3 gün önce
Selamün aleyküm. #Ramazan bayramımız kutlu olsun. Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
4 gün önce
MUSUL, KERKÜK SATILDI DİYENLER OKUSUN
1920 SONRASI;
İNGİLİZ, FRANSIZ, RUS VE ERMENİ DESTEKLİ KÜRT İSYANLARI...
Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesinin ardından, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde kurulan, Türkiye Cumhuriyeti döneminde de Kürt İsyanları değişik sebepleri ileri sürerek devam etmiştir.
Cumhuriyet döneminde meydana gelen bu isyanlar, dönemin hükümetleri tarafından sert bir biçimde engellenmiş ve isyanların ülkeye zarar vermeleri önlenmiştir. 1920 ‘den başlamak üzere Cumhuriyet döneminde, belli başlı Kürt isyanlarını tarih sırasına göre şöyle sıralamak mümkündür.
- Milli Aşiret Ayaklanması (1 Haziran – 8 Eylül 1920)
- Cemil Çeto İsyanı (7 Haziran 1920)
- Koçkiri İsyanı (6 Mart – 17 Haziran 1921)
- Nasturi Ayaklanması (7 Ağustos – 26 Eylül 1924)
- Beytüşşebeb İsyanı (4 Eylül 1924, Ali Rıza, İhsan Nuri)
- Şıh Sait İsyanı (13 Şubat – 30 Mayıs 1925 -Nehri İsyanı (10 Haziran 1925)
- Rişkoti ve Raman Tedip Harekatı (9-12 Ağustos 1925, Batman)
- Birinci Sason İsyanı (Kasım 1925, Diyarbakır, Batman)
- Hazro İsyanı (21 Ocak 1926, Diyarbakır)
- Birinci Ağrı Harekatı (16 Mayıs – 17 Haziran 1926)
- Koçuşağı İsyanı (7 Ekim – 30 Kasım 1926)
- Mutki İsyanı (26 Mayıs – 25 Ağustos 1927, Mutki)
- İkinci Ağrı Harekatı (13 – 20 Eylül 1927
- Bical Tenkil Harekatı 7 Ekim – 17 Kasım 1927, Bicar)
- Resul İsyanı (22 Mayıs – 3 Ağustos 1929)
- Tendürek Harekatı (14 – 27 Eylül 1929, Tendürek)
- Savur Tenkil Harekatı (20 Mayıs – 9 Haziran 1930, Savur)
- Zeylan İsyanı (20 Haziran – Eylül 1930, Zeylan)
- Üçüncü Ağrı Harekatı (7 – 14 Eylül 1930)
- Oramar (Hakkari) Ayaklanması (İsyanı 16 Temmuz – 10 Ekim 1930)
- Şıh Mahmut Berzenci İsyancı (Eylül 1930, Irak)
- Pülümür Harekatı (8 Ekim – 14 Kasım 1930, Pülümür)
-Şıh Ahmet Barzani İsyanı (Kasım 1931, Irak)
- Buban Aşireti İsyanı (1934)
- İkinci Sason İsyanı (Ocak 1937, Diyarbakır, Batman)
- Dersim (Tunceli) İsyanı (21 Mart 1937, Seyit Rıza)
Cumhuriyet döneminde meydana gelen bu isyanlar, ülkenin ilerlemesinin önünde büyük engeller oluşturmuştur. Bölgeyi kendisi açısından Musul Petrollerinin varlığı sebebiyle vazgeçilmez olarak niteleyen İngiltere başta olmak üzere diğer Batılı devletler buraya birçok ajan göndermişlerdir.
Kaynak: Turan Bozkurt, Atatürk’ün Doğu Politikası ve Kürt İsyanları.
***
ADINA “KÜRT İSYANLARI” DEDİLER!
Yıl 1907:
Şeyh 2'nci Abdusselam Barzani tam yedi yıl boyunca Osmanlı'ya isyan etmiş, ama adı isyanlar listesinde yok.
Yıl 1925.
Şeyh Abdullah, Şemdinli'de taburumuza saldırmış, subaylarımızı infaz etmiş, ama onun da adı isyanlar listesinde yok.
Yıl 1930;
Molla Mustafa Barzani, Dağlıca'da bir bölüğümüze saldırmış, dört şehidimiz var, üstelik halkı ayaklandırmış, ama onun da adı isyanlar listesinde yok.
Anlaşılan o ki;
Barzani olunca isyan olmuyor, ama Barzani olunca adı Kürt oluyor.
Bu Barzani Kürt değilse; Kürt üzerinden isyan çıkartanlar kimdi?
ERDAL SARIZEYBEK,
14 Kasım 2013
1920 SONRASI;
İNGİLİZ, FRANSIZ, RUS VE ERMENİ DESTEKLİ KÜRT İSYANLARI...
Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesinin ardından, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde kurulan, Türkiye Cumhuriyeti döneminde de Kürt İsyanları değişik sebepleri ileri sürerek devam etmiştir.
Cumhuriyet döneminde meydana gelen bu isyanlar, dönemin hükümetleri tarafından sert bir biçimde engellenmiş ve isyanların ülkeye zarar vermeleri önlenmiştir. 1920 ‘den başlamak üzere Cumhuriyet döneminde, belli başlı Kürt isyanlarını tarih sırasına göre şöyle sıralamak mümkündür.
- Milli Aşiret Ayaklanması (1 Haziran – 8 Eylül 1920)
- Cemil Çeto İsyanı (7 Haziran 1920)
- Koçkiri İsyanı (6 Mart – 17 Haziran 1921)
- Nasturi Ayaklanması (7 Ağustos – 26 Eylül 1924)
- Beytüşşebeb İsyanı (4 Eylül 1924, Ali Rıza, İhsan Nuri)
- Şıh Sait İsyanı (13 Şubat – 30 Mayıs 1925 -Nehri İsyanı (10 Haziran 1925)
- Rişkoti ve Raman Tedip Harekatı (9-12 Ağustos 1925, Batman)
- Birinci Sason İsyanı (Kasım 1925, Diyarbakır, Batman)
- Hazro İsyanı (21 Ocak 1926, Diyarbakır)
- Birinci Ağrı Harekatı (16 Mayıs – 17 Haziran 1926)
- Koçuşağı İsyanı (7 Ekim – 30 Kasım 1926)
- Mutki İsyanı (26 Mayıs – 25 Ağustos 1927, Mutki)
- İkinci Ağrı Harekatı (13 – 20 Eylül 1927
- Bical Tenkil Harekatı 7 Ekim – 17 Kasım 1927, Bicar)
- Resul İsyanı (22 Mayıs – 3 Ağustos 1929)
- Tendürek Harekatı (14 – 27 Eylül 1929, Tendürek)
- Savur Tenkil Harekatı (20 Mayıs – 9 Haziran 1930, Savur)
- Zeylan İsyanı (20 Haziran – Eylül 1930, Zeylan)
- Üçüncü Ağrı Harekatı (7 – 14 Eylül 1930)
- Oramar (Hakkari) Ayaklanması (İsyanı 16 Temmuz – 10 Ekim 1930)
- Şıh Mahmut Berzenci İsyancı (Eylül 1930, Irak)
- Pülümür Harekatı (8 Ekim – 14 Kasım 1930, Pülümür)
-Şıh Ahmet Barzani İsyanı (Kasım 1931, Irak)
- Buban Aşireti İsyanı (1934)
- İkinci Sason İsyanı (Ocak 1937, Diyarbakır, Batman)
- Dersim (Tunceli) İsyanı (21 Mart 1937, Seyit Rıza)
Cumhuriyet döneminde meydana gelen bu isyanlar, ülkenin ilerlemesinin önünde büyük engeller oluşturmuştur. Bölgeyi kendisi açısından Musul Petrollerinin varlığı sebebiyle vazgeçilmez olarak niteleyen İngiltere başta olmak üzere diğer Batılı devletler buraya birçok ajan göndermişlerdir.
Kaynak: Turan Bozkurt, Atatürk’ün Doğu Politikası ve Kürt İsyanları.
***
ADINA “KÜRT İSYANLARI” DEDİLER!
Yıl 1907:
Şeyh 2'nci Abdusselam Barzani tam yedi yıl boyunca Osmanlı'ya isyan etmiş, ama adı isyanlar listesinde yok.
