk sultânlarından Muhammed bin Tuğluk zamanında çıkan iç karışıklıklarda, Alâeddin Hasan Behmen Şâh, Dekken bölgesinde bağımsızlığını ilân etti ve Gülberge şehrini pâyitaht yaptı. Elinde bulunan toprakları; dört vilâyete böldü. Bağımsızlığını ilân etmesine yardımcı olan beyleri bu vilâyetlere vâlî tâyin etti.
☑️Alâeddin Hasan’ın saltanatı, Hindulara karşı seferlerle geçti. Devleti, Mısır’daki Halîfe tarafından tanındı. 1358 senesinde Gucerat’a karşı yaptığı seferde hastalanıp vefât etti. Yerine oğlu Muhammed geçti. Muhammed Şâhın ilk işi, devlet ve ordu teşkilâtını kurmak oldu.
▶️4- Cavnpûr Şarkî Devleti:
Hindistân’ın Cavnpûr bölgesinde 1394 senesinde Melik Server adında bir bey tarafından kurulan bir devlettir.
☑️Tuğluk Sultânı Mahmûd, Delhî’nin doğusunda ayaklanan Hindûlara karşı Melik Server’i gönderdi. Bölgede sükûneti sağlayan Melik Server, "Sultanüş-Şark" ünvânıyla Cavnpûr’da bağımsızlığını ilân etti. Kısa zamanda topraklarını genişletti.
☑️Tîmûr Hânın Hindistân Seferi sırasında tarafsız kaldı. Fakat o sene vefât etti (1399). Yerine evlâtlığı Melik Karanfil geçti. Melik Karanfil, "Mübârek Şâh" ünvânını alarak kendi adına hutbe okuttu ve para bastırdı.
▶️5- Delhî Türk Sultânlığı:
Hindistân’daki Müslümân Gûrlu Devletinin komutanlarından Kutbeddîn Aybeg tarafından Delhi’de kurulan Türk devletidir. Bu devlete; Muizzîler, Halacîler, Tuğluklar ve Seyyidler olmak üzere dört Türk sülâlesi birbiri arkasından hâkim oldular.
☑️İslâmiyet, Aşağı İndüs vâdisine ilk olarak Emevîler devrinde girmişti. Sonraları, Hindistân içlerine Müslümân askerî kuvvetlerini ilk getiren Gazneli hükümdârlarıydı. Gazneliler, Pencab bölgesini ele geçirerek, burayı Hindistân’daki dâimî merkezleri yaptılar. Lahor merkez olmuştu.
☑️Gaznelilerin yerini alan Gûrlular için Pencab, Hindistân’ın fethi için önemli bir merkezdi. Gûrlu Hânedânından, 1173 senesinden sonra Gazne’de hükümdâr olan Şihâbüddîn (Muizzüddîn) Muhammed, Ganj Ovasında hâkimiyetini genişletti. Muînüddîn Çeştî hazretlerinden aldığı işâretle, Ecmir’i fethetti. Emrindeki Türk asıllı kumandânlarından Kutbeddîn Aybeg’i bütün Hindistân’ın fethiyle vazîfelendirdi.
☑️Hindistân’da İslâmiyetin yayılmasında önemli rol oynayan Muizzüddîn, 1206 senesinde ölünce, Lahor’a giden Kutbeddîn Aybeg, sultânlık teklîfini kabûl etti. Kuzey Hindistân’a hâkim olup, Delhi Türk Devletinin temelini attı.
▶️6- Fârûkîler (Handeş Devleti):
Hindistân’da Gucerât bölgesinin batısındaki Handeş ülkesinde 1399-1601 yılları arasında iki yüz yıl hüküm süren bir hânedândır.
☑️Devletin kurucuları, kendilerinin ikinci İslâm Halîfesi Hazret-i Ömerül-Fârûk’un torunları olduklarını söyledikleri için “Fârûkîler” denilmektedir.
☑️Hânedânın kurucusu Melik Râcî, önceleri Behmenîlerin hizmetinde bulunuyordu. Daha sonra Dehli Sultânı Üçüncü Fîrûz Şâhın hizmetine girdi ve onun tarafından kuzey Dekken’de Handeş bölgesine vâli tâyin edildi. Tuğlukîlerin çöküş yıllarında ise istiklâlini îlân etti.
☑️Melik Râcî’nin ölümü üzerine yerine geçen oğlu Nâsır Hân, Hinduların elinde bulunan Asirgarh şehrini zabtetti. Daha sonra buranın yakınında Burhânpur adı ile yeni bir şehir kurdu ve devlet merkezini de buraya taşıdı.
☑️1437’de Behmenîlerin istilâsına uğrayan Handeş Devleti, birinci Âdil Han ve Birinci Mübârek Han devirlerinde de, Gücerât Sultanlığının nüfûzu altına girdi. İkinci Âdil Hân (1457-1503) döneminde Fârûkîler, en parlak devirlerini yaşadılar.
📌 Derleyen: Sefer EREN
İŞTE BÖYLE. HER YERDE TÜRK İZLERİ VAR. BU İZLERE ULAŞMAK LAZIM. AMA BU GİDİŞATLA ZOR GİBİ. İNŞALLAH OLUR...
15 gün önce
Moritanya'da Nouadhibou-Zouerat demir cevheri treni, 200'den fazla vagonu ve 2,5 kilometre uzunluğuyla dünyanın en uzun ve en ağır trenlerinden biri. Çöl sakinleri açık vagonlarda ücretsiz seyahat ediyor ve kendilerini cevher tozundan korumak için üzerlerine battaniyeler örtüyorlar.
♦ Dünyanın en muhteşem tren yolculuklarından biri Moritanya'da, Sahra Çölü'nü geçen bir hat üzerinde gerçekleşiyor. Bu, gezegenimizin en uzun ve en ağır trenlerinden biri olarak kabul edilen, Nouadhibou ve Zouerate şehirleri arasında çalışan demir cevheri trenidir.
♦ Bu endüstriyel dev, ülkenin kuzeyindeki Zouerate madenlerinden çıkarılan demir cevheriyle yüklü 200'den fazla devasa vagondan oluşmakta ve 2,5 kilometreden fazla etkileyici bir uzunluğa ulaşabilmektedir. Tam yüklendiğinde ağırlığı 84 bin tonu bulan tren, kurak ve izole bir bölgenin ortasında gerçek bir mühendislik harikası haline geliyor.
♦ Tren, yaklaşık 20 saat süren bir çöl yolculuğuna çıkarken, bu yolculuk sırasında aşırı sıcaklar, sert rüzgarlar ve her yere nüfuz eden ince kumlarla karşılaşır. Ancak ülke ekonomisi için hayati bir atardamar konumunda olup, kuzeydeki madenlerden çıkan hammaddeleri, uluslararası pazarlara ihraç edildiği Atlantik kıyısındaki Nouadhibou limanına taşıyor.
♦ Ancak trenin endüstriyel boyutunun ötesinde, son derece insani ve etkileyici bir yanı da var. Güzergahı boyunca düzinelerce, bazen yüzlerce yerel sakin, özellikle de göçebeler ve yoksul topluluklardan insanlar, açık vagonlara ücretsiz biniyor ve cevher dağları boyunca hayal bile edemeyeceğimiz koşullarda seyahat ediyor. Bu yöntemi sadece maceraperestlik duygusundan değil, çoğunlukla zorunluluktan seçiyorlar çünkü tren, çoğunlukla izole yerleşim yerleri arasında ulaşım için tek seçenek.
♦ Yolculuk son derece zordur. Hava boğucudur, demir tozları cilde ve giysilere yapışır ve barınak eksikliği yolcuları gündüzleri kavurucu güneşe, geceleri ise dondurucu soğuğa maruz bırakır. Kendilerini korumak için çoğu kişi yüzlerini, ağızlarını ve gözlerini örten kalın battaniyelere veya eşarplara sarınıyor ve nefes alabilecekleri çok küçük boşluklar bırakıyor.
♦ Tüm bu zorlu koşullara rağmen, dünyanın en tehlikeli ve görkemli demir yolu rotalarından biri olarak kabul edilen Nouadhibou-Zouérat tren yolculuğu adeta efsaneleşmiştir. Birçok yabancı fotoğrafçı, gazeteci ve maceracı, Moritanya'ya özellikle bu eşsiz deneyimi yaşamak için geliyor; yerli halkla birlikte vagonlara biniyor, kameraları koruyucu katmanların altına gizleniyor.
♦ Trenin yolcu vagonu veya ulaşım imkânı yoktur. Bilet yok, insanlar için resmi duraklar yok, duraklar seyrek ve öngörülemez. Her şey, yalnızca çölün ritmine göre yaşayan ve bu çelik canavarı bir can simidi olarak kullanmayı öğrenenlerin bildiği, yazılı olmayan bir düzen içinde işliyor.
♦ Moritanya halkı için tren, sadece bir ulaşım aracı değil; aynı zamanda hayatta kalmanın ve uyum sağlamanın da sembolüdür. Onlarca yıldır faaliyet gösteren bu yapı, yerel kültürün, ailelerin hikayelerinin ve bölgenin kimliğinin bir parçası haline geldi. Her yolculuk sabrın, cesaretin ve dayanışmanın kanıtıdır.
♦ Teknolojinin hızla ilerlediği ve seyahatin giderek daha kolay hale geldiği bir dünyada, Mağribi treni, hem gerçek anlamda hem de mecazi anlamda, ileriye doğru hareket etmek için verilen günlük mücadelenin yaşayan bir kalıntısı olmaya devam ediyor. Bu, sadece iki şehri değil, aynı zamanda Sahra'nın ebedi kumlarına mühürlenmiş derin insan hikayelerini de birleştiren demir bir çizgidir.
♦ Dünyanın en muhteşem tren yolculuklarından biri Moritanya'da, Sahra Çölü'nü geçen bir hat üzerinde gerçekleşiyor. Bu, gezegenimizin en uzun ve en ağır trenlerinden biri olarak kabul edilen, Nouadhibou ve Zouerate şehirleri arasında çalışan demir cevheri trenidir.
♦ Bu endüstriyel dev, ülkenin kuzeyindeki Zouerate madenlerinden çıkarılan demir cevheriyle yüklü 200'den fazla devasa vagondan oluşmakta ve 2,5 kilometreden fazla etkileyici bir uzunluğa ulaşabilmektedir. Tam yüklendiğinde ağırlığı 84 bin tonu bulan tren, kurak ve izole bir bölgenin ortasında gerçek bir mühendislik harikası haline geliyor.
♦ Tren, yaklaşık 20 saat süren bir çöl yolculuğuna çıkarken, bu yolculuk sırasında aşırı sıcaklar, sert rüzgarlar ve her yere nüfuz eden ince kumlarla karşılaşır. Ancak ülke ekonomisi için hayati bir atardamar konumunda olup, kuzeydeki madenlerden çıkan hammaddeleri, uluslararası pazarlara ihraç edildiği Atlantik kıyısındaki Nouadhibou limanına taşıyor.
♦ Ancak trenin endüstriyel boyutunun ötesinde, son derece insani ve etkileyici bir yanı da var. Güzergahı boyunca düzinelerce, bazen yüzlerce yerel sakin, özellikle de göçebeler ve yoksul topluluklardan insanlar, açık vagonlara ücretsiz biniyor ve cevher dağları boyunca hayal bile edemeyeceğimiz koşullarda seyahat ediyor. Bu yöntemi sadece maceraperestlik duygusundan değil, çoğunlukla zorunluluktan seçiyorlar çünkü tren, çoğunlukla izole yerleşim yerleri arasında ulaşım için tek seçenek.
♦ Yolculuk son derece zordur. Hava boğucudur, demir tozları cilde ve giysilere yapışır ve barınak eksikliği yolcuları gündüzleri kavurucu güneşe, geceleri ise dondurucu soğuğa maruz bırakır. Kendilerini korumak için çoğu kişi yüzlerini, ağızlarını ve gözlerini örten kalın battaniyelere veya eşarplara sarınıyor ve nefes alabilecekleri çok küçük boşluklar bırakıyor.
♦ Tüm bu zorlu koşullara rağmen, dünyanın en tehlikeli ve görkemli demir yolu rotalarından biri olarak kabul edilen Nouadhibou-Zouérat tren yolculuğu adeta efsaneleşmiştir. Birçok yabancı fotoğrafçı, gazeteci ve maceracı, Moritanya'ya özellikle bu eşsiz deneyimi yaşamak için geliyor; yerli halkla birlikte vagonlara biniyor, kameraları koruyucu katmanların altına gizleniyor.
♦ Trenin yolcu vagonu veya ulaşım imkânı yoktur. Bilet yok, insanlar için resmi duraklar yok, duraklar seyrek ve öngörülemez. Her şey, yalnızca çölün ritmine göre yaşayan ve bu çelik canavarı bir can simidi olarak kullanmayı öğrenenlerin bildiği, yazılı olmayan bir düzen içinde işliyor.
♦ Moritanya halkı için tren, sadece bir ulaşım aracı değil; aynı zamanda hayatta kalmanın ve uyum sağlamanın da sembolüdür. Onlarca yıldır faaliyet gösteren bu yapı, yerel kültürün, ailelerin hikayelerinin ve bölgenin kimliğinin bir parçası haline geldi. Her yolculuk sabrın, cesaretin ve dayanışmanın kanıtıdır.
♦ Teknolojinin hızla ilerlediği ve seyahatin giderek daha kolay hale geldiği bir dünyada, Mağribi treni, hem gerçek anlamda hem de mecazi anlamda, ileriye doğru hareket etmek için verilen günlük mücadelenin yaşayan bir kalıntısı olmaya devam ediyor. Bu, sadece iki şehri değil, aynı zamanda Sahra'nın ebedi kumlarına mühürlenmiş derin insan hikayelerini de birleştiren demir bir çizgidir.
18 gün önce
Kısa kısa;
Dün Ayyüce Türkeş’e, Başbuğ Alparslan Türkeş’in mezarında saldırdılar, adeta rehin aldılar.
Bugün Özgür Özel’e saldırı oldu. Fail Kriminal bir tip, aşağılık bir figür olduğu da açık. Yardım kartı istedim vermediler görünce dayanamadım, Osmanlı torunuyum vb ifadesi zihin yapısını gösteriyor. Ama arkasında birilerinin olduğu da aşikar.
Saray yaptık diye övündükleri Adliyelere avukatı almıyor, sırf anayasal protesto hakkını kullanan gençleri ezip geçen polis, el’an bir vekili rehin tutan çakallara müdahale edemiyor, kalabalığa dokunamıyor.
Siyasi rakipleri ve muhatapları silahlı-silahsız tüm devlet gücünün başı tarafından “Telef” edilme tehdidi ile yaşıyor.
Tek parti iktidarının besleme yandaş tetikçileri, muhalefetin tüm unsurlarına saldırıları kışkırtıyor, azmettiriyorlar.
Organize biçimde suç işliyorlar ama onlara en ufak bir ceza verilmiyor.
Yandaş medyatörlerin, siyasetçilerin, kamu görevlilerinin muhalefet mensuplarının “Anasına, bacısına, çoluk, çocuğuna küfür hakaret” alkışlanıyor, ama iktidardan birinin ailesini ağzına alırsan anında gözaltında ardından zindandasın.
Adalet Bakanı her gün hukuk devletiyiz diyor da siyasal yargı yandaş/düşman “ikili hukuk” uyguluyor.
Örneğin; Ankara, Manisa, Mersin ve diğer belediye başkanları, AKP’li önceki dönemler hakkında onlarca suç duyurusunda bulunuyor, muhatapları ifadeye bile çağırılmıyor. Ama İmamoğlu, somut eylemler itibariyle hala açıkça neyle suçlandığı belli bile olmadığı bir dosyadan, bürokratları dahil 150 kişiyle birlikte hapse atılıyor.
AKP vekiliyle tartışan polis meslekten ihraç ediliyor. AKP vekilinin Hatay’daki oğlunu inciten polisler sigaya çekilip servis ediliyor. CHP vekilinin önünü polis kesince, vekil hakkında derhal soruşturma açılıyor. Otobüsü üzerine sürdü yaygarası koparılıyor.
Adaletsizliğin göğe yükseldiği devirdeyiz.
Bu zulmün, haksızlığın, şiddetin kıyamete kadar süreceğini mi sanıyorsunuz?
Zulm ile abad olunmaz. Hiçbir zalim de hep tahtta kalamaz. Devran böyle süremez, mutlaka değişecektir
Zulmün yanında durmayın, zaman geçer, o zulümler unutulmaz. Kısa çöpün uzundan hakkını alması kaçınılmaz olduğunda mazeretler de kabul olmaz.
Yargı başta herkesin hukuka uygun ve adil davranmaya davet ediyorum.
Devlet ve millet hayrına olacak budur.
Hiç kimse ölümsüz ve sorumsuz değildir.
Yasa dışı işler yapanlar yarınlarda yanlarında kimseyi bulamaz.
Kerim Yılmaz
Dün Ayyüce Türkeş’e, Başbuğ Alparslan Türkeş’in mezarında saldırdılar, adeta rehin aldılar.
Bugün Özgür Özel’e saldırı oldu. Fail Kriminal bir tip, aşağılık bir figür olduğu da açık. Yardım kartı istedim vermediler görünce dayanamadım, Osmanlı torunuyum vb ifadesi zihin yapısını gösteriyor. Ama arkasında birilerinin olduğu da aşikar.
Saray yaptık diye övündükleri Adliyelere avukatı almıyor, sırf anayasal protesto hakkını kullanan gençleri ezip geçen polis, el’an bir vekili rehin tutan çakallara müdahale edemiyor, kalabalığa dokunamıyor.
Siyasi rakipleri ve muhatapları silahlı-silahsız tüm devlet gücünün başı tarafından “Telef” edilme tehdidi ile yaşıyor.
Tek parti iktidarının besleme yandaş tetikçileri, muhalefetin tüm unsurlarına saldırıları kışkırtıyor, azmettiriyorlar.
Organize biçimde suç işliyorlar ama onlara en ufak bir ceza verilmiyor.
Yandaş medyatörlerin, siyasetçilerin, kamu görevlilerinin muhalefet mensuplarının “Anasına, bacısına, çoluk, çocuğuna küfür hakaret” alkışlanıyor, ama iktidardan birinin ailesini ağzına alırsan anında gözaltında ardından zindandasın.
Adalet Bakanı her gün hukuk devletiyiz diyor da siyasal yargı yandaş/düşman “ikili hukuk” uyguluyor.
Örneğin; Ankara, Manisa, Mersin ve diğer belediye başkanları, AKP’li önceki dönemler hakkında onlarca suç duyurusunda bulunuyor, muhatapları ifadeye bile çağırılmıyor. Ama İmamoğlu, somut eylemler itibariyle hala açıkça neyle suçlandığı belli bile olmadığı bir dosyadan, bürokratları dahil 150 kişiyle birlikte hapse atılıyor.
AKP vekiliyle tartışan polis meslekten ihraç ediliyor. AKP vekilinin Hatay’daki oğlunu inciten polisler sigaya çekilip servis ediliyor. CHP vekilinin önünü polis kesince, vekil hakkında derhal soruşturma açılıyor. Otobüsü üzerine sürdü yaygarası koparılıyor.
Adaletsizliğin göğe yükseldiği devirdeyiz.
Bu zulmün, haksızlığın, şiddetin kıyamete kadar süreceğini mi sanıyorsunuz?
Zulm ile abad olunmaz. Hiçbir zalim de hep tahtta kalamaz. Devran böyle süremez, mutlaka değişecektir
Zulmün yanında durmayın, zaman geçer, o zulümler unutulmaz. Kısa çöpün uzundan hakkını alması kaçınılmaz olduğunda mazeretler de kabul olmaz.
Yargı başta herkesin hukuka uygun ve adil davranmaya davet ediyorum.
Devlet ve millet hayrına olacak budur.
Hiç kimse ölümsüz ve sorumsuz değildir.
Yasa dışı işler yapanlar yarınlarda yanlarında kimseyi bulamaz.
Kerim Yılmaz
18 gün önce
🏫 ESKİDEN ÖĞRENCİ OLMAK
👉Saçlara jöle, tırnaklara oje sürülemez, spor ayakkabıyla okula girilemezdi.
👉Erkekler kravat, kızlar fiyonk takmadan, yaka ve tırnak kontrolü yapılmadan derse girilemezdi.
👉Sabahları bahçede sıra olunur, Pazartesi sabah, Cuma öğleden sonra müdür konuşma yapar, özel günlerden biriyse saygı duruşu yapılır ve gerçekten saygıyla durulur.
İstiklal Marşı okunurken dik durulur, konuşulmaz, saygı duyulurdu.
Daha eski senelerde Cumartesi günleri de yarım gün okula gidilirdi.
👉Öğretmenlerle dalga geçilemez, veli toplantıları aileye korkarak bildirilir, okulda ‘konuştuğun’ (sevgilin) varsa, sadece bahçede yan yana yürünürdü.
👉Forma ile okula gidilir, eve gelene kadar forma çıkarılmazdı.
Gömlekler pantolonların/eteklerin içine sokulur, okul kıyafetleri dışında bir giysi giymek yürek isterdi.
👉Küpe, kolye, yüzük, bilezik hafta sonları takılır, saçlar erkeklerde tıraşsız, kızlarda 3 boğum örgüsüz ise disipline gidilirdi.
👉Cep telefonu yoktu, internet de yoktu ama yine de öğrenciler birbirleriyle haberleşirdi.
👉Biyoloji dersinde üreme konusu anlatılırken utanılır, aruz ölçüsü ezberlerken delirilir, “Milli Güvenlik” dersi hocaları askeri disipline sokmaya çalışırdı.
👉Okul kitapları üzerinde sevilen sanatçı resimlerinin olduğu klasörlerde taşınır; etikete adı-soyadı-sınıfı-hangi dersin kitabı olduğu, ders yılı yazılır, o derse ait defterler de kolaylık olsun diye aynı desen kap kâğıdıyla kaplanır, ders sırasında yanında kitabı olmayan azarlanırdı.
👉Sınıflar kalabalık olsa da çıt çıkmadan ders dinlenir, boş derslerde sınıftan çıkılmaz, ders saatlerinde okul sınırlarını ihlâl etmek isteyenlere acınmazdı.
👉Ödevler mutlaka yapılır, dönem ödevleri için kütüphaneler, Meydan-Larousse, Ana ya da Temel Britanica’lar taranır, ödevler elle ve mutlaka dolma kalemle yazılırdı.
👉Yat denince yatılır, sabah okula yaya gidilir. Okul çok uzaksa servis yerine otobüsle gidilir, bazen çanta yoklaması yapılır, okula yasak bir şey getirilemezdi.
👉Okulun herhangi bir yerinde sakız çiğnenemez, derslerde bir şey yenemez, su içmeye gitmek için izin istenirdi.
👉Birine uyuz olduysak öğretmene şikâyet eder, asla kendimiz sopayla, bıçakla girişmez, çeteleşmez, okul dışında bile kavga etmezdik.
Bilirdik ki, kavga edersek evde ya da okulda bir posta daha dayak var.
👉Kızlarla erkekler birbirine mesafeli durur, el şakası yapmaz, küfürlü konuşmaz, efendilik bozulmazdı.
👉”Yerli Malı Haftası”nda sınıf pikniğine dönerdi, her tür yiyecek bulunur ve biz bu yemekleri paylaşırdık.
👉Çok fazla kitap okurduk.
Bitirdiğimiz kitapları birbirimizle değiştirip öyle okur, kütüphaneden kimlik çıkartır kitapları çoğunlukla kütüphanede okurduk.
👉Biz öğrenci gibi öğrenciydik. Saygılıydık, tertipliydik, edepliydik!
👉Biz çok güzel öğrencilerdik.
Hayat şartları çok zor olsa da o dönemlerde hayatın bir anlamı vardı ve biz bunu bilmesek bile hissederdik.
(Aykut Veli Yıldız)
👉Saçlara jöle, tırnaklara oje sürülemez, spor ayakkabıyla okula girilemezdi.
👉Erkekler kravat, kızlar fiyonk takmadan, yaka ve tırnak kontrolü yapılmadan derse girilemezdi.
👉Sabahları bahçede sıra olunur, Pazartesi sabah, Cuma öğleden sonra müdür konuşma yapar, özel günlerden biriyse saygı duruşu yapılır ve gerçekten saygıyla durulur.
İstiklal Marşı okunurken dik durulur, konuşulmaz, saygı duyulurdu.
Daha eski senelerde Cumartesi günleri de yarım gün okula gidilirdi.
👉Öğretmenlerle dalga geçilemez, veli toplantıları aileye korkarak bildirilir, okulda ‘konuştuğun’ (sevgilin) varsa, sadece bahçede yan yana yürünürdü.
👉Forma ile okula gidilir, eve gelene kadar forma çıkarılmazdı.
Gömlekler pantolonların/eteklerin içine sokulur, okul kıyafetleri dışında bir giysi giymek yürek isterdi.
👉Küpe, kolye, yüzük, bilezik hafta sonları takılır, saçlar erkeklerde tıraşsız, kızlarda 3 boğum örgüsüz ise disipline gidilirdi.
👉Cep telefonu yoktu, internet de yoktu ama yine de öğrenciler birbirleriyle haberleşirdi.
👉Biyoloji dersinde üreme konusu anlatılırken utanılır, aruz ölçüsü ezberlerken delirilir, “Milli Güvenlik” dersi hocaları askeri disipline sokmaya çalışırdı.
👉Okul kitapları üzerinde sevilen sanatçı resimlerinin olduğu klasörlerde taşınır; etikete adı-soyadı-sınıfı-hangi dersin kitabı olduğu, ders yılı yazılır, o derse ait defterler de kolaylık olsun diye aynı desen kap kâğıdıyla kaplanır, ders sırasında yanında kitabı olmayan azarlanırdı.
👉Sınıflar kalabalık olsa da çıt çıkmadan ders dinlenir, boş derslerde sınıftan çıkılmaz, ders saatlerinde okul sınırlarını ihlâl etmek isteyenlere acınmazdı.