Yıl 1925.
Şeyh Abdullah, Şemdinli'de taburumuza saldırmış, subaylarımızı infaz etmiş, ama onun da adı isyanlar listesinde yok.
Yıl 1930;
Molla Mustafa Barzani, Dağlıca'da bir bölüğümüze saldırmış, dört şehidimiz var, üstelik halkı ayaklandırmış, ama onun da adı isyanlar listesinde yok.
Anlaşılan o ki;
Barzani olunca isyan olmuyor, ama Barzani olunca adı Kürt oluyor.
Bu Barzani Kürt değilse; Kürt üzerinden isyan çıkartanlar kimdi?
ERDAL SARIZEYBEK,
14 Kasım 2013
5 gün önce
Yer ADIYAMAN.
Ülkücü hareketin yuvası eğitim ve tedrisat alanı olan ocağı işgal eden bir akp milletvekili.
Türk düşmanlığını her alanda bağıran aslında türk olamayan biri.
(Partisinin liderinin gözünde)
Biz ülkücüleri her alanda aşağılayıp.
Fatiha bilmez.
Kafatascı.
Irkçı.
Kan emici.
Eşrefi mahluk.
Morg bekçisi.
Diyerek aşağılayıcı konuştuğu.
Ülkücülerin yine kürsüde bulunan Bozkurt resmi önünde.
Akp li trolorlere seminer verdiği ve bu seminerden hiç verim alamadığı ortaya çıktı.
Vah Metiner efendi vah.
Düştüğünüz duruma bakınız ki.
O aşağılayıp küçümsediğiniz ocaklara da muhtaç oldunuz.
İşgal ettiğiniz yerde, işgaliniz altındaki gençlere ne anlatıyor sunuz acaba sn Metiner?
Acziyetiniz, düştüğünüz durum.
Dedem Korkut derdi hep.
ESKİ DUTUN BİTİ,
ÖKSÜZ OĞLANIN SÖZÜ ACI OLUR.
Öksüz bırakılan onlarca ocak mensubu gardaşım ve ailelerin ayrı ayrı ellerinden öpüyorum.
Haa resimdeki sureti haktan görünen zat mı?
Üzerinde durmanıza değmez!
Zira Türklüğü kabul etmeyenlerle Türk milletinin de işi olmaz...
Ülküdaşım amann ha bunları kınamayın.
Allah büyük konuşanı iddiasından vuruyor.
İzleyin ve ibret alın.
Saygılarımla selamlıyorum 🌹
Allah'a emanet olun.
Ülkücü hareketin yuvası eğitim ve tedrisat alanı olan ocağı işgal eden bir akp milletvekili.
Türk düşmanlığını her alanda bağıran aslında türk olamayan biri.
(Partisinin liderinin gözünde)
Biz ülkücüleri her alanda aşağılayıp.
Fatiha bilmez.
Kafatascı.
Irkçı.
Kan emici.
Eşrefi mahluk.
Morg bekçisi.
Diyerek aşağılayıcı konuştuğu.
Ülkücülerin yine kürsüde bulunan Bozkurt resmi önünde.
Akp li trolorlere seminer verdiği ve bu seminerden hiç verim alamadığı ortaya çıktı.
Vah Metiner efendi vah.
Düştüğünüz duruma bakınız ki.
O aşağılayıp küçümsediğiniz ocaklara da muhtaç oldunuz.
İşgal ettiğiniz yerde, işgaliniz altındaki gençlere ne anlatıyor sunuz acaba sn Metiner?
Acziyetiniz, düştüğünüz durum.
Dedem Korkut derdi hep.
ESKİ DUTUN BİTİ,
ÖKSÜZ OĞLANIN SÖZÜ ACI OLUR.
Öksüz bırakılan onlarca ocak mensubu gardaşım ve ailelerin ayrı ayrı ellerinden öpüyorum.
Haa resimdeki sureti haktan görünen zat mı?
Üzerinde durmanıza değmez!
Zira Türklüğü kabul etmeyenlerle Türk milletinin de işi olmaz...
Ülküdaşım amann ha bunları kınamayın.
Allah büyük konuşanı iddiasından vuruyor.
İzleyin ve ibret alın.
Saygılarımla selamlıyorum 🌹
Allah'a emanet olun.
6 gün önce
#Oruç__Aşktır ...💞
Ímsaktan íftara kadar sűren #Sâbır makamıdır
#Ezanı duyunca tűm hűcreLerín bayramıdır
Műkafatı íse #ÂLLÂH 'tan bekLeyíşín huzurudur sení tutanLara sana tutunanLara
#SELÂM🙋♂️ oLsun...💞
#HayırLı__BereketLí__ÍftarLar
#Râbbímíz__KãbuL__Etsín__ÍnşÂLLÂH☝️
#ÂmííííííN🤲🌸🕊️🌸
herkes
Ímsaktan íftara kadar sűren #Sâbır makamıdır
#Ezanı duyunca tűm hűcreLerín bayramıdır
Műkafatı íse #ÂLLÂH 'tan bekLeyíşín huzurudur sení tutanLara sana tutunanLara
#SELÂM🙋♂️ oLsun...💞
#HayırLı__BereketLí__ÍftarLar
#Râbbímíz__KãbuL__Etsín__ÍnşÂLLÂH☝️
#ÂmííííííN🤲🌸🕊️🌸
herkes
6 gün önce
👍GÜNEŞİ TOPLAYAN ADAMIN HİKAYESİ👍
Osmanlı’nın Bulgaristan’da hakimiyetini sürdürdüğü son dönemler olan 1800’lü yıllarda geçen hikayeye göre; o dönem Osmanlı toprağı olan Bulgaristan’ın Tırnova (Tırnovo) şehrinde yaşayan bir aile vardır.
Dizide geçen kalburla güneş toplayan adamın gerçek hikâyesi de işte burada yaşanmıştır.
Mehmet ve Fatme, Tırnova şehrinin kırsal kesimlerinde çiftçilik yapmakta olan Müslüman bir ailedir.
Evliliklerinin üzerinden 10 yıl geçmiş ama halen çocukları olmamıştır.
Mehmet ve Fatme birbirlerini o kadar çok sevmişlerdir ki, hikayelerde anlatılan aşklar bu ikisi için basit kalabilecek bir seviyededir.
Fakat Fatme’nin o dönemlerde çaresi olmayan bir hastalığa yakalanması ile bu büyük aşk gölgelenmiş, Mehmet ile Fatme’nin sevgilerini doya doya yaşamalarına fırsat kalmamıştır.
O bölgede yaşayan herkes neredeyse istisnasız bu hikâyeyi dedelerinden ve ninelerinden dinlemişlerdir.
Birbirlerini büyük bir aşkla seven Mehmet ve Fatme’nin imtihanı da çok büyük olmuştur. Fatme evliliklerinin onuncu yılında hastalığından ötürü iki gözünü de kaybetmiştir.
Mehmet onun gözlerini açtırabilmek için her yolu denemiş hatta elinde ne var ne yoksa bu uğurda satarak harcamıştır.
Gitmediği doktor, çalmadığı şifacı kapısı kalmamıştır, ama olumlu bir sonuç alamamışlardır.
Mehmet ise Fatme’sini kurtarmak için ellerinde avuçlarında olan her şeyi satar ve o dönem Osmanlı'nın başkenti olan İstanbul'a büyük hekimlere götürmek için yola revan olurlar. İstanbul’un hekimlerinin karısının gözlerini açacağı umuduyla yola çıkarken ise başına geleceklerden habersizdir.
Mehmet ve Fatme’nin İstanbul yolculuğu tam bir yıl sürer.
Gitmedik doktor, uygulanmadık şifacı ilacı bırakmazlar.
Ellerinde avuçlarında olanı tüketince de gerisin geriye memleketleri Tırnova’ya dönmeye karar verirler.
O dönem şartlarında yolculuk yapmak hiç kolay değildir.
İstanbul Tırnova arası yaklaşık 500 Km’dir.
Yola çıktıktan kısa bir süre sonra ise Fatme’nin rahatsızlığı iyice artar ve artık onun için yaşadığı sancılar dayanılmaz hal almaya başlamıştır.
Fatme yolculuğun sonuna doğru çok sevdiği eşi Mehmet’in kolları arasında hayata gözlerini yumar.