👉Ödevler mutlaka yapılır, dönem ödevleri için kütüphaneler, Meydan-Larousse, Ana ya da Temel Britanica’lar taranır, ödevler elle ve mutlaka dolma kalemle yazılırdı.
👉Yat denince yatılır, sabah okula yaya gidilir. Okul çok uzaksa servis yerine otobüsle gidilir, bazen çanta yoklaması yapılır, okula yasak bir şey getirilemezdi.
👉Okulun herhangi bir yerinde sakız çiğnenemez, derslerde bir şey yenemez, su içmeye gitmek için izin istenirdi.
👉Birine uyuz olduysak öğretmene şikâyet eder, asla kendimiz sopayla, bıçakla girişmez, çeteleşmez, okul dışında bile kavga etmezdik.
Bilirdik ki, kavga edersek evde ya da okulda bir posta daha dayak var.
👉Kızlarla erkekler birbirine mesafeli durur, el şakası yapmaz, küfürlü konuşmaz, efendilik bozulmazdı.
👉”Yerli Malı Haftası”nda sınıf pikniğine dönerdi, her tür yiyecek bulunur ve biz bu yemekleri paylaşırdık.
👉Çok fazla kitap okurduk.
Bitirdiğimiz kitapları birbirimizle değiştirip öyle okur, kütüphaneden kimlik çıkartır kitapları çoğunlukla kütüphanede okurduk.
👉Biz öğrenci gibi öğrenciydik. Saygılıydık, tertipliydik, edepliydik!
👉Biz çok güzel öğrencilerdik.
Hayat şartları çok zor olsa da o dönemlerde hayatın bir anlamı vardı ve biz bunu bilmesek bile hissederdik.
(Aykut Veli Yıldız)
21 gün önce
(E)
GERÇEKTEN ÇOK İLGİNÇ....SİZ NE DÜŞÜNÜYOR SUNUZ?
Abdullah Gül cumhurbaşkanı iken karşısında diz çöküp saygı duruşunda bulunan bu adam kim?
Fiji Cumhuriyeti'nin Ankara Büyükelçisi Robin Nair.
Özellikle Abdullah Gül'e neden böyle bir saygı duruşunda bulunmuştu?
Dikkkat buyurun o zaman.
İngiliz Milletler Topluluğunu bilir misiniz?
16 ülke direk bu topluluğa bağlıdır.
Bu topluluk da direk "İngiliz Kraliçesine" bağlıdır.
Kraliçe'yi devlet başkanı kabul ederler.
Kraliçe bu devletlere vali atar. Bu vali, Kraliçe adına o devletleri yönetir.
Kanada da bu devletlerden bir tanesidir mesela.
Fiji Cumhuriyeti de bu devletlerden bir tanesidir.
Fiji Cumhuriyeti'nin bayrağı bile İngiltere devleti ile aynıdır.
Bu devletlerin vatandaşı olmak isteyen Kraliçe'ye bağlılık yemini etmek zorunda.
Bu devletlerin eğitim sistemini İngilizler inşaa etmiştir.
Yetişen nesil Kraliçe ve İngiliz Devletine hayranlık duyarak yetişir.
Ve Kraliçe'nin dünyadaki tüm adamlarına özel saygı gösterisinde bulunurlar.
Abdullah Gül?
İngiliz Kraliçesi 2008'de ülkemize gelip bir şahsa “Büyük Şövalye Nişanı” taktı.
Bu şahıs Cumhurbaşkanı Abdullah Gül idi.
Gül hayatının ilk smokinini Kraliçe için giydi, eşi Hayrünnisa Hanım duygularını, “Kraliçe geldiğinde, aile yakınımız ziyaret etmiş gibi oldu. Akraba gelmiş gibiydi” sözleriyle ifade etti.
Büyük Şovalye Nişanı ancak İngiltere'nin kutsal saydığı değerleri ölümü pahasına savunanlara kraliçe tarafından verilir.
İngiliz politikasından ayrı düşenlerden bu nişan geri alınıyor.
Mesela bu nişan Zimbabve lideri Robert Mugabe'den 2008 yılında geri alındı.
Bu sebeple nişanı kaybetmemek için İngiltere'ye sadık kalınmalı.
Bitti mi? Hayır. En önemli yere geldik.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth’ten 2010 “Chatham House Ödülü”nü almak üzere İngiltere’ye gitti ve ödülü aldı.
Chatham House, İngiliz derin devletinin kararlar alıp uygulamaya koyduğu "Yuvarlak Masaydı"
Resmen 1920’de kuruldu. İsrail devletinin kuruluşuna öncülük eden, Osmanlı’yla, Orta Doğu’yu ilk parçalayan Sykes–Picot haritalarını çizen ve Sevr’i yapan bu masaydı.
Dünyaya yön veren bir merkez.
Chatham House, İngiltere'deki Exter Üniversitesi ile bağlantılıdır.
Bu üniversite ise İngiliz istihbarat servisi MI6'ya adam yetiştiren yerdir.
Özellikle Ortadoğu'ya İngiliz ajanı burada yetiştirilir. Abdullah Gül de bu okul da okumuştur.
Bu okuldan mezun olanlar ülkelerinde önemli görevlere getirilir.
Fiji Cumhuriyeti büyükelçisi de gelip o şahsın huzurunda diz çöküp en büyük saygı gösterisini yapmak zorundadır.
Buna "Kraliçe Dayanışması" diyoruz.
Gül 2011'de Kraliçe'nin özel davetlisi olarak Saray'a gitmişti.
Gül oradaki görkemli programda yaptığı konuşmada "GELECEK İÇİN ORTAK VİZYONUMUZ VAR” demişti.
Acaba neymiş o vizyon?
Kazmayı daha derine vurayım.
Dikkat.
Abdullah Gül'ün Türkiye'de 3 tane prensi vardır.
Bunlardan biri Ali Babacan'dır.
1990 yılında "Fulbright bursu" kazanarak, ABD'ye gitti üniversite okudu.
Abdullah Gül'ün aracılığı ile İngiltere'de önemli bağlantılar kurdu.
2002'de bizzat Abdullah Gül onu siyaset sahnesine çıkardı.
Abdullah Gül "Ali Babacan'ı ben yetiştirdim. İngiltere'ye gönderdim. İleride yıldızı parlayacak" demişti siyasete sokarken.
Ali Babacan yeni parti kurunca İngiliz medyası çok gündem edip övgüler dizmeye başladı.
Ekrem İmamoğlu seçimi kazanınca İngiltere Chatham House'ye gitti.
Aracı ve kefil olan Abdullah Gül idi.
Abdullah Gül sayesinde istediğini aldı oradan.
İmamoğlu Londra belediye başkanı ile resim çekilip "Londra ile bundan sonra hiç olmadığı kadar yakın ve ortak akılla çalışacaz" dedi.
Nasıl bir ortak akıl ki bu?
Şimdi dikkat.
Geçtiğimiz başkanlık seçiminde CHP, SP ve HDP Abdullah Gül'ü ortak aday kabul etti ve çıkaracaktı.
Fakat bazı sorunlar sebebiyle olmadı.
Saadet Partisi Abdullah Gül'ü nasıl ortak aday kabul etmişti?
Hani Abdullah Gül siyonist uşağı, Batı uşağıydı, haindi Saadet için.
Dikkat.
Temel Karamollaoğlu kim?
Uzun dönem İngiltere'de eğitim gördü.
Temel Karamollaoğlu Manchester Üniversitesi'nde okudu.
2018'de seçimden önce İngiliz gazetesi The Guardian'a verdiği demeçte "İngiliz tarzı sekülerizim ve laiklik istiyoruz" dedi.
Chatham House'nin kodlarına uyma garantisi verdi.
Bak şu işe.
Ve Abdullah Gül'ün ortak aday olmasını kabul etmişti.
Kraliçe Dayanışması olmasın bu.
Gül devlete çalışan çift taraflı adam olabilir mi?
Ve son soru.
Recep Tayyib Erdoğan kim?
Uzun konu.
Şu kadarını söyleyeyim.
Erdoğan piyasaya 2 tane prens sürdü.
Kalın sağlıcakla...
-- Mustafa Güldağı --
Abdullah Gül cumhurbaşkanı iken karşısında diz çöküp saygı duruşunda bulunan bu adam kim?
Fiji Cumhuriyeti'nin Ankara Büyükelçisi Robin Nair.
Özellikle Abdullah Gül'e neden böyle bir saygı duruşunda bulunmuştu?
Dikkkat buyurun o zaman.
İngiliz Milletler Topluluğunu bilir misiniz?
16 ülke direk bu topluluğa bağlıdır.
Bu topluluk da direk "İngiliz Kraliçesine" bağlıdır.
Kraliçe'yi devlet başkanı kabul ederler.
Kraliçe bu devletlere vali atar. Bu vali, Kraliçe adına o devletleri yönetir.
Kanada da bu devletlerden bir tanesidir mesela.
Fiji Cumhuriyeti de bu devletlerden bir tanesidir.
Fiji Cumhuriyeti'nin bayrağı bile İngiltere devleti ile aynıdır.
Bu devletlerin vatandaşı olmak isteyen Kraliçe'ye bağlılık yemini etmek zorunda.
Bu devletlerin eğitim sistemini İngilizler inşaa etmiştir.
Yetişen nesil Kraliçe ve İngiliz Devletine hayranlık duyarak yetişir.
Ve Kraliçe'nin dünyadaki tüm adamlarına özel saygı gösterisinde bulunurlar.
Abdullah Gül?
İngiliz Kraliçesi 2008'de ülkemize gelip bir şahsa “Büyük Şövalye Nişanı” taktı.
Bu şahıs Cumhurbaşkanı Abdullah Gül idi.
Gül hayatının ilk smokinini Kraliçe için giydi, eşi Hayrünnisa Hanım duygularını, “Kraliçe geldiğinde, aile yakınımız ziyaret etmiş gibi oldu. Akraba gelmiş gibiydi” sözleriyle ifade etti.
Büyük Şovalye Nişanı ancak İngiltere'nin kutsal saydığı değerleri ölümü pahasına savunanlara kraliçe tarafından verilir.
İngiliz politikasından ayrı düşenlerden bu nişan geri alınıyor.
Mesela bu nişan Zimbabve lideri Robert Mugabe'den 2008 yılında geri alındı.
Bu sebeple nişanı kaybetmemek için İngiltere'ye sadık kalınmalı.
Bitti mi? Hayır. En önemli yere geldik.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth’ten 2010 “Chatham House Ödülü”nü almak üzere İngiltere’ye gitti ve ödülü aldı.
Chatham House, İngiliz derin devletinin kararlar alıp uygulamaya koyduğu "Yuvarlak Masaydı"
Resmen 1920’de kuruldu. İsrail devletinin kuruluşuna öncülük eden, Osmanlı’yla, Orta Doğu’yu ilk parçalayan Sykes–Picot haritalarını çizen ve Sevr’i yapan bu masaydı.
Dünyaya yön veren bir merkez.
Chatham House, İngiltere'deki Exter Üniversitesi ile bağlantılıdır.
Bu üniversite ise İngiliz istihbarat servisi MI6'ya adam yetiştiren yerdir.
Özellikle Ortadoğu'ya İngiliz ajanı burada yetiştirilir. Abdullah Gül de bu okul da okumuştur.
Bu okuldan mezun olanlar ülkelerinde önemli görevlere getirilir.
Fiji Cumhuriyeti büyükelçisi de gelip o şahsın huzurunda diz çöküp en büyük saygı gösterisini yapmak zorundadır.
Buna "Kraliçe Dayanışması" diyoruz.
Gül 2011'de Kraliçe'nin özel davetlisi olarak Saray'a gitmişti.
Gül oradaki görkemli programda yaptığı konuşmada "GELECEK İÇİN ORTAK VİZYONUMUZ VAR” demişti.
Acaba neymiş o vizyon?
Kazmayı daha derine vurayım.
Dikkat.
Abdullah Gül'ün Türkiye'de 3 tane prensi vardır.
Bunlardan biri Ali Babacan'dır.
1990 yılında "Fulbright bursu" kazanarak, ABD'ye gitti üniversite okudu.
Abdullah Gül'ün aracılığı ile İngiltere'de önemli bağlantılar kurdu.
2002'de bizzat Abdullah Gül onu siyaset sahnesine çıkardı.
Abdullah Gül "Ali Babacan'ı ben yetiştirdim. İngiltere'ye gönderdim. İleride yıldızı parlayacak" demişti siyasete sokarken.
Ali Babacan yeni parti kurunca İngiliz medyası çok gündem edip övgüler dizmeye başladı.
Ekrem İmamoğlu seçimi kazanınca İngiltere Chatham House'ye gitti.
Aracı ve kefil olan Abdullah Gül idi.
Abdullah Gül sayesinde istediğini aldı oradan.
İmamoğlu Londra belediye başkanı ile resim çekilip "Londra ile bundan sonra hiç olmadığı kadar yakın ve ortak akılla çalışacaz" dedi.
Nasıl bir ortak akıl ki bu?
Şimdi dikkat.
Geçtiğimiz başkanlık seçiminde CHP, SP ve HDP Abdullah Gül'ü ortak aday kabul etti ve çıkaracaktı.
Fakat bazı sorunlar sebebiyle olmadı.
Saadet Partisi Abdullah Gül'ü nasıl ortak aday kabul etmişti?
Hani Abdullah Gül siyonist uşağı, Batı uşağıydı, haindi Saadet için.
Dikkat.
Temel Karamollaoğlu kim?
Uzun dönem İngiltere'de eğitim gördü.
Temel Karamollaoğlu Manchester Üniversitesi'nde okudu.
2018'de seçimden önce İngiliz gazetesi The Guardian'a verdiği demeçte "İngiliz tarzı sekülerizim ve laiklik istiyoruz" dedi.
Chatham House'nin kodlarına uyma garantisi verdi.
Bak şu işe.
Ve Abdullah Gül'ün ortak aday olmasını kabul etmişti.
Kraliçe Dayanışması olmasın bu.
Gül devlete çalışan çift taraflı adam olabilir mi?
Ve son soru.
Recep Tayyib Erdoğan kim?
Uzun konu.
Şu kadarını söyleyeyim.
Erdoğan piyasaya 2 tane prens sürdü.
Kalın sağlıcakla...
-- Mustafa Güldağı --
22 gün önce
ATV'nin Sinehane imzalı yeni sizisi Aile Saadeti kadrosuna Esra Kızıldoğan dahil oldu. https://tarikhaber.com/hab...
22 gün önce
Boşnak Belediye Başkanını haşlayıp, iskeletini şehir meydanına astılar.
Nusret Sancaklı
1941-1945 BOŞNAK SOYKIRIMI UNUTULDUĞU İÇİN 1992-1995 BOŞNAK SOKIRIMI YAPILDI.
Aralık 1941'de Sırp ve Karadağlı Çetnikler tarafından bir erik rakısı yapılan kazanda diri diri kaynatılarak öldürülen ve iskeleti Foça şehir meydanı Cafer Bey Camii önündeki direğe asılan Foça Belediye Başkanı HAMİD MUFTİÇ'in iskeketi.
1941-1945 yılları arası Doğu Bosna Şehirleri Foça, Vişegrad, Cayniçe ve Zvornik ile Sancak şehirleri Priboy, Priyepolye, Plyevlya (Taşlıca) ve Aşağı Bihor bölgesinde Boşnaklara karşı Albay Pavle Curuşiç komutasındaki Sırp ve Karadağlı Çetniklerin yaptığı soykırımdaki vahşet korkunç ötesi idi. Sorlykırımda Dört çocuklu Boşnak aileleri özellikle seçilmiş, esir alındıktan sonra anna-babalarının gözleri önünde çocuklar bogazlanmış, ardından anne katledilmiş ve bu acıları yaşamış olan babalar en son öldürülmüştü !?
Ikinci Dünya Savaşı Boşnak Soykırmı kurbanı Rahmetli Hamid'in iskeletine ait bu korkunç fotograf, tüm Boşnaklara bir uyarı olarak tarihi bir belge olarak hasta zihinli Sırp Karadağlı Çetniklerin neye hazır olduğunu bilmek ve unutmamak için korunuyor.
Bütün bunlara rağmen bir Boşnak asla birine bu şekilde acı çektirmeyi veya eziyet etmeyi düşünmez, çünkü bir Boşnak içinde merhamet barındırır, herkese karşı insani Boşnak Belediye Başkanını haşlayıp, iskeletini şehir meydanına astılar.
1941-1945 BOŞNAK SOYKIRIMI UNUTULDUĞU İÇİN 1992-1995 BOŞNAK SOKIRIMI YPILDI.
Aralık 1941'de Sırp ve Karadağlı Çetnikler tarafından bir erik rakısı yapılan kazanda diri diri kaynatılarak öldürülen ve iskeleti Foça şehir meydanı Cafer Bey Camii önündeki direğe asılan Foça Belediye Başkanı HAMİD MUFTİÇ'in iskeketi.
1941-1945 yılları arası Doğu Bosna Şehirleri Foça, Vişegrad, Cayniçe ve Zvornik ile Sancaknşehirleri Priboy, Priyepolye, Plyevlya (Taşlıca) ve Aşağı Bihor bölgesinde Boşnaklara karşı Albay Pavle Curuşiç komutasındaki Sırp ve Karadağlı Çetniklerin yaptığı soykırımdaki vahşet korkunç ötesi idi. Sorlykırımda Dört çocuklu Boşnak aileleri özellikle seçilmiş, esirvalındıktan sonra anna-babalarının gözleri önünde çocuklar bogazlanmış, ardından anne katledilmiş ve bu acıları yaşamış olan babalar en son öldürülmüştü !?
Ikinci Dünya Savaşı Boşnak Soylırmı kurbsnı Rahmetli Hamid'in iskeletine ait bu korkunç fotograf, tüm Boşnaklara bir uyarı olarak tarihi bir belge olarak hasta zihini Sırp Karadağlı Çetniklerin neye hazır olduğunu bilmek ve unutmamak için korunuyor.
Bütün bunlara rağmen bir Boşnak asla birine bu şekilde acı çektirmeyi veya eziyet etmeyi düşünmez, çünkü bir Boşnak içinde merchamet barındırır, herkese karşı insani duygular beslerken sadece insan suretindeki yaratıklar (Sırp ve Karadağlı Çetnikler) kendinden olmayanlara karşı böyle vahsi duygular besler !
Sırp ve Karadağlı Çatnikler, kendi barbarliklarını örtmek için Boşnaklar, Türkler ve Müslüman olanlara "dağlı vahşiler" anlamında "baliya" kelimesini kullanırlar !? kullanırlar !?
Nusret Sancaklı
1941-1945 BOŞNAK SOYKIRIMI UNUTULDUĞU İÇİN 1992-1995 BOŞNAK SOKIRIMI YAPILDI.
Aralık 1941'de Sırp ve Karadağlı Çetnikler tarafından bir erik rakısı yapılan kazanda diri diri kaynatılarak öldürülen ve iskeleti Foça şehir meydanı Cafer Bey Camii önündeki direğe asılan Foça Belediye Başkanı HAMİD MUFTİÇ'in iskeketi.
1941-1945 yılları arası Doğu Bosna Şehirleri Foça, Vişegrad, Cayniçe ve Zvornik ile Sancak şehirleri Priboy, Priyepolye, Plyevlya (Taşlıca) ve Aşağı Bihor bölgesinde Boşnaklara karşı Albay Pavle Curuşiç komutasındaki Sırp ve Karadağlı Çetniklerin yaptığı soykırımdaki vahşet korkunç ötesi idi. Sorlykırımda Dört çocuklu Boşnak aileleri özellikle seçilmiş, esir alındıktan sonra anna-babalarının gözleri önünde çocuklar bogazlanmış, ardından anne katledilmiş ve bu acıları yaşamış olan babalar en son öldürülmüştü !?
Ikinci Dünya Savaşı Boşnak Soykırmı kurbanı Rahmetli Hamid'in iskeletine ait bu korkunç fotograf, tüm Boşnaklara bir uyarı olarak tarihi bir belge olarak hasta zihinli Sırp Karadağlı Çetniklerin neye hazır olduğunu bilmek ve unutmamak için korunuyor.
Bütün bunlara rağmen bir Boşnak asla birine bu şekilde acı çektirmeyi veya eziyet etmeyi düşünmez, çünkü bir Boşnak içinde merhamet barındırır, herkese karşı insani Boşnak Belediye Başkanını haşlayıp, iskeletini şehir meydanına astılar.
1941-1945 BOŞNAK SOYKIRIMI UNUTULDUĞU İÇİN 1992-1995 BOŞNAK SOKIRIMI YPILDI.
Aralık 1941'de Sırp ve Karadağlı Çetnikler tarafından bir erik rakısı yapılan kazanda diri diri kaynatılarak öldürülen ve iskeleti Foça şehir meydanı Cafer Bey Camii önündeki direğe asılan Foça Belediye Başkanı HAMİD MUFTİÇ'in iskeketi.
1941-1945 yılları arası Doğu Bosna Şehirleri Foça, Vişegrad, Cayniçe ve Zvornik ile Sancaknşehirleri Priboy, Priyepolye, Plyevlya (Taşlıca) ve Aşağı Bihor bölgesinde Boşnaklara karşı Albay Pavle Curuşiç komutasındaki Sırp ve Karadağlı Çetniklerin yaptığı soykırımdaki vahşet korkunç ötesi idi. Sorlykırımda Dört çocuklu Boşnak aileleri özellikle seçilmiş, esirvalındıktan sonra anna-babalarının gözleri önünde çocuklar bogazlanmış, ardından anne katledilmiş ve bu acıları yaşamış olan babalar en son öldürülmüştü !?
Ikinci Dünya Savaşı Boşnak Soylırmı kurbsnı Rahmetli Hamid'in iskeletine ait bu korkunç fotograf, tüm Boşnaklara bir uyarı olarak tarihi bir belge olarak hasta zihini Sırp Karadağlı Çetniklerin neye hazır olduğunu bilmek ve unutmamak için korunuyor.
Bütün bunlara rağmen bir Boşnak asla birine bu şekilde acı çektirmeyi veya eziyet etmeyi düşünmez, çünkü bir Boşnak içinde merchamet barındırır, herkese karşı insani duygular beslerken sadece insan suretindeki yaratıklar (Sırp ve Karadağlı Çetnikler) kendinden olmayanlara karşı böyle vahsi duygular besler !
Sırp ve Karadağlı Çatnikler, kendi barbarliklarını örtmek için Boşnaklar, Türkler ve Müslüman olanlara "dağlı vahşiler" anlamında "baliya" kelimesini kullanırlar !? kullanırlar !?
23 gün önce
TÜRK TARİHİNİ BİLMEMEK
Soner Yalçın 31.01.2018
“Rabova” nedir bilir misiniz?
Hayır, “Rojava” demiyorum; “Rabova” diyorum.
Maşallah! “Rojava”yı bilmeyeniniz yok; hepinize ezberlettiler! Suriye'de; Derik'ten Afrin'e kadar sınırımızda uzanan 700 km'lik alana “Rojava” diyorlar; sözüm ona “Batı Kürdistan!”
Öyle propaganda yaptılar ki… Çoğu kişi sanıyor ki, “Rojava” Kürtlerin yurdu! Bir de ideolojik temel inşa ediyorlar; “Kemalizm'den kaçan Kürtler buraya sığındı!” Bitmez tükenmez PKK yalanlarından biri bu.
Neyse... Soruma döneyim:
“Rabova” nedir?
Bilmiyorsunuz değil mi? “Yevmüşşüheda” desem…
Yani, “Masum Şehitler Günü”…
Hatırlayanınız çıktı mı? Sanmam!
Yazayım:
Tarih: 30 Eylül 1918. Osmanlı, I. Dünya Savaşı'nı kaybetmek üzereydi artık. Alman Mareşal Liman von Sanders komutasındaki Osmanlı Ordusu, Şam'ı boşaltıp Halep'e çekilme kararı aldı.
Şam'da binlerce Türk ailesi vardı… Binlerce kadın-çocuk Türk yollara düştü. İnsan acımasızlığının boyutunu nereden bilsinler?
Tren, Şam-Rayak demiryolunun geçtiği Rabova boğazında saldırıya uğradı. Boğazın iki yakasını tutmuş ayrılıkçı Araplar silahlarla treni taramaya başladı. Saldırganların gözü öylesine kin doluydu ki, bir tek sağ çocuk bile bırakmadılar…
Rabova katliamının olduğu her “30 Eylül” günü “Masum Şehitler Günü” olarak anıldı. Zamanla unutuldu gitti!
Sonra, “Ermeni soykırımı” sözleri bilinçlere şırınga edildi!
Sonra, “Rojava direnişi” lafları bilinçlere şırınga edildi!
Bırakınız “Masum Şehitler Günü” anmasını, “Rabova kıyımını” bile bilen kalmadı.
PKK-FETÖ ve liboş düşünce ikliminde yetişen insanımız tarihine düşman kesildi!
Türklük, faşistlik oluverdi!
30 EYLÜL MASUM ŞEHİTLER GÜNÜ
Bir zamanlar Şam Osmanlı şehri idi. 1. Dünya Savaşında Şam Hastanesinde Filistin Cephesinden gelen yaralı Osmanlı askerleri yatıyordu. Filistin Cephesinde Lawrance komutasındaki Arap Bedevileri “Esir almak yoook!..” bağrışları ile Şam’a doğru çekilmekte olan Türk Mehmetçiğine saldırdılar. İşte bu saldırıdan kurtulanlar Şam Hastanesine yatırılmıştı. Öyle ki hastane yatakları tam dolmuş, hastane avlusunda yüzlerce yaralı Mehmetçik sedyelerde inliyordu. Bedevi atlıları bir sabah gün ışırken geldiler. Önce hastane avlusunda sedyelerde yatan Mehmetçikleri, “Mermi israfı olmasın” diye eğri kılıçlarla kellelerini kesip, karınlarını deştiler, sonra hastane içine girip ağır yaralıları katlettiler. Biz onlarla “Din kardeşi” olduğumuza inanıyorduk değil mi?