O an her şeyini kaybeden Mehmet ise eşine tekrar güneşi gösteremediği, o güzel gözlerine bakamadığı için suçlu hisseder kendisini.
Mehmet ve Fatme’nin beraber yolculuk yaptığı kafile, Tırnova’ya yakın bir yerde mola verir mecburen.
Vefat eden Fatme’yi defin ederler oraya.
Yıkanır, kefenlenir ve bir kabre konulur.
Aslında Fatme ile beraber Mehmet’ de o kabre konulmuştur.
Kafile tüm uğraşlara rağmen Mehmet’i kabrin başından ayırmayı başaramazlar.
Mehmet’i kabrin başında bırakıp yollarına devam etmek zorunda kalırlar.
Mehmet ise eşi Fatme’nin kabrinin yanına bir kabir daha kazar ve o kabirde yatmaya başlar. Eşinin ebedi âleme göçüşünden sonra onun için artık hayatın bir anlamı kalmamıştır.
Bir süre sonra taşlardan ve ağaç parçalarından bir baraka yapar ve orada yaşamaya başlar.
İşte diziye de konu olan bölüm bundan sonra başlar.
Bir gün bir yolcu grubu şehre uğrar.
Uzaklardan gelen bu yolcu grubu yolda gördükleri bir olayı anlattıklarında kimse buna inanamaz.
Yolcu grubunun anlattığı adam, hasta karısı ile birlikte yıllar önce şehirden ayrılan Mehmet’tir. Şehirden hemen birkaç atlı tarif edilen yere varırlar.
Gittiklerinde de gerçekten o adamın Mehmet olduğunu görürler ve uzaktan onu izlemeye başlarlar.
Adam elinde bir kalburla yıkık dökük bir kulübeye güneş taşımaya çalışmaktadır.
Adamı kısa bir süre izleyenler sonrasında yanına giderler, ama adam hiç birisini tanımaz. Adam için her şey silinmiştir, zaman donmuştur.
Kulübenin içine baktıklarında biri dolu diğeri boş iki kabir görürler.
Boş olanı kendisi için hazırladığı her halinden bellidir.
Şehre dönmek için ikna etmeye çalışsalar da, Mehmet dönmeyi kabul etmez.
“Tuttum seni, attım içeri, tuttum seni attım içeri…” sözünden başka bir şey söylemez. Gelenlere göre adam aklını yitirmiştir.
Ama adamın tüm dünya hırkalarını çıkarıp derviş olduğunu kimse düşünmez.
Kalburla güneş toplayan bu meczup adamın köylüleri elleri boş geri dönerler, ancak aralarında da karar verirler.
Her hafta bir kişi bu adama azık götürecektir. Bu sayede her hafta adama bir kişi yemek götürmeye başlar.
Adam azığı getiren herkese tek bir soru sorar.
”Bu azığı kim gönderdi”
Karşısında ki kişi, azığı getiren bir isim yani Ali, Ahmet gibi isimler söylerse bu azığı kabul etmez geri gönderir.
Bir gün kalburla güneş toplayan adamın azığını köyün imamı götürmeye karar verir ve o gün adamla alakalı tüm gerçeklik ortaya çıkar.
İmam efendi adamın yanına vardığında adam yine kalburla güneş toplamaktadır, ‘tuttum seni attım içeri’ diye diye.
Selam verir ve azık getirdiğini söyler.
Meczup adam diğerlerine sorduğu soruyu bu sefer imama sorar ve “Bu azığı kim gönderdi” der.
İmam efendi “Allah! Senin, benim dahi her şeyin sahibi olan Allah gönderdi” der.
Adam anca şimdi kabul eder azığı.
İmam da şehre döndüğünde yaşadıklarını tüm ahaliye olduğu gibi anlatır.
Adama bir daha gideceklerin de vermesi gereken cevap ise artık bellidir.
Ama insanların gözünde artık o bir deli değil velidir.
Bir süre bu şekilde devam eder ve şehirden her hafta bir kişi meczup adama azık götürür.
Sıra yine imama geldiğinde imam azığını alır ve yola koyulur.
Kulübeye geldiğinde ise kalburla güneş toplayan adam kulübenin önünde yoktur.
Çevreye bakar ve dervişi arasa da bulamaz ve kulübeye girer.
Hani kulübenin içinde biri boş diğeri dolu iki kabir vardı ya artı o boş kabir de dolmuştur. Derviş ruhunu hakka teslim etmiş, çok sevdiğine kavuşmuştur.😪
alıntı
Osmanlı’nın Bulgaristan’da hakimiyetini sürdürdüğü son dönemler olan 1800’lü yıllarda geçen hikayeye göre; o dönem Osmanlı toprağı olan Bulgaristan’ın Tırnova (Tırnovo) şehrinde yaşayan bir aile vardır.
Dizide geçen kalburla güneş toplayan adamın gerçek hikâyesi de işte burada yaşanmıştır.
Mehmet ve Fatme, Tırnova şehrinin kırsal kesimlerinde çiftçilik yapmakta olan Müslüman bir ailedir.
Evliliklerinin üzerinden 10 yıl geçmiş ama halen çocukları olmamıştır.
Mehmet ve Fatme birbirlerini o kadar çok sevmişlerdir ki, hikayelerde anlatılan aşklar bu ikisi için basit kalabilecek bir seviyededir.
Fakat Fatme’nin o dönemlerde çaresi olmayan bir hastalığa yakalanması ile bu büyük aşk gölgelenmiş, Mehmet ile Fatme’nin sevgilerini doya doya yaşamalarına fırsat kalmamıştır.
O bölgede yaşayan herkes neredeyse istisnasız bu hikâyeyi dedelerinden ve ninelerinden dinlemişlerdir.
Birbirlerini büyük bir aşkla seven Mehmet ve Fatme’nin imtihanı da çok büyük olmuştur. Fatme evliliklerinin onuncu yılında hastalığından ötürü iki gözünü de kaybetmiştir.
Mehmet onun gözlerini açtırabilmek için her yolu denemiş hatta elinde ne var ne yoksa bu uğurda satarak harcamıştır.
Gitmediği doktor, çalmadığı şifacı kapısı kalmamıştır, ama olumlu bir sonuç alamamışlardır.
Mehmet ise Fatme’sini kurtarmak için ellerinde avuçlarında olan her şeyi satar ve o dönem Osmanlı'nın başkenti olan İstanbul'a büyük hekimlere götürmek için yola revan olurlar. İstanbul’un hekimlerinin karısının gözlerini açacağı umuduyla yola çıkarken ise başına geleceklerden habersizdir.
Mehmet ve Fatme’nin İstanbul yolculuğu tam bir yıl sürer.
Gitmedik doktor, uygulanmadık şifacı ilacı bırakmazlar.
Ellerinde avuçlarında olanı tüketince de gerisin geriye memleketleri Tırnova’ya dönmeye karar verirler.
O dönem şartlarında yolculuk yapmak hiç kolay değildir.
İstanbul Tırnova arası yaklaşık 500 Km’dir.
Yola çıktıktan kısa bir süre sonra ise Fatme’nin rahatsızlığı iyice artar ve artık onun için yaşadığı sancılar dayanılmaz hal almaya başlamıştır.
Fatme yolculuğun sonuna doğru çok sevdiği eşi Mehmet’in kolları arasında hayata gözlerini yumar.
O an her şeyini kaybeden Mehmet ise eşine tekrar güneşi gösteremediği, o güzel gözlerine bakamadığı için suçlu hisseder kendisini.
Mehmet ve Fatme’nin beraber yolculuk yaptığı kafile, Tırnova’ya yakın bir yerde mola verir mecburen.
Vefat eden Fatme’yi defin ederler oraya.
Yıkanır, kefenlenir ve bir kabre konulur.
Aslında Fatme ile beraber Mehmet’ de o kabre konulmuştur.
Kafile tüm uğraşlara rağmen Mehmet’i kabrin başından ayırmayı başaramazlar.
Mehmet’i kabrin başında bırakıp yollarına devam etmek zorunda kalırlar.
Mehmet ise eşi Fatme’nin kabrinin yanına bir kabir daha kazar ve o kabirde yatmaya başlar. Eşinin ebedi âleme göçüşünden sonra onun için artık hayatın bir anlamı kalmamıştır.