Bir zamanlar Osmanlı şehri olan Şam’daki bu vahşetten sonra şehirdeki subay ve memurlar Şam’ın elden çıktığını kabullendiler. Önce çocuklar ve anneler trenle Halep’e taşınmaları gerekiyordu. Binlerce çocuk, anneler ve nineleri vagonlara balık istifi dolduruldu. Masumlar treni Rabova (Barada) Boğazı’na geldiğinde demiryoluna döşenmiş taşlarla tren katarı durduruldu. Boğazın iki yakasında pusuya yatmış Arap Bedevileri ve Ermenilerin yaylım ateşi başladı sonra. Tren vagonlarından yükselen çığlıklar silah seslerini bastırıyordu. Çocuklar annelerine, ninelerine sarılıp kucak kucağa can verdiler. Ümmet kardeşimiz Arap Bedevileri ve Ermeniler vagonlara girdiler sonra, ağır yaralıları da susturdular.
Binlerce masum çocuk; genç, yaşlı kadınların öldürüldüğü 30 Eylül 1918 Cumhuriyet yıllarında “Masum Şehitler Günü” olarak anılırdı. Sonra unuttuk her şeyi, Arap Bedevileri ile yeniden “Ümmet kardeşi” olduk, “Din kardeşi” olduk, sarmaş dolaş olduk…
Alper Aksoy
Soner Yalçın 31.01.2018
“Rabova” nedir bilir misiniz?
Hayır, “Rojava” demiyorum; “Rabova” diyorum.
Maşallah! “Rojava”yı bilmeyeniniz yok; hepinize ezberlettiler! Suriye'de; Derik'ten Afrin'e kadar sınırımızda uzanan 700 km'lik alana “Rojava” diyorlar; sözüm ona “Batı Kürdistan!”
Öyle propaganda yaptılar ki… Çoğu kişi sanıyor ki, “Rojava” Kürtlerin yurdu! Bir de ideolojik temel inşa ediyorlar; “Kemalizm'den kaçan Kürtler buraya sığındı!” Bitmez tükenmez PKK yalanlarından biri bu.
Neyse... Soruma döneyim:
“Rabova” nedir?
Bilmiyorsunuz değil mi? “Yevmüşşüheda” desem…
Yani, “Masum Şehitler Günü”…
Hatırlayanınız çıktı mı? Sanmam!
Yazayım:
Tarih: 30 Eylül 1918. Osmanlı, I. Dünya Savaşı'nı kaybetmek üzereydi artık. Alman Mareşal Liman von Sanders komutasındaki Osmanlı Ordusu, Şam'ı boşaltıp Halep'e çekilme kararı aldı.
Şam'da binlerce Türk ailesi vardı… Binlerce kadın-çocuk Türk yollara düştü. İnsan acımasızlığının boyutunu nereden bilsinler?
Tren, Şam-Rayak demiryolunun geçtiği Rabova boğazında saldırıya uğradı. Boğazın iki yakasını tutmuş ayrılıkçı Araplar silahlarla treni taramaya başladı. Saldırganların gözü öylesine kin doluydu ki, bir tek sağ çocuk bile bırakmadılar…
Rabova katliamının olduğu her “30 Eylül” günü “Masum Şehitler Günü” olarak anıldı. Zamanla unutuldu gitti!
Sonra, “Ermeni soykırımı” sözleri bilinçlere şırınga edildi!
Sonra, “Rojava direnişi” lafları bilinçlere şırınga edildi!
Bırakınız “Masum Şehitler Günü” anmasını, “Rabova kıyımını” bile bilen kalmadı.
PKK-FETÖ ve liboş düşünce ikliminde yetişen insanımız tarihine düşman kesildi!
Türklük, faşistlik oluverdi!
30 EYLÜL MASUM ŞEHİTLER GÜNÜ
Bir zamanlar Şam Osmanlı şehri idi. 1. Dünya Savaşında Şam Hastanesinde Filistin Cephesinden gelen yaralı Osmanlı askerleri yatıyordu. Filistin Cephesinde Lawrance komutasındaki Arap Bedevileri “Esir almak yoook!..” bağrışları ile Şam’a doğru çekilmekte olan Türk Mehmetçiğine saldırdılar. İşte bu saldırıdan kurtulanlar Şam Hastanesine yatırılmıştı. Öyle ki hastane yatakları tam dolmuş, hastane avlusunda yüzlerce yaralı Mehmetçik sedyelerde inliyordu. Bedevi atlıları bir sabah gün ışırken geldiler. Önce hastane avlusunda sedyelerde yatan Mehmetçikleri, “Mermi israfı olmasın” diye eğri kılıçlarla kellelerini kesip, karınlarını deştiler, sonra hastane içine girip ağır yaralıları katlettiler. Biz onlarla “Din kardeşi” olduğumuza inanıyorduk değil mi?
Bir zamanlar Osmanlı şehri olan Şam’daki bu vahşetten sonra şehirdeki subay ve memurlar Şam’ın elden çıktığını kabullendiler. Önce çocuklar ve anneler trenle Halep’e taşınmaları gerekiyordu. Binlerce çocuk, anneler ve nineleri vagonlara balık istifi dolduruldu. Masumlar treni Rabova (Barada) Boğazı’na geldiğinde demiryoluna döşenmiş taşlarla tren katarı durduruldu. Boğazın iki yakasında pusuya yatmış Arap Bedevileri ve Ermenilerin yaylım ateşi başladı sonra. Tren vagonlarından yükselen çığlıklar silah seslerini bastırıyordu. Çocuklar annelerine, ninelerine sarılıp kucak kucağa can verdiler. Ümmet kardeşimiz Arap Bedevileri ve Ermeniler vagonlara girdiler sonra, ağır yaralıları da susturdular.
Binlerce masum çocuk; genç, yaşlı kadınların öldürüldüğü 30 Eylül 1918 Cumhuriyet yıllarında “Masum Şehitler Günü” olarak anılırdı. Sonra unuttuk her şeyi, Arap Bedevileri ile yeniden “Ümmet kardeşi” olduk, “Din kardeşi” olduk, sarmaş dolaş olduk…
Alper Aksoy
23 gün önce
Denizli'de vahşet! 2 yaşındaki bebek darp edildi, hayati tehlikesi bulunuyor: Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı'ndan açıklama https://tarikhaber.com/hab...
26 gün önce
Yeni Dizi geliyor başrollerini Hakan Yılmaz Fatih Al ve Hakan Karsak'ın paylaşacağı AİLE SAADETİ, adlı Yeni Diz https://tarikhaber.com/hab...
27 gün önce
Araplar bizi neden sattı diyenler bu tüfeğe iyi baksınlar!..
Londra'daki Kraliyet Savaş Müzesi'nde Imperial War Museum sergilenen silahlardan biri, üzerindeki irili ufaklı çok sayıda çentik nedeniyle, ziyaretçilerin hemen dikkatini çeker.
★★★
“Lee-Enfield Rifle, 7.7 mm” etiketiyle tanıtılan bu piyade tüfeği, Çanakkale Savaşları sırasında İngilizlerden ele geçirildikten sonra Harbiye Nazırı Enver Paşa'ya hediye ediliyor. Enver Paşa da Hicaz Emiri Şerif Hüseyin'e gönderiyor. Silahın son sahibi kim biliyor musunuz?
Şimdi sıkı durun!
“Arabistan Kahramanı” olarak ünlenen İngiliz Casusu Lawrence!..
★★★
Çentikli tüfeğin tüyler ürperten öyküsü de Lawrence'ın eline geçmesiyle başlıyor!..
1'inci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu Mekke ve Medine gibi kutsal şehirlerin savunması için Cemal Paşa'yı görevlendiriyor. Hicaz'da ise Peygamberimiz Hazreti Muhammed'in sülalesinden geldiklerini iddia eden Şerif ailesinin hakimiyeti sürüyor. Hicaz kutsal bir yer olduğundan Osmanlı'ya vergi ve asker vermiyor, buna karşılık Osmanlı Hazinesi'nden sürekli altın çekiyor! Hicaz'ın istediği altınlar, padişahın özel hediyeleriyle birlikte Saray'dan Surra Alayı adı verilen birlikler ve törenlerle yollanıyor. Şerif ailesi mensupları yaz aylarını Boğaziçi'ndeki muhteşem yalı ve köşklerde geçiriyorlar. Yani Osmanlı Sarayı'nca adeta baş tacı ediliyorlar…
★★★
Ama gelin görün ki Saray'ın bir dediğini iki etmediği bu aile, 2 Haziran 1916 günü yukarıda anlattığım tüfeği ateşleyerek Osmanlı'ya karşı isyan başlatıyor. Sonra da silah, isyanın anısı olarak casus Lawrence'a hediye ediliyor.
★★★
Dipçikteki bazıları büyük, bir bölümü de küçük olan çok sayıdaki çentiğin dehşet verici hikayesine gelince…
Müzedeki resmi kayıtlara göre; büyük çentikler bizzat Lawrence'ın sıktığı kurşunlarla şehit düşen Türk subaylarını, küçük çentikler ise şehit edilen rütbesiz Türk askerlerini gösteriyor!
Böylece Lawrence bir bakıma Çanakkale'nin intikamını almış oluyor!..
★★★
Giderek yayılan Hicaz kalkışması öylesine vahşi bir isyana dönüşüyor ki asiler, Mekke'de hastanede yatan Türk askerlerini hasta yataklarında bile şehit etme acımasızlığını gösteriyorlar.
Buna karşılık Fahri Paşa komutasındaki bir avuç Türk askeri Peygamberimiz Hazreti Muhammed'in kabrini, onun sülalesinden geldiklerini söyleyip emperyalistlerle iş birliği yapan, sırtlarını İngilizlere dayayıp Osmanlı'yı sırtından hançerleyen hainlere karşı korumak için I. Dünya Savaşı'nın en zorlu mücadelelerinden birini veriyorlar…
Ve canları pahasına sürdürdükleri bu mücadeleyi insanın okurken gözlerini yaşartan bir marşla anlatıyorlar.
“Bırakmayız Medine'de yatanı, Can veririz, kurtarırız vatanı…”
Çentikli tüfeğin kan donduran hikayesi işte budur!
O tüfek, Çanakkale'de İngilizlerin başını çektiği tarihin en büyük emperyalist saldırılarından birini, bedenini siper ederek, can vererek durduran kahraman vatan evlatlarımızca ele geçirildikten sonra Hicaz Emiri'ne gönderilen, onların da kalkışmada İngiliz casusuna vererek, Türk askerlerini şehit etmesini sağladıkları Arap ihanetinin simgesidir.
Arap Birliği'nin Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Barış Pınarı Harekatı'nı kınamasına hâlâ bir anlam veremeyenler, hatta şaşıranlar varsa, bu tüfeğe ve üzerindeki çentiklere iyi baksınlar.
İhaneti apaçık görürler!...
Londra'daki Kraliyet Savaş Müzesi'nde Imperial War Museum sergilenen silahlardan biri, üzerindeki irili ufaklı çok sayıda çentik nedeniyle, ziyaretçilerin hemen dikkatini çeker.
★★★
“Lee-Enfield Rifle, 7.7 mm” etiketiyle tanıtılan bu piyade tüfeği, Çanakkale Savaşları sırasında İngilizlerden ele geçirildikten sonra Harbiye Nazırı Enver Paşa'ya hediye ediliyor. Enver Paşa da Hicaz Emiri Şerif Hüseyin'e gönderiyor. Silahın son sahibi kim biliyor musunuz?
Şimdi sıkı durun!
“Arabistan Kahramanı” olarak ünlenen İngiliz Casusu Lawrence!..
★★★
Çentikli tüfeğin tüyler ürperten öyküsü de Lawrence'ın eline geçmesiyle başlıyor!..
1'inci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu Mekke ve Medine gibi kutsal şehirlerin savunması için Cemal Paşa'yı görevlendiriyor. Hicaz'da ise Peygamberimiz Hazreti Muhammed'in sülalesinden geldiklerini iddia eden Şerif ailesinin hakimiyeti sürüyor. Hicaz kutsal bir yer olduğundan Osmanlı'ya vergi ve asker vermiyor, buna karşılık Osmanlı Hazinesi'nden sürekli altın çekiyor! Hicaz'ın istediği altınlar, padişahın özel hediyeleriyle birlikte Saray'dan Surra Alayı adı verilen birlikler ve törenlerle yollanıyor. Şerif ailesi mensupları yaz aylarını Boğaziçi'ndeki muhteşem yalı ve köşklerde geçiriyorlar. Yani Osmanlı Sarayı'nca adeta baş tacı ediliyorlar…
★★★
Ama gelin görün ki Saray'ın bir dediğini iki etmediği bu aile, 2 Haziran 1916 günü yukarıda anlattığım tüfeği ateşleyerek Osmanlı'ya karşı isyan başlatıyor. Sonra da silah, isyanın anısı olarak casus Lawrence'a hediye ediliyor.
★★★
Dipçikteki bazıları büyük, bir bölümü de küçük olan çok sayıdaki çentiğin dehşet verici hikayesine gelince…
Müzedeki resmi kayıtlara göre; büyük çentikler bizzat Lawrence'ın sıktığı kurşunlarla şehit düşen Türk subaylarını, küçük çentikler ise şehit edilen rütbesiz Türk askerlerini gösteriyor!
Böylece Lawrence bir bakıma Çanakkale'nin intikamını almış oluyor!..
★★★
Giderek yayılan Hicaz kalkışması öylesine vahşi bir isyana dönüşüyor ki asiler, Mekke'de hastanede yatan Türk askerlerini hasta yataklarında bile şehit etme acımasızlığını gösteriyorlar.
Buna karşılık Fahri Paşa komutasındaki bir avuç Türk askeri Peygamberimiz Hazreti Muhammed'in kabrini, onun sülalesinden geldiklerini söyleyip emperyalistlerle iş birliği yapan, sırtlarını İngilizlere dayayıp Osmanlı'yı sırtından hançerleyen hainlere karşı korumak için I. Dünya Savaşı'nın en zorlu mücadelelerinden birini veriyorlar…
Ve canları pahasına sürdürdükleri bu mücadeleyi insanın okurken gözlerini yaşartan bir marşla anlatıyorlar.
“Bırakmayız Medine'de yatanı, Can veririz, kurtarırız vatanı…”
Çentikli tüfeğin kan donduran hikayesi işte budur!
O tüfek, Çanakkale'de İngilizlerin başını çektiği tarihin en büyük emperyalist saldırılarından birini, bedenini siper ederek, can vererek durduran kahraman vatan evlatlarımızca ele geçirildikten sonra Hicaz Emiri'ne gönderilen, onların da kalkışmada İngiliz casusuna vererek, Türk askerlerini şehit etmesini sağladıkları Arap ihanetinin simgesidir.
Arap Birliği'nin Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Barış Pınarı Harekatı'nı kınamasına hâlâ bir anlam veremeyenler, hatta şaşıranlar varsa, bu tüfeğe ve üzerindeki çentiklere iyi baksınlar.
İhaneti apaçık görürler!...
28 gün önce
Trenlerde ses hızı aşıldı.
Yolcu uçaklarından daha hızlılar...
SAATTE 1.450 KM VEYA SAATTE 600 KM HIZLA GİDEN TRENLERİ TAVSİYE ETMEKTEN VAZ GEÇTİM.
EN DÜŞÜK HIZA SAHİP 450 KM HIZLA GİDEN HIZLI TRENİ TAVSİYE EDİYORUM...
Dr. Muzaffer Kılıç *
Ne mi olur..?
Saatte 450 km hızla giden, elektriğini güneş enerjisi ile karşılayan trenlerle şehirler birbirine bağlanmalıdır...
NE Mİ OLUR..?
Düşünün Antalya'daki üretici 2 saat sonra ürettiği sebzeyi İstanbul pazarına getiriyor.
Nakliye bedavaya yakın...
Konya'da üreticisi bir saat sonra ürettiği ürünü Mersin limanına getiriyor.
Iğdır kayısısı 3 saat sonra İstanbul'da.
Enerji güneşten. Ulaşım istenirse bedavaya yakın olur...
Benim köyüm Ankara'ya 320 km uzaklıkta.
Köyümde yaşar Anakaraya işe gider gelirim.
Köylerde ve kasabalarda tarım canlanır...
Şehirlerde hapishane hayatı biter...
İstanbul nüfusu 20 milyondan 5 milyona düşer...
Konut sıkıntısı biter...
Hızın faydasını saymakla bitiremeyiz ki.
Düşünün bir kere Ankara'da sabah 6'da kalkıyorum.
1.5 saat sonra Antalya'da, Konya Altı plajındayım.
Akşam 18'de trene binip 1.5 saat sonra evime dönüyorum.
Daha da önemlisi, ailemin yanında kalır, onlara yük olmadan üniversiteme her gün gider gelirim...
Kültürel Miras Seferberliği ***
Yolcu uçaklarından daha hızlılar...
SAATTE 1.450 KM VEYA SAATTE 600 KM HIZLA GİDEN TRENLERİ TAVSİYE ETMEKTEN VAZ GEÇTİM.
EN DÜŞÜK HIZA SAHİP 450 KM HIZLA GİDEN HIZLI TRENİ TAVSİYE EDİYORUM...
Dr. Muzaffer Kılıç *
Ne mi olur..?
Saatte 450 km hızla giden, elektriğini güneş enerjisi ile karşılayan trenlerle şehirler birbirine bağlanmalıdır...
NE Mİ OLUR..?
Düşünün Antalya'daki üretici 2 saat sonra ürettiği sebzeyi İstanbul pazarına getiriyor.
Nakliye bedavaya yakın...
Konya'da üreticisi bir saat sonra ürettiği ürünü Mersin limanına getiriyor.
Iğdır kayısısı 3 saat sonra İstanbul'da.
Enerji güneşten. Ulaşım istenirse bedavaya yakın olur...
Benim köyüm Ankara'ya 320 km uzaklıkta.
Köyümde yaşar Anakaraya işe gider gelirim.
Köylerde ve kasabalarda tarım canlanır...
Şehirlerde hapishane hayatı biter...
İstanbul nüfusu 20 milyondan 5 milyona düşer...
Konut sıkıntısı biter...
Hızın faydasını saymakla bitiremeyiz ki.
Düşünün bir kere Ankara'da sabah 6'da kalkıyorum.
1.5 saat sonra Antalya'da, Konya Altı plajındayım.
Akşam 18'de trene binip 1.5 saat sonra evime dönüyorum.
Daha da önemlisi, ailemin yanında kalır, onlara yük olmadan üniversiteme her gün gider gelirim...
Kültürel Miras Seferberliği ***
1 ay önce
Where to Buy Authentic Gemstones in the USA
https://www.gemstonesforsa...
Finding authentic gemstones in the USA can be a challenge without knowing where to look. Whether you’re a collector, jewelry designer, or spiritual enthusiast, choosing genuine, high-quality stones is essential. A reliable Gemstone Online Shop offers verified natural gemstones with transparency in sourcing, grading, and pricing. From opals to moonstones and labradorite, online platforms give you access to a vast selection with expert guidance and certification. Shop smart by exploring trusted online gemstone retailers that prioritize authenticity, craftsmanship, and customer service. Discover your perfect gem today and add brilliance to your collection with confidence.
https://www.gemstonesforsa...
Finding authentic gemstones in the USA can be a challenge without knowing where to look. Whether you’re a collector, jewelry designer, or spiritual enthusiast, choosing genuine, high-quality stones is essential. A reliable Gemstone Online Shop offers verified natural gemstones with transparency in sourcing, grading, and pricing. From opals to moonstones and labradorite, online platforms give you access to a vast selection with expert guidance and certification. Shop smart by exploring trusted online gemstone retailers that prioritize authenticity, craftsmanship, and customer service. Discover your perfect gem today and add brilliance to your collection with confidence.
1 ay önce
Ticaret açısından Yahudilerle Türklerin farkları!
Hiçbir başarı tesadüf değildir" sözünde olduğu gibi ticarette Yahudilerin başarısı da tesadüf değildir. Belirli bir bilgi birikimine ve tecrübelerin nesilden nesile aktarılmasına dayalıdır.
Ticarette esas olan sadece para kazanmak değildir. Para kazanmak ticaretin bir aşamasıdır. Esas olan kazandığınız parayı tutmak ve doğru yerlerde değerlendirmektir. Serveti nesillerden nesillere aktarmak ise başlı başına bir beceridir.
Türklerin ticarette başarılı olması için Yahudilerin ticaret prensiplerini çok iyi anlaması gerekiyor. Geçmişte bunu anlasaydık bugün çok farklı noktalarda olurduk.
Şimdi gelelim Yahudiler ile Türklerin ticaret açısından karşılaştırmasına.
1) Yahudiler 10 liraları varsa en fazla 5 liralık iş yaparlar. 5 lirayı yedekte tutarlar. Türkler ise 10 liraları varsa 100 liralık hatta -imkan bulurlarsa- 1.000 liralık iş yapmaya kalkarlar. Yahudiler ticareti sermayenin gücüyle yapmaya çalışırlar. Yedek akçeleri hatta yedeğin yedeği akçeleri vardır. Türklerde ise varsa yoksa tüm para ticarethane, şirket veya fabrikadadır. Yedek akçe sermayenin onda biri kadar bile yoktur. Yedeğin yedeği ise hak getire..
2) Yahudiler babalarının, dedelerinin veya büyük dedelerinin yaptığı işi yapmaya özen gösterirler. Yani yaptıkları işte ailelerinin bilgi birikimi vardır. Kuşaktan kuşağa aktarılır. Bir Yahudi eczacıysa muhtemelen babası da dedesi de eczacıdır. Çocukları ve torunları da eczacı olur. Biz de baba evladı, evlat babayı beğenmez. Evlatlar özellikle babalarının yaptığı işi yapmamaya özen gösterir. Babasının yaptığı işi yapmayı "ayıp" kabul eder.
Türkler ataerkil görünümlü anaerkil bir toplumdur. Çocuklar amcadan daha çok dayıya yakındır. Çocukluğundan itibaren annenin de etkisiyle tüm kurgusu babayı beğenmemek üzerinedir.
Bunların doğal sonucu olarak Türk ailelerinde ticaret bilgi birikimi oluşmaz. Oluşsa bile kuşaklardan kuşaklara aktarılmaz. Servet, kazananla toprak olup gider. Çoğu kişi servetini ömrünün sonuna kadar koruyamaz.
3) Yahudiler 10 liraları varsa 1 liralık hayat yaşarlar. Gösterişten genel olarak kaçınırlar. Dikkatleri üzerlerine çekmemek için uğraşırlar. Mütevazılık öncelikli tercihleridir.
Türkler ise parayı ve serveti gösteriş için kazanır. Harcar. 10 lirası varsa "100 lirası var" havası oluşturmayı sever. Gösterişte kullanılmayacak serveti "lüzumsuz" olarak görürler.
Arapların ticaret yetenekleri Yahudilerden aşağı kalmaz. Bir Arap atasözü der ki: Bir baba kudretinden aşağı derecede, çocukları kudreti nisbetinde, kadını da kudretinin fevkinde giyinmelidir.
4) Yahudiler aile içi eğitime çok önem verirler. Milattan Sonra 70 yılında Romalılar İsrail'i yerle bir ettikten sonra Yahudileri dünyanın dört bir tarafına dağıtmışlar. Yahudiler ayakta kalabilmek için her aileyi okul haline getirmişler. Çocuklarına 3 -4 yaşında İbranice'yi 7 yaşında Yidişçe'yi öğretmişler. Bir de yaşadıkları ülkenin dilini öğrenmişler. Evrensel dillerden en az birini de bilirler. Yani bir Yahudi en az 3-4 dil bilir.
Türkler eğitime önem vermezler. Anadillerine bile hakim değillerdir. Dünyanın her yerinde el-kol ile anlaşırlar :) Evrensel dillerden sadece el-kol ile anlaşmayı bilirler. Ana dilden sonra nüfusun tamamı bu dili bilir :)
5) Yahudiler ticaretten kazandıkları parayı genelde nakitte ve nakite kolay dönüşecek varlıklarda tutarlar. Türkler ise parayı nakite en zor dönüşecek varlık grubu olan taşa toprağa yatırırlar.
6) Yahudiler çocukları öğrenciyken hafta sonları ve yaz tatillerinde çocuklarını çalıştırırlar. Burada ince bir detay vardır. Kendi iş yerlerinde değil. Başka Yahudi ailelerin iş yerlerinde... Niye? Başka ailelerdeki ticaret kültürünü görsün. Kendi ailesindeki ticaret kültürü ile karşılaştırsın. Eksiklikleri ve yanlışlıkları tamamlasın diye...
Türklerde ise çocuklar babalarının iş yerlerinde "prens" ya da "prenses" ünvanıyla iş hayatına atılır. Sonrası malumunuz :)
7) Yahudilerin önceliği komisyonculuktur. Yani sermaye koymadan para kazanmaktır. Bir Yahudi oğluna ticareti öğretiyormuş. Tavsiyesi şu olmuş: Oğlum çok para kazanmak istiyorsan bir şeyler yap-sat. Üret-sat. Daha çok kazanmak istiyorsan al-sat. Daha daha çok kazanmak istiyorsan almadan sat. Önce sat. Sonra al.
Türklerde ise komisyonculuk muteber bir iş değildir. Yapılacak işe sermaye bağlanır. Sermaye bağlanmadan iş yapmayı Türklerin hafsalası almaz.
😎 Yahudilerde iş yaptıkları insanları kalkındırmak esastır. İş yaptıkları insanlar ne kadar kalkınırsa kendilerinin de kazançları o oranda artacağına inanırlar.
Türkler ise iş yaptıkları insanları düşman olarak görür. İş yaptıkları insanların kendileri için yaptığı işte zarar etmesinden keyif alır.
9) Yahudiler yılın belli bölümlerden dünyayı dolaşır. Yenilikleri görür. İnceler. Özellikle gelişmiş ülkelerdeki yeni ürünleri gelişmemiş ülkelere götürerek para kazanır. İnovasyona açıktır.