Bir süre sonra taşlardan ve ağaç parçalarından bir baraka yapar ve orada yaşamaya başlar.
İşte diziye de konu olan bölüm bundan sonra başlar.
Bir gün bir yolcu grubu şehre uğrar.
Uzaklardan gelen bu yolcu grubu yolda gördükleri bir olayı anlattıklarında kimse buna inanamaz.
Yolcu grubunun anlattığı adam, hasta karısı ile birlikte yıllar önce şehirden ayrılan Mehmet’tir. Şehirden hemen birkaç atlı tarif edilen yere varırlar.
Gittiklerinde de gerçekten o adamın Mehmet olduğunu görürler ve uzaktan onu izlemeye başlarlar.
Adam elinde bir kalburla yıkık dökük bir kulübeye güneş taşımaya çalışmaktadır.
Adamı kısa bir süre izleyenler sonrasında yanına giderler, ama adam hiç birisini tanımaz. Adam için her şey silinmiştir, zaman donmuştur.
Kulübenin içine baktıklarında biri dolu diğeri boş iki kabir görürler.
Boş olanı kendisi için hazırladığı her halinden bellidir.
Şehre dönmek için ikna etmeye çalışsalar da, Mehmet dönmeyi kabul etmez.
“Tuttum seni, attım içeri, tuttum seni attım içeri…” sözünden başka bir şey söylemez. Gelenlere göre adam aklını yitirmiştir.
Ama adamın tüm dünya hırkalarını çıkarıp derviş olduğunu kimse düşünmez.
Kalburla güneş toplayan bu meczup adamın köylüleri elleri boş geri dönerler, ancak aralarında da karar verirler.
Her hafta bir kişi bu adama azık götürecektir. Bu sayede her hafta adama bir kişi yemek götürmeye başlar.
Adam azığı getiren herkese tek bir soru sorar.
”Bu azığı kim gönderdi”
Karşısında ki kişi, azığı getiren bir isim yani Ali, Ahmet gibi isimler söylerse bu azığı kabul etmez geri gönderir.
Bir gün kalburla güneş toplayan adamın azığını köyün imamı götürmeye karar verir ve o gün adamla alakalı tüm gerçeklik ortaya çıkar.
İmam efendi adamın yanına vardığında adam yine kalburla güneş toplamaktadır, ‘tuttum seni attım içeri’ diye diye.
Selam verir ve azık getirdiğini söyler.
Meczup adam diğerlerine sorduğu soruyu bu sefer imama sorar ve “Bu azığı kim gönderdi” der.
İmam efendi “Allah! Senin, benim dahi her şeyin sahibi olan Allah gönderdi” der.
Adam anca şimdi kabul eder azığı.
İmam da şehre döndüğünde yaşadıklarını tüm ahaliye olduğu gibi anlatır.
Adama bir daha gideceklerin de vermesi gereken cevap ise artık bellidir.
Ama insanların gözünde artık o bir deli değil velidir.
Bir süre bu şekilde devam eder ve şehirden her hafta bir kişi meczup adama azık götürür.
Sıra yine imama geldiğinde imam azığını alır ve yola koyulur.
Kulübeye geldiğinde ise kalburla güneş toplayan adam kulübenin önünde yoktur.
Çevreye bakar ve dervişi arasa da bulamaz ve kulübeye girer.
Hani kulübenin içinde biri boş diğeri dolu iki kabir vardı ya artı o boş kabir de dolmuştur. Derviş ruhunu hakka teslim etmiş, çok sevdiğine kavuşmuştur.😪
alıntı
6 gün önce
BİR İDAMLIK HALİL VARDI ASILDI
Orgeneral Kenan Evren: “Adalet yerini bulsun diye bir sağdan bir soldan asıyorduk. Asmazsan bunlar virüs gibi çoğalır, işte o zaman Atatürk ilke ve inkılaplarından koparız.”
Manisa Saruhanlı’dan bir vatan evladı… Henüz 18 Yaşında. İmam Hatip son sınıfta evlenir ki üç beş günlük damattır daha. Bir bakar darbe olmuş (12 Eylül 1980) apar topar alınmış karakola. Karıştığı hadise var mıdır, yoksa kulp mu takılır bilmiyoruz. Bildiğimiz şu ki isnat edilen suçları kabul etmeyecektir asla. 3 Haziran 1983 günü radyo ve televizyonda idam edildiğine dair haberler yayınlandığında, emniyete götürülmüş sıkıştırılmaktadır hâlâ... Kalem kıranların vicdanları da rahat değildir anlaşılan. İşkence iki gün sürecek ve bir şey alamayacaktırlar ondan. Ne belge, bilgi, ne itiraf, ne imza…
Lakin koskoca konsey başkanı “asılsın” buyurmuştur, dönecek değillerdir ya!
MÜSAİT MİSİNİZ HOCAM?
5 Haziran akşamı iki sivil memur Muradiye Camii imamı Abdullah Hoca’ya gelirler, “bi’ nikâhımız vardı hocam!”
-Buyurun gidelim tamam.
Araba Buca Cezaevinin önünde durur. Hâkimler, hekimler, cankurtaranlar… Anlar ki yine darağacı kuruldu avluya…
Abdullah Hoca daha evvel solcu gençlerin infazına getirilmiş ancak onlar “biz Allah’a, kitaba inanmıyoruz” deyip dinî telkini reddedince bükmüş boynunu çekilmiştir kenara.
Elbette endişelidir, terslenmekten çekinir ne de olsa.
Derken kapı açılır, elleri arkadan kelepçeli iki mahpus (Selçuk Duracık ve Halil Esendağ) içeri alınırlar. Gençler “Selamün Aleyküm” derler sıcak, mülayim bir ses tonuyla.
Üzerlerinde kefene benzer libaslar, başlarında akça pakça namaz takkeleri ve ayaklarında bu gün için saklandığı belli çoraplar vardır... Kar beyaz ama!
Sanki eski bir dost gibidirler, bir yerlerden aşina. Odadakilerle bakışır gülümserler. Ne bir tavır, ne bi’ eda.
Tabip sorar “Herhangi bir şikâyetiniz?”
“Yok, elhamdülilah” derler “taş gibiyiz evvelallah”.
-Son arzunuz?
-Mümkünse cenazelerimiz ailemize verilsin, o kadar.
Hocaefendi “Kardeşlerim” der, “Dünya bir imtihan koridorudur. Ölüm ise ahiret hayatına açılan kapı. Ne mutlu bu yola Allah teâlâya iman ederek çıkanlara…”
Gençler ikişer rekât namaz kılar, son dualarını yaparlar. Nur alâ nur, bir sükûnet oturur simalarına.
BOYNUNDA YAFTA
Ortalık nasıl sessiz, ökçeler çınlar avluda. Projektörler yanınca sehpa daha bir büyür sanki, kara kara gölgeler yollar sağa sola. Yağlı urgan tehditkârdır, hafif hafif salınmakta…
Ürpertici bir manzara… Hoca efendi: “Yaşım altmışı geçmiş” de, “alacağımı almışım dünyadan. Buna rağmen ürkmedim desem yalan olur. Elim ayağım titredi heyecandan.”
İnfaza Selçuk’tan başlarlar. Yafta asılır boynuna, delikanlı dimdik yürür sehpaya.
-Allah’a gidiyorsun Selçuk.
Tebessümle başını sallar “biliyorum hocam, inşallah!”
Tekbir getirir, tevhid söyler, zikri hiç kesmez son ana kadar. Boynuna urganı geçirirken cellatına bir şeyler fısıldar. Adamın yüzü değişir, allak pullak olur âdeta.
Cellat sandalyeyi çeker, o malum çatırtı. Bedeni döner döner ve yüzü kıbleye gelince durur hizada. Hekim tamam deyince alır, masaya yatırırlar, manalı bir tebessüm, sanki başka âlemlere bakmakta.
HÜSN-İ HATİME
Halil “darağacında slogan atacak mısın” diye soran arkadaşlarına “hayır” demiştir, “asla!” Son cümlesinin kelime-i şehadet olmasını ister zira. Yürekli bir çocuktur, intihar olmasın diye tabureyi tekmelemeyecektir, ölümden korktuğundan değil yoksa.
O da arkadaşı gibi eğilip bir şeyler söyler celladının kulağına.