Türkler ise işlerinden başlarını kaşıyacak vakitleri yoktur. Değişime kapalıdır. Bir yol tuttururlar. Tutturdukları yolun sonsuza kadar gideceğine inanırlar.
10) Dünyada seks endüstrisinde para harcayan 4 millet vardır. Bunlar sırasıyla; Araplar, Yahudiler, İtalyanlar ve Türklerdir.
Yahudiler her ne kadar çapkınlık ve kaçamak yapsalar da aile birliğini ayakta tutmaya çalışırlar. Yattıkları fahişelerle evlenmeyi düşünmezler.
Türkler ise parayı bulduktan sonra yaptıkları ilk iş ya boşanmak ya ikinci evlilik ya da metres ilişkisidir.
Ailenin önemini genelde serveti kaybettikten sonra anlarlar.
11) Yahudilerde aile birliği ve dirliği esastır. Aile huzuru önemlidir. Aile içi çatışmalardan kaçınılır. Sorunlar yaşanmaz mı? Mutlaka yaşanır. Ama çözülmesi için aile üyeleri elinden geleni yapar.
Türklerde ise servet oluşmaya başladıktan sonra aile içi gerginlikler artar. Kim kime dum duma psikolojisine girilir. Aile içi savaşlar servetin bitmesine neden olur.
12) Yahudiler tüm anlaşmaları yazılı olarak yaparlar. Sözleşmeye önem verirler. Sözleşme işin parçasıdır.
Türklerde ise her şey güvene dayalıdır. Sözleşme istemek karşısındakine hakaret olarak kabul edilir.
Durumun özeti 80 yaşın üstündeki bir avukata atfedilen şu sözü hatırlayın: Yaklaşık 60 yıla yakın meslek hayatımda baktığım davaların yüzde 90'ından fazlası güvene ve güvene dayalı ilişkilerden kaynaklanıyordu.
13) Yahudiler bir işi araştırıken olumlu ve olumsuz tüm yönlerini didik didik incelerler. Öncelikle olumsuz yönlerine dikkat kesilirler. Matematiksel düşünceden hiç ayrılmazlar. Kesin kazancı görmeden kolları sıvamazlar.
Türkler ise bir işe inanmaları yeterlidir. İnandıktan sonra işin hep olumlu taraflarını düşünürler. Olumsuz taraflarını söyleyenleri sevmezler.
14) Yahudilerde tasarruf kültürü vardır. Günlük, aylık veya yıllık kazancın belirli bir kısmını "yedek akçe" olarak ayırırlar.
Türkler geçmişte tasarrufa önem verirdi. Tencerede pişirip kapağında yedi. 1980 sonrasında tasarruf kültürünü bir yana bıraktı. Şimdilerde borçla yaşıyorlar.
15) Yahudiler girecekleri işlerde başkalarının deneyimlerine önem verirler. Başkalarının deneyimlerini önemserler. Kendilerine ders çıkartırlar.
Türkler ise deneme yanılma yöntemiyle öğrenirler. Bir şeyi anlamaları için illa ki damdan düşmeleri gerekir. Damdan düşmeden öğrenmeyi bilmezler.
16) Yahudilerde dayanışma kültürü vardır. İş yaparken birbirleriyle dayanışma içindedirler. Birbirlerine el verirler. Ticarette birlik ve beraberlik içinde hareket ederler.
Türklerde ise dayanışma yerine savaş vardır. Birbirlerinin kuyusunu kazmaya meraklıdırlar. Hasetle hareket ederler. Başarana çamur atarlar. Başaranın tepesi üstü çakılması için elinden geleni yaparlar"
Hiçbir başarı tesadüf değildir" sözünde olduğu gibi ticarette Yahudilerin başarısı da tesadüf değildir. Belirli bir bilgi birikimine ve tecrübelerin nesilden nesile aktarılmasına dayalıdır.
Ticarette esas olan sadece para kazanmak değildir. Para kazanmak ticaretin bir aşamasıdır. Esas olan kazandığınız parayı tutmak ve doğru yerlerde değerlendirmektir. Serveti nesillerden nesillere aktarmak ise başlı başına bir beceridir.
Türklerin ticarette başarılı olması için Yahudilerin ticaret prensiplerini çok iyi anlaması gerekiyor. Geçmişte bunu anlasaydık bugün çok farklı noktalarda olurduk.
Şimdi gelelim Yahudiler ile Türklerin ticaret açısından karşılaştırmasına.
1) Yahudiler 10 liraları varsa en fazla 5 liralık iş yaparlar. 5 lirayı yedekte tutarlar. Türkler ise 10 liraları varsa 100 liralık hatta -imkan bulurlarsa- 1.000 liralık iş yapmaya kalkarlar. Yahudiler ticareti sermayenin gücüyle yapmaya çalışırlar. Yedek akçeleri hatta yedeğin yedeği akçeleri vardır. Türklerde ise varsa yoksa tüm para ticarethane, şirket veya fabrikadadır. Yedek akçe sermayenin onda biri kadar bile yoktur. Yedeğin yedeği ise hak getire..
2) Yahudiler babalarının, dedelerinin veya büyük dedelerinin yaptığı işi yapmaya özen gösterirler. Yani yaptıkları işte ailelerinin bilgi birikimi vardır. Kuşaktan kuşağa aktarılır. Bir Yahudi eczacıysa muhtemelen babası da dedesi de eczacıdır. Çocukları ve torunları da eczacı olur. Biz de baba evladı, evlat babayı beğenmez. Evlatlar özellikle babalarının yaptığı işi yapmamaya özen gösterir. Babasının yaptığı işi yapmayı "ayıp" kabul eder.
Türkler ataerkil görünümlü anaerkil bir toplumdur. Çocuklar amcadan daha çok dayıya yakındır. Çocukluğundan itibaren annenin de etkisiyle tüm kurgusu babayı beğenmemek üzerinedir.
Bunların doğal sonucu olarak Türk ailelerinde ticaret bilgi birikimi oluşmaz. Oluşsa bile kuşaklardan kuşaklara aktarılmaz. Servet, kazananla toprak olup gider. Çoğu kişi servetini ömrünün sonuna kadar koruyamaz.
3) Yahudiler 10 liraları varsa 1 liralık hayat yaşarlar. Gösterişten genel olarak kaçınırlar. Dikkatleri üzerlerine çekmemek için uğraşırlar. Mütevazılık öncelikli tercihleridir.
Türkler ise parayı ve serveti gösteriş için kazanır. Harcar. 10 lirası varsa "100 lirası var" havası oluşturmayı sever. Gösterişte kullanılmayacak serveti "lüzumsuz" olarak görürler.
Arapların ticaret yetenekleri Yahudilerden aşağı kalmaz. Bir Arap atasözü der ki: Bir baba kudretinden aşağı derecede, çocukları kudreti nisbetinde, kadını da kudretinin fevkinde giyinmelidir.
4) Yahudiler aile içi eğitime çok önem verirler. Milattan Sonra 70 yılında Romalılar İsrail'i yerle bir ettikten sonra Yahudileri dünyanın dört bir tarafına dağıtmışlar. Yahudiler ayakta kalabilmek için her aileyi okul haline getirmişler. Çocuklarına 3 -4 yaşında İbranice'yi 7 yaşında Yidişçe'yi öğretmişler. Bir de yaşadıkları ülkenin dilini öğrenmişler. Evrensel dillerden en az birini de bilirler. Yani bir Yahudi en az 3-4 dil bilir.
Türkler eğitime önem vermezler. Anadillerine bile hakim değillerdir. Dünyanın her yerinde el-kol ile anlaşırlar :) Evrensel dillerden sadece el-kol ile anlaşmayı bilirler. Ana dilden sonra nüfusun tamamı bu dili bilir :)
5) Yahudiler ticaretten kazandıkları parayı genelde nakitte ve nakite kolay dönüşecek varlıklarda tutarlar. Türkler ise parayı nakite en zor dönüşecek varlık grubu olan taşa toprağa yatırırlar.
6) Yahudiler çocukları öğrenciyken hafta sonları ve yaz tatillerinde çocuklarını çalıştırırlar. Burada ince bir detay vardır. Kendi iş yerlerinde değil. Başka Yahudi ailelerin iş yerlerinde... Niye? Başka ailelerdeki ticaret kültürünü görsün. Kendi ailesindeki ticaret kültürü ile karşılaştırsın. Eksiklikleri ve yanlışlıkları tamamlasın diye...
Türklerde ise çocuklar babalarının iş yerlerinde "prens" ya da "prenses" ünvanıyla iş hayatına atılır. Sonrası malumunuz :)
7) Yahudilerin önceliği komisyonculuktur. Yani sermaye koymadan para kazanmaktır. Bir Yahudi oğluna ticareti öğretiyormuş. Tavsiyesi şu olmuş: Oğlum çok para kazanmak istiyorsan bir şeyler yap-sat. Üret-sat. Daha çok kazanmak istiyorsan al-sat. Daha daha çok kazanmak istiyorsan almadan sat. Önce sat. Sonra al.
Türklerde ise komisyonculuk muteber bir iş değildir. Yapılacak işe sermaye bağlanır. Sermaye bağlanmadan iş yapmayı Türklerin hafsalası almaz.
😎 Yahudilerde iş yaptıkları insanları kalkındırmak esastır. İş yaptıkları insanlar ne kadar kalkınırsa kendilerinin de kazançları o oranda artacağına inanırlar.
Türkler ise iş yaptıkları insanları düşman olarak görür. İş yaptıkları insanların kendileri için yaptığı işte zarar etmesinden keyif alır.
9) Yahudiler yılın belli bölümlerden dünyayı dolaşır. Yenilikleri görür. İnceler. Özellikle gelişmiş ülkelerdeki yeni ürünleri gelişmemiş ülkelere götürerek para kazanır. İnovasyona açıktır.
Türkler ise işlerinden başlarını kaşıyacak vakitleri yoktur. Değişime kapalıdır. Bir yol tuttururlar. Tutturdukları yolun sonsuza kadar gideceğine inanırlar.
10) Dünyada seks endüstrisinde para harcayan 4 millet vardır. Bunlar sırasıyla; Araplar, Yahudiler, İtalyanlar ve Türklerdir.
Yahudiler her ne kadar çapkınlık ve kaçamak yapsalar da aile birliğini ayakta tutmaya çalışırlar. Yattıkları fahişelerle evlenmeyi düşünmezler.
Türkler ise parayı bulduktan sonra yaptıkları ilk iş ya boşanmak ya ikinci evlilik ya da metres ilişkisidir.
Ailenin önemini genelde serveti kaybettikten sonra anlarlar.
11) Yahudilerde aile birliği ve dirliği esastır. Aile huzuru önemlidir. Aile içi çatışmalardan kaçınılır. Sorunlar yaşanmaz mı? Mutlaka yaşanır. Ama çözülmesi için aile üyeleri elinden geleni yapar.
Türklerde ise servet oluşmaya başladıktan sonra aile içi gerginlikler artar. Kim kime dum duma psikolojisine girilir. Aile içi savaşlar servetin bitmesine neden olur.
12) Yahudiler tüm anlaşmaları yazılı olarak yaparlar. Sözleşmeye önem verirler. Sözleşme işin parçasıdır.
Türklerde ise her şey güvene dayalıdır. Sözleşme istemek karşısındakine hakaret olarak kabul edilir.
Durumun özeti 80 yaşın üstündeki bir avukata atfedilen şu sözü hatırlayın: Yaklaşık 60 yıla yakın meslek hayatımda baktığım davaların yüzde 90'ından fazlası güvene ve güvene dayalı ilişkilerden kaynaklanıyordu.
13) Yahudiler bir işi araştırıken olumlu ve olumsuz tüm yönlerini didik didik incelerler. Öncelikle olumsuz yönlerine dikkat kesilirler. Matematiksel düşünceden hiç ayrılmazlar. Kesin kazancı görmeden kolları sıvamazlar.
Türkler ise bir işe inanmaları yeterlidir. İnandıktan sonra işin hep olumlu taraflarını düşünürler. Olumsuz taraflarını söyleyenleri sevmezler.
14) Yahudilerde tasarruf kültürü vardır. Günlük, aylık veya yıllık kazancın belirli bir kısmını "yedek akçe" olarak ayırırlar.
Türkler geçmişte tasarrufa önem verirdi. Tencerede pişirip kapağında yedi. 1980 sonrasında tasarruf kültürünü bir yana bıraktı. Şimdilerde borçla yaşıyorlar.
15) Yahudiler girecekleri işlerde başkalarının deneyimlerine önem verirler. Başkalarının deneyimlerini önemserler. Kendilerine ders çıkartırlar.
Türkler ise deneme yanılma yöntemiyle öğrenirler. Bir şeyi anlamaları için illa ki damdan düşmeleri gerekir. Damdan düşmeden öğrenmeyi bilmezler.
16) Yahudilerde dayanışma kültürü vardır. İş yaparken birbirleriyle dayanışma içindedirler. Birbirlerine el verirler. Ticarette birlik ve beraberlik içinde hareket ederler.