Bedeni aynen Selçuk gibi döner, yüzü kıbleye gelince, son nefesini verir uzunca bir solukla. Boğazından urganı çıkarıp masaya yatırırlar. Gözleri yarı açıktır, belli ki güzel şeyler seyretmektedir o anda.
Abdullah Hoca göz kapaklarını çeker, çenesini bağlar. Yasin-i şerif tilavetine başlar. Mesleği icabı çok ölü görmüştür ama bunlar başka... Salih bir müminin uyku hâli vardır simalarında.
Cellat duvarın dibine çökmüş, elleri şakaklarında. Hoca efendi çıkarken yaklaşıp sorar “sahi ne söylediler sana?”
-Belki inanmayacaksın ama hakkını helal et dediler hocam. Bize genelde küfredilir oysa…
MÛTÛ KABLE ENTE MÛT!
Halil ölmeden ölen bir gençtir. Allah’tan (celle celalüh) ne gelirse başı üstüne. Kahrın da hoş der, lütfun da…
Devletin vereceği idam gömleğini istemeyecek kadar hassastır, idam hâli bu, ola ki yırtılır, kirlenir zeval gelmesindir milletin malına. Kendine o güne has bir libas yaptırmak ister, bezi helal parayla alınsındır ama…
Koğuşta 23 ülkücü vardır, bakın şu işe ki alayından çıkan para bir bez alamaz. O günlerde içlerinden birine beyaz bir nevresim gelmiştir, terzi ustaca keser biçer, cübbe kefen arası bir şey çıkarır onlara.
Tamam olmuştur işte. Eğer namazlarını bununla kılar, zikre bununla otururlar ve gözyaşlarıyla yuğup yuğup yıkarlarsa…
Halil’in bir niyazı daha vardır Cenâb-ı Hakk’tan. Ah ruhunu, yağmurun hafif hafif çiselediği bir seher vakti teslim edecek olsa.
Arzu işte… Nelere kadir değildir ki yüce Mevla!
BENDEN DUYMUŞ OLMAYIN AMA!
Buca Cezaevinde o gün alışılmadık bir hava vardır. Gazeteler bırakılmamış, mazgal açılmamıştır. Bu “infaz var” demektir temayüllere bakılırsa. Yine kimi sallandıracaklardır acaba? Terzi geçerken fısıldar, “Halil ile Selçuk’u asacaklar haberiniz ola!”
Koğuş buz keser âdeta. Ne yapabilirsin ki? Derhâl abdestler alınır, seccadeler yayılır, okumasına bilen Mushaf-ı şerifini açar, bilmeyenler tespihlerine sarılırlar.
Duvar, duvar, katil duvar.
Dua ile ulaşabilirler anca…
Gece yarısına kadar iki hatim indirir, sık sık parmaklıklara çıkar Salat-ü selam yollarlar Server-i Kâinat’a… Bu yanık seda arkadaşlarının hücrelerine de ulaşıyordur mutlaka... Şafak sökerken serinlik çöker, inceden yağmur atar. Hani toprak kokusunu yükseltecek kadar.
Tuhaf! Şu kavruk İzmir haziranında!
Koğuştakiler ağlamaklıdır. “Halil’in duası kabul oldu arkadaşlar!”
Ölüme özenilir mi?
Nasıl özenilmez, birazdan can vereceğini biliyorsun ve sana tövbe, helalleşme, kelime-i şehadet imkânı tanınıyor.
ARDIMDAN AĞLAMAYIN!
Ertesi sabah gardiyanlar koğuşun gediklilerini çağırırlar. “Gelin, müdür beyin verecekleri var.” Halil’in emanetleridir bunlar… Yatak döşek, üst baş, cüz, takke, misvak ve dinî kitaplar…
Notlar arasında kıldığı kaza namazlarının listesi vardır. Ölümle ilgili ayet-i kerime ve hadis-i şerifleri toplamıştır bir kâğıda. Ve bir mektup. Annesine babasına hitaben yazılmış. Besmele ile başlar, Resul-i Ekrem’e salat ve selamlarla devam eder. Ebeveynine “sabredin” der, “arkasından yakınmak mevtayı bizar eder zira!”
Ve küçük küçük paketler… Üşenmemiş tek tek etiketlemiştir. Ancak gazeteye sarılı bir bez dikkatlerini çeker. Üzerinde ne yazı, ne işaret. Ya çoraptır, ya fanila. Ne olabilir ki başka?
Tereddütle açarlar. Aaa o da ne? Yeşil bir tülbent! Etrafında zarif bir oya…
İhtimal; iki buçuk yıl kaldığı ölüm hücresinde hanımın danesi dert ortağı olmuştur ona.
Boğazlarda düğümler, yutkunan yutkunana...
İşe yarayan eşyaları mahpuslara dağıtır, hatıraları ailesine yollarlar. Halil’in babası dindar bir insandır. Olanları tevekkülle karşılar. Annesi de öyledir zahir, lakin bir soru gezinmektedir kadıncağızın kafasında. Tamam, oğlu tekbirlerle, tehlillerle vefat etmiştir ama… Şehadet makamına ulaşmış mıdır acaba?
Mürüvvet Hanım o gece rüyasında cennet bahçelerinde dolanmaktadır. Sahabeler toplanmış, sanki birini bekliyorlar. Merakla sorar: Hayırdır, neler oluyor burada?
Bilmiyor musun, şehit Halil’in düğünü var. Resulullah Efendimiz teşrif buyuracak nikâhını! Süphanallah!
Orgeneral Kenan Evren: “Adalet yerini bulsun diye bir sağdan bir soldan asıyorduk. Asmazsan bunlar virüs gibi çoğalır, işte o zaman Atatürk ilke ve inkılaplarından koparız.”
Manisa Saruhanlı’dan bir vatan evladı… Henüz 18 Yaşında. İmam Hatip son sınıfta evlenir ki üç beş günlük damattır daha. Bir bakar darbe olmuş (12 Eylül 1980) apar topar alınmış karakola. Karıştığı hadise var mıdır, yoksa kulp mu takılır bilmiyoruz. Bildiğimiz şu ki isnat edilen suçları kabul etmeyecektir asla. 3 Haziran 1983 günü radyo ve televizyonda idam edildiğine dair haberler yayınlandığında, emniyete götürülmüş sıkıştırılmaktadır hâlâ... Kalem kıranların vicdanları da rahat değildir anlaşılan. İşkence iki gün sürecek ve bir şey alamayacaktırlar ondan. Ne belge, bilgi, ne itiraf, ne imza…
Lakin koskoca konsey başkanı “asılsın” buyurmuştur, dönecek değillerdir ya!
MÜSAİT MİSİNİZ HOCAM?
5 Haziran akşamı iki sivil memur Muradiye Camii imamı Abdullah Hoca’ya gelirler, “bi’ nikâhımız vardı hocam!”
-Buyurun gidelim tamam.
Araba Buca Cezaevinin önünde durur. Hâkimler, hekimler, cankurtaranlar… Anlar ki yine darağacı kuruldu avluya…
Abdullah Hoca daha evvel solcu gençlerin infazına getirilmiş ancak onlar “biz Allah’a, kitaba inanmıyoruz” deyip dinî telkini reddedince bükmüş boynunu çekilmiştir kenara.
Elbette endişelidir, terslenmekten çekinir ne de olsa.
Derken kapı açılır, elleri arkadan kelepçeli iki mahpus (Selçuk Duracık ve Halil Esendağ) içeri alınırlar. Gençler “Selamün Aleyküm” derler sıcak, mülayim bir ses tonuyla.
Üzerlerinde kefene benzer libaslar, başlarında akça pakça namaz takkeleri ve ayaklarında bu gün için saklandığı belli çoraplar vardır... Kar beyaz ama!
Sanki eski bir dost gibidirler, bir yerlerden aşina. Odadakilerle bakışır gülümserler. Ne bir tavır, ne bi’ eda.
Tabip sorar “Herhangi bir şikâyetiniz?”
“Yok, elhamdülilah” derler “taş gibiyiz evvelallah”.
-Son arzunuz?
-Mümkünse cenazelerimiz ailemize verilsin, o kadar.
Hocaefendi “Kardeşlerim” der, “Dünya bir imtihan koridorudur. Ölüm ise ahiret hayatına açılan kapı. Ne mutlu bu yola Allah teâlâya iman ederek çıkanlara…”
Gençler ikişer rekât namaz kılar, son dualarını yaparlar. Nur alâ nur, bir sükûnet oturur simalarına.
BOYNUNDA YAFTA
Ortalık nasıl sessiz, ökçeler çınlar avluda. Projektörler yanınca sehpa daha bir büyür sanki, kara kara gölgeler yollar sağa sola. Yağlı urgan tehditkârdır, hafif hafif salınmakta…
Ürpertici bir manzara… Hoca efendi: “Yaşım altmışı geçmiş” de, “alacağımı almışım dünyadan. Buna rağmen ürkmedim desem yalan olur. Elim ayağım titredi heyecandan.”
İnfaza Selçuk’tan başlarlar. Yafta asılır boynuna, delikanlı dimdik yürür sehpaya.
-Allah’a gidiyorsun Selçuk.
Tebessümle başını sallar “biliyorum hocam, inşallah!”
Tekbir getirir, tevhid söyler, zikri hiç kesmez son ana kadar. Boynuna urganı geçirirken cellatına bir şeyler fısıldar. Adamın yüzü değişir, allak pullak olur âdeta.
Cellat sandalyeyi çeker, o malum çatırtı. Bedeni döner döner ve yüzü kıbleye gelince durur hizada. Hekim tamam deyince alır, masaya yatırırlar, manalı bir tebessüm, sanki başka âlemlere bakmakta.
HÜSN-İ HATİME
Halil “darağacında slogan atacak mısın” diye soran arkadaşlarına “hayır” demiştir, “asla!” Son cümlesinin kelime-i şehadet olmasını ister zira. Yürekli bir çocuktur, intihar olmasın diye tabureyi tekmelemeyecektir, ölümden korktuğundan değil yoksa.
O da arkadaşı gibi eğilip bir şeyler söyler celladının kulağına.
Bedeni aynen Selçuk gibi döner, yüzü kıbleye gelince, son nefesini verir uzunca bir solukla. Boğazından urganı çıkarıp masaya yatırırlar. Gözleri yarı açıktır, belli ki güzel şeyler seyretmektedir o anda.
Abdullah Hoca göz kapaklarını çeker, çenesini bağlar. Yasin-i şerif tilavetine başlar. Mesleği icabı çok ölü görmüştür ama bunlar başka... Salih bir müminin uyku hâli vardır simalarında.
Cellat duvarın dibine çökmüş, elleri şakaklarında. Hoca efendi çıkarken yaklaşıp sorar “sahi ne söylediler sana?”
-Belki inanmayacaksın ama hakkını helal et dediler hocam. Bize genelde küfredilir oysa…
MÛTÛ KABLE ENTE MÛT!
Halil ölmeden ölen bir gençtir. Allah’tan (celle celalüh) ne gelirse başı üstüne. Kahrın da hoş der, lütfun da…
Devletin vereceği idam gömleğini istemeyecek kadar hassastır, idam hâli bu, ola ki yırtılır, kirlenir zeval gelmesindir milletin malına. Kendine o güne has bir libas yaptırmak ister, bezi helal parayla alınsındır ama…
Koğuşta 23 ülkücü vardır, bakın şu işe ki alayından çıkan para bir bez alamaz. O günlerde içlerinden birine beyaz bir nevresim gelmiştir, terzi ustaca keser biçer, cübbe kefen arası bir şey çıkarır onlara.
Tamam olmuştur işte. Eğer namazlarını bununla kılar, zikre bununla otururlar ve gözyaşlarıyla yuğup yuğup yıkarlarsa…
Halil’in bir niyazı daha vardır Cenâb-ı Hakk’tan. Ah ruhunu, yağmurun hafif hafif çiselediği bir seher vakti teslim edecek olsa.
Arzu işte… Nelere kadir değildir ki yüce Mevla!
BENDEN DUYMUŞ OLMAYIN AMA!
Buca Cezaevinde o gün alışılmadık bir hava vardır. Gazeteler bırakılmamış, mazgal açılmamıştır. Bu “infaz var” demektir temayüllere bakılırsa. Yine kimi sallandıracaklardır acaba? Terzi geçerken fısıldar, “Halil ile Selçuk’u asacaklar haberiniz ola!”
Koğuş buz keser âdeta. Ne yapabilirsin ki? Derhâl abdestler alınır, seccadeler yayılır, okumasına bilen Mushaf-ı şerifini açar, bilmeyenler tespihlerine sarılırlar.
Duvar, duvar, katil duvar.
Dua ile ulaşabilirler anca…
Gece yarısına kadar iki hatim indirir, sık sık parmaklıklara çıkar Salat-ü selam yollarlar Server-i Kâinat’a… Bu yanık seda arkadaşlarının hücrelerine de ulaşıyordur mutlaka... Şafak sökerken serinlik çöker, inceden yağmur atar. Hani toprak kokusunu yükseltecek kadar.
Tuhaf! Şu kavruk İzmir haziranında!
Koğuştakiler ağlamaklıdır. “Halil’in duası kabul oldu arkadaşlar!”
Ölüme özenilir mi?
Nasıl özenilmez, birazdan can vereceğini biliyorsun ve sana tövbe, helalleşme, kelime-i şehadet imkânı tanınıyor.
ARDIMDAN AĞLAMAYIN!
Ertesi sabah gardiyanlar koğuşun gediklilerini çağırırlar. “Gelin, müdür beyin verecekleri var.” Halil’in emanetleridir bunlar… Yatak döşek, üst baş, cüz, takke, misvak ve dinî kitaplar…
Notlar arasında kıldığı kaza namazlarının listesi vardır. Ölümle ilgili ayet-i kerime ve hadis-i şerifleri toplamıştır bir kâğıda. Ve bir mektup. Annesine babasına hitaben yazılmış. Besmele ile başlar, Resul-i Ekrem’e salat ve selamlarla devam eder. Ebeveynine “sabredin” der, “arkasından yakınmak mevtayı bizar eder zira!”
Ve küçük küçük paketler… Üşenmemiş tek tek etiketlemiştir. Ancak gazeteye sarılı bir bez dikkatlerini çeker. Üzerinde ne yazı, ne işaret. Ya çoraptır, ya fanila. Ne olabilir ki başka?
Tereddütle açarlar. Aaa o da ne? Yeşil bir tülbent! Etrafında zarif bir oya…
İhtimal; iki buçuk yıl kaldığı ölüm hücresinde hanımın danesi dert ortağı olmuştur ona.
Boğazlarda düğümler, yutkunan yutkunana...
İşe yarayan eşyaları mahpuslara dağıtır, hatıraları ailesine yollarlar. Halil’in babası dindar bir insandır. Olanları tevekkülle karşılar. Annesi de öyledir zahir, lakin bir soru gezinmektedir kadıncağızın kafasında. Tamam, oğlu tekbirlerle, tehlillerle vefat etmiştir ama… Şehadet makamına ulaşmış mıdır acaba?
Mürüvvet Hanım o gece rüyasında cennet bahçelerinde dolanmaktadır. Sahabeler toplanmış, sanki birini bekliyorlar. Merakla sorar: Hayırdır, neler oluyor burada?
Bilmiyor musun, şehit Halil’in düğünü var. Resulullah Efendimiz teşrif buyuracak nikâhını! Süphanallah!
14 gün önce
SELÂMŰN ÂLEYKŰM🙋♂️🤗
Doğum gűnűmű kutlayan mesaj atan tűm sevdíkleríme bení sevenleríme hepínízden ÂLLÂH razı olsun tuttuğumuz oruçlar mâkbul ve kâbul olmasını cenâb-ı ÂLLÂH'tan níyaz edíyorum ínş'ÂLLÂH☝️ÂmííííííN🤲
Doğum gűnűmű kutlayan mesaj atan tűm sevdíkleríme bení sevenleríme hepínízden ÂLLÂH razı olsun tuttuğumuz oruçlar mâkbul ve kâbul olmasını cenâb-ı ÂLLÂH'tan níyaz edíyorum ínş'ÂLLÂH☝️ÂmííííííN🤲
15 gün önce
TAKSİM CUMHURİYET ANIT’INDA ATATÜRK’ÜN YANINDA Kİ RUSLAR !!!...