Türklerde ise dayanışma yerine savaş vardır. Birbirlerinin kuyusunu kazmaya meraklıdırlar. Hasetle hareket ederler. Başarana çamur atarlar. Başaranın tepesi üstü çakılması için elinden geleni yaparlar"
1 ay önce
ÜLKÜCÜ ŞEHİT ALPER TUNGA UYTUN
13 NİSAN 1979 İSTANBUL
9.12. 1955 yılında Malatya’da dünyaya geldi. Ailece Tunceli İli Çemişkezek İlçesindendi. Babası Nurettin Uytun’un işinden dolayı çeşitli şehirlerde ikamet ettiler. Çocukluğu Elazığ ve Eskişehir’de geçti. 1967 yılında Ankara Keçiören’de ilkokulu bitirdi. Keçiören Güllüoğlu Ortaokulundan 1970 yılında mezun oldu. Keçiören Lisesini 1975 yılında bitirdi. İstanbul Anadoluhisarı Gençlik ve Spor Akademisini kazandı ve oraya kaydını yaptırdı. Ülküdaşımız çocuk yaşlarda Milliyetçi yayın organlarıyla tanışmış ve Türk İslam Ülküsü çerçevesinde yetişmiştir. Ankara Keçiören Büyük Ülkü Derneği ve Ülkü Ocakları Derneğinde aktif görev aldı.
OLAY GÜNÜ
Ülküdaşlarıyla birlikte Cuma namazı için camiye gittiler. Camiden çıktığında, pusuda bekleyen bir grup devrimci solcu komünistin saldırısına uğradı. 3 yerinden bıçaklandı. Ülküdaşımız ağır yaralandı. Hastaneye kaldırıldıysa da kurtulamadı, şehit oldu.
Ne acıdır ki Cami cemaati bu olayı görmüş ve seyir etmişti. Cami cemaatine dönerek ülküdaşımız şöyle seslenmişti :” Bir Müslüman saldırılıyor, hiçbiriniz müdahale etmiyorsunuz.! Bu böyle giderse, korkarım sizde aynı akıbete uğrayacaksınız.”
13 NİSAN 1979 İSTANBUL
9.12. 1955 yılında Malatya’da dünyaya geldi. Ailece Tunceli İli Çemişkezek İlçesindendi. Babası Nurettin Uytun’un işinden dolayı çeşitli şehirlerde ikamet ettiler. Çocukluğu Elazığ ve Eskişehir’de geçti. 1967 yılında Ankara Keçiören’de ilkokulu bitirdi. Keçiören Güllüoğlu Ortaokulundan 1970 yılında mezun oldu. Keçiören Lisesini 1975 yılında bitirdi. İstanbul Anadoluhisarı Gençlik ve Spor Akademisini kazandı ve oraya kaydını yaptırdı. Ülküdaşımız çocuk yaşlarda Milliyetçi yayın organlarıyla tanışmış ve Türk İslam Ülküsü çerçevesinde yetişmiştir. Ankara Keçiören Büyük Ülkü Derneği ve Ülkü Ocakları Derneğinde aktif görev aldı.
OLAY GÜNÜ
Ülküdaşlarıyla birlikte Cuma namazı için camiye gittiler. Camiden çıktığında, pusuda bekleyen bir grup devrimci solcu komünistin saldırısına uğradı. 3 yerinden bıçaklandı. Ülküdaşımız ağır yaralandı. Hastaneye kaldırıldıysa da kurtulamadı, şehit oldu.
Ne acıdır ki Cami cemaati bu olayı görmüş ve seyir etmişti. Cami cemaatine dönerek ülküdaşımız şöyle seslenmişti :” Bir Müslüman saldırılıyor, hiçbiriniz müdahale etmiyorsunuz.! Bu böyle giderse, korkarım sizde aynı akıbete uğrayacaksınız.”
2 ay önce
YAŞI 50/75 ARASI OLANLAR MUTLAKA OKUYUN
Bir solukta okuyacağınız çok güzel bir yazı.
Hepsi şahsına münhasır özel üretilmiş, yokluklar içinde yetişmiş yaralı bir nesil…....
PEKİ KİM BUNLAR
1945 ile 1970 yılları arasında bu dünyaya merhaba demiş en genci 50, en delikanlısı
70 yaşında HALA 18’LİK DELİ TAYLAR GİBİ İDEALLERİNİN PEŞİNDEN KOŞAN HESAPSIZ BİR NESİL..
Hiçbirinin altına hazır bez bağlanmamış…
Şeker çuvalından pantolon, canik lastikten ayakkabı giymiş…
Okulda ABD süt tozu içirilerek beslenmiş,
bir garip nesil…
Hiçbirinin renkli çocukluk resmi olmamış…
Hatta hiç bebeklik çocukluk resmi olmamış…
Hiç biri kreş, dershane, özel okul görmemiş…
Ama hepsi profesörlere ders verecek kadar
bilgi sahibi olan bir tuhaf nesil…
Harp görmüş, darp görmüş…
Baskı, çatışma, sorguda işkence görmüş…
Karakolda sorgu da Filistin askısını, ceza evinde isyanla tanışmış.
En azı 5 ihtilal, 6 muhtıra, 7 post-modern darbeden sağ salim paçayı yırtmış…
En azı 10 ekonomik krizden nasibini almış…
Tecrübe abidesi yoklukla terbiye edilmiş,
direnç abidesi bir nesil...
Ne yaptıysa yoluyla yordamıyla kendi meşrebine uygun ahlakına yakışanı yapmış.
68’liler de 78’liler de bu neslin deli tayları,
ipe sapa gelmeyen savaşçıları da bu neslin temsilcileri tarihe adlarını kanları ile yazmıştır…
Bunlar bu neslin üretim harikası mı yoksa üretim hatası mı tartışılır ama bu neslin istisnasız tamamı karşılıksız hesapsız
bu vatanı sevmiş…
1950 ve 1970 yılları arasında doğanlar gerçekten özel üretim, çoğu yatılı okumuş, kardeşlik ve paylaşma duygusu zirve yapmış…
Çok kitap okumuş, en azı liseyi bitirmiş, hayatı yaşayarak öğrenmiş…
Çoğu simitçilik, olmadı ayakkabı boyacısı, tamirci çırağı, inşatta amelelik, pazarcılık hamallık yaparak okul harçlığını çıkarmıştır…
Ne ailesine ne devletine ekonomik yük olmamış, geneli bir baltaya sap olmuştur…
Muhanete muhtaç da olmamış, ezilmiş ama ezik kalmamış.
Dik durmuş dikleşmemiş kendi şahsına münhasır özel bir nesildir…
Görevini, sorumluluğunu bilen… Onuru için bir pireye bir yorgan yakan, öfkeli hırçın bir acayip nesil bu 1950 ile 1970 yılları arasında doğan dinazorlar…
İyi bakın, bunlar bu son kalan kadife ye sarılmış çelik yumruk misali yumuşak gözüküp indiği yeri dağıtan bu özel neslin öfkesinden sakının.…
Bunlara iyi bakın,Çünkü bunların nesilleri tükenmek üzere…
Bunların üretimi sonlandı…
Kullanım sureleri doldu, tedavülden kalkıyor…
Neden bu nesil özel biliyor musunuz..?
Bu neslin üzerinden silindir gibi devlet geçti…
Dozer gibi dünya milletleri geçti…
Hayat bu nesli sınadı, ama tüketemedi…
Bu nesil, ihanetin acısını, dost hançerinin sancısını, ölümüne yoldaşlığı, mezara kadar arkadaşlığı bildi…
Dostu için can vermeyi de, elindeki son lokmayı paylaşmayı da, sadakati de vefayı da bildi…
Bu nesil, katı, aksi, deli, serttir…
Bir o kadarda merttir, hoş görülü ve merhametlidir…
Bu neslin yaşarken öğrendikleri bilgi ve kaybederken edindikleri tecrübe en büyük servetidir…
Yani bu 1950 ve 1970 yılları arasında doğan dinazorlar tam bir müzelik antika nesildir…
Onun için 1950 ile 1970 yılları arasında doğmuş, hala inadına yaşayan, ana baba,
amca, dayı, teyze, hala, yenge dede anneanne babaanne her neyiniz varsa değerini bilin..!
Çünkü bunlar elinizdeki son değerli hazinelerinizdir…
Oturun onlarla konuşun, dinleyin onlardan geçmişi öğrenin…
Sonra arar da bulamazsınız…
Çünkü onlar yakın tarihin son canlı kaynak kişileri, her biri iki ayaklı sözlü yakın tarih kitabıdır...
Alıntı
Bir solukta okuyacağınız çok güzel bir yazı.
Hepsi şahsına münhasır özel üretilmiş, yokluklar içinde yetişmiş yaralı bir nesil…....
PEKİ KİM BUNLAR
1945 ile 1970 yılları arasında bu dünyaya merhaba demiş en genci 50, en delikanlısı
70 yaşında HALA 18’LİK DELİ TAYLAR GİBİ İDEALLERİNİN PEŞİNDEN KOŞAN HESAPSIZ BİR NESİL..
Hiçbirinin altına hazır bez bağlanmamış…
Şeker çuvalından pantolon, canik lastikten ayakkabı giymiş…
Okulda ABD süt tozu içirilerek beslenmiş,
bir garip nesil…
Hiçbirinin renkli çocukluk resmi olmamış…
Hatta hiç bebeklik çocukluk resmi olmamış…
Hiç biri kreş, dershane, özel okul görmemiş…
Ama hepsi profesörlere ders verecek kadar
bilgi sahibi olan bir tuhaf nesil…
Harp görmüş, darp görmüş…
Baskı, çatışma, sorguda işkence görmüş…
Karakolda sorgu da Filistin askısını, ceza evinde isyanla tanışmış.
En azı 5 ihtilal, 6 muhtıra, 7 post-modern darbeden sağ salim paçayı yırtmış…
En azı 10 ekonomik krizden nasibini almış…
Tecrübe abidesi yoklukla terbiye edilmiş,
direnç abidesi bir nesil...
Ne yaptıysa yoluyla yordamıyla kendi meşrebine uygun ahlakına yakışanı yapmış.
68’liler de 78’liler de bu neslin deli tayları,
ipe sapa gelmeyen savaşçıları da bu neslin temsilcileri tarihe adlarını kanları ile yazmıştır…
Bunlar bu neslin üretim harikası mı yoksa üretim hatası mı tartışılır ama bu neslin istisnasız tamamı karşılıksız hesapsız
bu vatanı sevmiş…
1950 ve 1970 yılları arasında doğanlar gerçekten özel üretim, çoğu yatılı okumuş, kardeşlik ve paylaşma duygusu zirve yapmış…
Çok kitap okumuş, en azı liseyi bitirmiş, hayatı yaşayarak öğrenmiş…
Çoğu simitçilik, olmadı ayakkabı boyacısı, tamirci çırağı, inşatta amelelik, pazarcılık hamallık yaparak okul harçlığını çıkarmıştır…
Ne ailesine ne devletine ekonomik yük olmamış, geneli bir baltaya sap olmuştur…
Muhanete muhtaç da olmamış, ezilmiş ama ezik kalmamış.
Dik durmuş dikleşmemiş kendi şahsına münhasır özel bir nesildir…
Görevini, sorumluluğunu bilen… Onuru için bir pireye bir yorgan yakan, öfkeli hırçın bir acayip nesil bu 1950 ile 1970 yılları arasında doğan dinazorlar…
İyi bakın, bunlar bu son kalan kadife ye sarılmış çelik yumruk misali yumuşak gözüküp indiği yeri dağıtan bu özel neslin öfkesinden sakının.…
Bunlara iyi bakın,Çünkü bunların nesilleri tükenmek üzere…
Bunların üretimi sonlandı…
Kullanım sureleri doldu, tedavülden kalkıyor…
Neden bu nesil özel biliyor musunuz..?
Bu neslin üzerinden silindir gibi devlet geçti…
Dozer gibi dünya milletleri geçti…
Hayat bu nesli sınadı, ama tüketemedi…
Bu nesil, ihanetin acısını, dost hançerinin sancısını, ölümüne yoldaşlığı, mezara kadar arkadaşlığı bildi…
Dostu için can vermeyi de, elindeki son lokmayı paylaşmayı da, sadakati de vefayı da bildi…
Bu nesil, katı, aksi, deli, serttir…
Bir o kadarda merttir, hoş görülü ve merhametlidir…
Bu neslin yaşarken öğrendikleri bilgi ve kaybederken edindikleri tecrübe en büyük servetidir…
Yani bu 1950 ve 1970 yılları arasında doğan dinazorlar tam bir müzelik antika nesildir…
Onun için 1950 ile 1970 yılları arasında doğmuş, hala inadına yaşayan, ana baba,
amca, dayı, teyze, hala, yenge dede anneanne babaanne her neyiniz varsa değerini bilin..!
Çünkü bunlar elinizdeki son değerli hazinelerinizdir…
Oturun onlarla konuşun, dinleyin onlardan geçmişi öğrenin…
Sonra arar da bulamazsınız…
Çünkü onlar yakın tarihin son canlı kaynak kişileri, her biri iki ayaklı sözlü yakın tarih kitabıdır...
Alıntı