***
Belki bilmezsiniz ama Taksim Cumhuriyet Anıt’ında Atatürk’ün yanında iki Rus yer almaktadır.
Bu kişiler ünlü Rus mareşal Kliment Voroşilov ile ünlü Soviyet KGB kurucusu Mihail Frunze.
Bu kişiler Türkiye Cumhuriyet’inin kuruluşunda oynadıkları önemli rolü Atatürk’ün özel emri ile tüm gelecek nesiller için asla unutulmasınlar diye burada yer almaktadırlar.
Ne yazık ki günümüzün Türk nesli bu kişilerin ne adlarını biliyor ne de ne yaptıklarını.
16 mart 1921 yılında özel törende Rusya Sovyet Federal Sosyalist Cumhuriyet’i ile Türkiye arasında “Dostluk ve kardeşlik sözleşmesi” imzalanmıştır.
Bu sözleşmeye göre henüz kurulmamış Türkiye Cumhuriyet’ine Türk milletinin yabancı istilacılardan özgürlüğünü kazanabilmesi için 1878 yılından beri Rusya sınırlarına dahil edilen Kars, Ardahan ve Artvin bölgeleri verilmiştir.
Sözleşmeye göre Rusya Türk halkına 10 milyon altın ruble ile askeri mühimmat hibe edecekti
Ağustos 1921’de Rusya Mikail Frundze’yi Türkiye’ye elçi olarak atamıştır.
Frundze Türkiye’de Aralık 1921 ile Ocak 1922 tarihleri arasında bulunmuştur.
Türkiye’nin bulunduğu ağır ekonomik durumunu ve içinden çıkamadığı savaşı Rus halkına ve Sovyet yönetimine ileten Frundze acilen Türk halkı için yardımının arttırılmasını istemiştir.
Rusya bulunduğu ağır ekonomik durumuna henüz yeni biten iç ve dış düşmanlara karşı verilen savaşa rağmen Frundze’ye kulak vermiş ve yardımını esirgememiştir.
S. Aralov yazdığı hatıra kitabında Türkiye’ye gitmeden önce Lenin’in kendisine söylediği sözleri şöyle vermektedir.
Lenin:
“Türk halkı özgürlük savaşını vermektedir. Merkez Komitesi oraya savaş sanatını bildiğiniz için yolluyor”.
Yabancı istilacılara karşı geçilecek taaruz öncesi hazırlık aşamasında 1922 Mart-Nisan aylarında Mustafa Kemal’in davetlisi olarak elçi S. Aralov, askeri ataşe K. Zvonaryov ve Azerbaycan elçisi İbrahim Abilov’un katılımı ile tüm Türk silahlı kuvvetleri denetimden geçmiştir.
Misafirler kara ve atlı birlikleri ziyaret etmiş, iki ordunun komuta merkezlerine gitmiş, Konya’da bulunan yedek ordunun denetiminde bulunmuşlardır.
Misafirlerin katılımı ile Türk Silahlı kuvvetlerin ilk yıldönümü kutlaması gerçekleşmiştir. Kutlamalardan sonra misafirler Türk askerlerine hediyeler dağıtmıştır.
Hediyelerin üstünde Türkçe olarak “Sovyet Kızıl Ordusundan Türk Askerine” diye bir yazı bulunuyormuş.
16 Mart 1921’de imzalanan sözleşme çerçevesinde taarruz öncesi 1921-1922 yıllarında Rusya’nın Novorossiysk, Tuapse ve Batum limanlarından Türkiye’ye 39 bin adet tüfek, 327 adet makineli tüfek, 54 top, 63 milyon tüfek mermisi, 147 bin top mermisi, giysiler vs getirilmiştir.
Bunun dışında Rus Beyaz ordusunun 1918’de doğu sınırlarda bıraktığı tüm askeri muhhimat da Türkiye’ye getirilmiştir.
1921 yılında iki savaş gemisi “Jutkiy” (Korkunç) ile “Jivoy” (Canlı) Türkiye’ye hibe edilmiştir.
Rusya Hükümeti Ankara’da hala Makine Kimya olarak bilinen mermi üretim fabrikasının kurulması için tüm gerekli donanımı hibe etmiştir.
Donanım ile birlikte çok miktarda hammadde de getirilmiştir ve Türk işçilere eğitim verilmiştir.
Bunun dışında Moskova’da imzalanan sözleşmeye göre Türkiye halkına vaad edilen 200,6 kg saf altın Sovyet diplomatik misyonun başında bulunan Y. Upmal-Angarskiy tarafından Türkiye Hükümetine teslim edilmiştir.
Mikail Frundze yetim kalan Türk çocuklarının barınması için kurulacak olan yetimhaneler için 100 bin altın ruble Türkiye Hükümetine Trabzon’da teslim etmiştir.
S. Aralov ise Nisan 1922’de Türk Silahlı Kuvvetlerine ayrıca tipografi ve sinema aparatları için 20 bin lira hibe etmiştir.
Aynı zamanda Aralov Rusya Hükümeti tarafından vaad edilen 10 milyon altın ruble yardımının son 3.5 milyonluk kısmını da Türkiye’ye geldiğinde beraberinde getirmiştir.
İki halkın kardeşlik bağları Lozan ön görüşmelerinde ve Lozan antlaşması esnasında daha da pekileşmiştir.
SSCB Hükümeti
(Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerin Birliği) 1922-23 yıllarında Türkiye’nin boğazlar üzerindeki tek başına hakim olması gerektiğinin tezini savunarak Türkiye’ye destek çıkmıştır.
Lozan antlaşmazından sonra Türkiye bağımsızlığını kazanmış tüm yabancı istilacıların Türkiye’den çekilmesi sağlanmıştır.
TBMM Mustafa Kemal Atatürk’ü ilk Cumhurbaşkanı seçmiştir.
31 Ekim 1923’te SSCB Merkez Komitesinin başkanı M. Kalinin (Dönenmiş SSCB başkanı) Atatürk’e yolladığı teleğramda şunları söyledi:
“Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerin Birliği halkları adına nihayi olarak despot monarşi rejiminin kalkması ve Türkiye Cumhuriyet’inin kurulması dolayısıyla kardeş Türk milletini ve dost Türkiye hükümetini sıcakça selamlıyorum.
Sizi, Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa’yi, yabancı istilacılara karşı kahramanca savaşan Türk milletinin üstün yetenekli yönetici olarak Türkiye Cumhuriyet’inin Cumhurbaşkanı seçildiğiniz için tebrik ediyorum.
Eminim ki, asla bağı kopmayacak halklarımız arasındaki dostluk zaman içerisinde gittikçe pekişecektir ve iki devletin de gelişmesine vesile olacaktır.”
Ağustos 1928’de açılan Türkiye Cumhuriyet Anıtı gelecek nesiller için Türkiye Cumhuriyet’inin kurucuları yer almıştır. İşte Atatürk’ün sağında yer alan Türk halkının kahramanları, Türkiye Cumhuriyetin kurucuları arasında yer alan Kliment Voroşilov il Mikail Frundze:
Surits zamanında Voroşilov ziyareti esnasında SSBC ile Türkiye arasında dostluk ve işbirliği sözleşmesi imzalanmıştır.
Bir çok kültürel ve siyasi gelişmelerde Türkiye ve SSCB birlikte hareket etmiştir.
Yeni bağımsız devletlerin gelişmesi adına, emperyalizm ve kapitalizm’den bağımsız olmak için SSCB birçok devlete elinden gelen yardımı üstlenmiştir. Sadece Türkiye’de Atatürk zamanında SSCB desteği ile birçok hafif ve ağır sanayi fabrikaları kurulmuştur.
İsmet İnönü’nün başında bulunduğu heyet 25 Nisan 1932’de SSCB’yi ziyaret eder.
Kendisi burada 15 gün boyu 70 fabrikayı ziyaret ederken yanında bulunan tekstil uzmanları Şerif Onay ile Kamil İbrahim SSCB’de ta 9 Hazirana kadar kalarak SSCB’nin endüstrisini incelemişlerdir.
Heyetin Stalin’den istediği yardım kısa zamanda Türkiye’ye ulaşmıştır.
SSCB kardeş Türk halkının kalkınması için gerekli çalışmaları tespit edecek heyeti göndermiştir.
SSCB Devlet Gelişmesinin Planlama Enstitüsü başkanı Prof. Orlov’un başındaki heyet Türkiye’ye gelerek 22 Eylül 1932’de raporunu hazırlamıştır ve sunmuştur.
Gitmeden önce İstanbul Üniversitesinde konferans veren Orlov şunları söyledi:
“Sevinçle emin oldum ki aklı ile enerjileri ile eğitimi ile Türk mühendisleri ne bizden ne de başka ülkelerdeki mühendislerden farklı değildir.
Kendileri bize gayet iyi yardımcı olmuştur.
Neden Avrupa’dan mühendis çağırdığınızı açıkçası anlamış değilim.”
21 Ocak1934’te imzalanan sözleşme ile SSCB Türkiye’ye verdiği 20 yıllık faizsiz kredi ile daha önce Prof.Orlov tarafından belirlenen Nazilli (Denizli) ve Kayseri mevkilerinde iki tekstil fabrikası kuruluşu kararlaştırılmıştır. Fabrikalar Sovyet mühendisler tarafından kurulmuş tüm teçhizat Rusya’dan getirilmiştir. Atatürk fabrikaların açılışını ölümünden bir ay önce yapmıştır.
Türkiye o dönemde Osmanlı’dan kalan borçların ağır yükü altında kalmıştır.
SSCB halklarının yardımı ile Türkiye ekonomisi ilk defa nefes almıştır.
SSCB Hükümeti yaptığı tüm yardımları para karşılığı değil barter yani değiş tokuş şeklinde yapmıştır. SSCB yaptığı yardımlar karşılığında Türkiye’nin ürettiği ürünleri almaya kabul ederek Türkiye’nin bu ürünleri dış pazarda satma zorluğundan kurtarmıştır.
Türkiye eski sanayı bakanı Mehmet Turgut 1964’te yazdığı kitapta bu antlaşmayı Türkiye’de devletçiliğin başlangıcı olarak nitelendirmiştir.
Fabrikalar Türkiye’deki ilk tekstil fabrikaları olmuştur. Fabrikalar kurulurken SSCB’de eğitim gören Türk işçileri ve mühendisleri kısa zamanda fabrikayı çalıştırır hale gelmişlerdir.
Aynı dönemde nihayı olarak TC Merkez bankası da Sovyetlerin yardımı ile kurulmuştur.
Daha önce bu görevi üstleyen Ottoman bankası yabancıların elinde idi.
Sonraki dönemlerde SSCB benzer antlaşmalar çerçevesinde ta 1980lerin sonuna kadar Türkiye’de İskenderun, Karabük demir çelik fabrikaları dahil ilk demir çelik fabrikalarını, ilk petrol arıtım fabrikası TÜPRAŞ’ı, Mersin ve İskenderun limanları dahil bir çok liman, ilk Alüminyum fabrikasını, ziraat sanayisi, tarımcılık sanayisini ve bir çok alanda daha Türk halkının yardımına koşmuştur.
Sovyetler sayısı 50 bini geçen Türk mühendisini ve işçisini eğitmiştir.
(Mehmet Ali Tümer den alıntıdır)
**********
ANITIN VE RUSLARIN HİKAYESİ !!!...
94 yılı aşkın süredir Taksim Meydanı'nda durmasına rağmen birçok kitap, dergi hatta ansiklopedilerde bile o iki generalin ismi yoktu. "Popüler Tarih Dergisi" Ağustos 2002 sayısında, yıllardır saklanan bu gerçeği/sırrı yazdı: Taksim Anıtı'nda, Atatürk'ün arkasında iki Sovyet generali duruyor:
General Mihail Vasilyeviç Frunze ve Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov...
Taksim'deki Cumhuriyet Anıtı'nın açılışı 1928 yılında gerçekleştirildi.
Tasarımı İtalyan heykeltıraş Pietro Canonic
***
Belki bilmezsiniz ama Taksim Cumhuriyet Anıt’ında Atatürk’ün yanında iki Rus yer almaktadır.
Bu kişiler ünlü Rus mareşal Kliment Voroşilov ile ünlü Soviyet KGB kurucusu Mihail Frunze.
Bu kişiler Türkiye Cumhuriyet’inin kuruluşunda oynadıkları önemli rolü Atatürk’ün özel emri ile tüm gelecek nesiller için asla unutulmasınlar diye burada yer almaktadırlar.
Ne yazık ki günümüzün Türk nesli bu kişilerin ne adlarını biliyor ne de ne yaptıklarını.
16 mart 1921 yılında özel törende Rusya Sovyet Federal Sosyalist Cumhuriyet’i ile Türkiye arasında “Dostluk ve kardeşlik sözleşmesi” imzalanmıştır.
Bu sözleşmeye göre henüz kurulmamış Türkiye Cumhuriyet’ine Türk milletinin yabancı istilacılardan özgürlüğünü kazanabilmesi için 1878 yılından beri Rusya sınırlarına dahil edilen Kars, Ardahan ve Artvin bölgeleri verilmiştir.
Sözleşmeye göre Rusya Türk halkına 10 milyon altın ruble ile askeri mühimmat hibe edecekti
Ağustos 1921’de Rusya Mikail Frundze’yi Türkiye’ye elçi olarak atamıştır.
Frundze Türkiye’de Aralık 1921 ile Ocak 1922 tarihleri arasında bulunmuştur.
Türkiye’nin bulunduğu ağır ekonomik durumunu ve içinden çıkamadığı savaşı Rus halkına ve Sovyet yönetimine ileten Frundze acilen Türk halkı için yardımının arttırılmasını istemiştir.
Rusya bulunduğu ağır ekonomik durumuna henüz yeni biten iç ve dış düşmanlara karşı verilen savaşa rağmen Frundze’ye kulak vermiş ve yardımını esirgememiştir.
S. Aralov yazdığı hatıra kitabında Türkiye’ye gitmeden önce Lenin’in kendisine söylediği sözleri şöyle vermektedir.
Lenin:
“Türk halkı özgürlük savaşını vermektedir. Merkez Komitesi oraya savaş sanatını bildiğiniz için yolluyor”.
Yabancı istilacılara karşı geçilecek taaruz öncesi hazırlık aşamasında 1922 Mart-Nisan aylarında Mustafa Kemal’in davetlisi olarak elçi S. Aralov, askeri ataşe K. Zvonaryov ve Azerbaycan elçisi İbrahim Abilov’un katılımı ile tüm Türk silahlı kuvvetleri denetimden geçmiştir.
Misafirler kara ve atlı birlikleri ziyaret etmiş, iki ordunun komuta merkezlerine gitmiş, Konya’da bulunan yedek ordunun denetiminde bulunmuşlardır.
Misafirlerin katılımı ile Türk Silahlı kuvvetlerin ilk yıldönümü kutlaması gerçekleşmiştir. Kutlamalardan sonra misafirler Türk askerlerine hediyeler dağıtmıştır.
Hediyelerin üstünde Türkçe olarak “Sovyet Kızıl Ordusundan Türk Askerine” diye bir yazı bulunuyormuş.
16 Mart 1921’de imzalanan sözleşme çerçevesinde taarruz öncesi 1921-1922 yıllarında Rusya’nın Novorossiysk, Tuapse ve Batum limanlarından Türkiye’ye 39 bin adet tüfek, 327 adet makineli tüfek, 54 top, 63 milyon tüfek mermisi, 147 bin top mermisi, giysiler vs getirilmiştir.
Bunun dışında Rus Beyaz ordusunun 1918’de doğu sınırlarda bıraktığı tüm askeri muhhimat da Türkiye’ye getirilmiştir.
1921 yılında iki savaş gemisi “Jutkiy” (Korkunç) ile “Jivoy” (Canlı) Türkiye’ye hibe edilmiştir.
Rusya Hükümeti Ankara’da hala Makine Kimya olarak bilinen mermi üretim fabrikasının kurulması için tüm gerekli donanımı hibe etmiştir.
Donanım ile birlikte çok miktarda hammadde de getirilmiştir ve Türk işçilere eğitim verilmiştir.
Bunun dışında Moskova’da imzalanan sözleşmeye göre Türkiye halkına vaad edilen 200,6 kg saf altın Sovyet diplomatik misyonun başında bulunan Y. Upmal-Angarskiy tarafından Türkiye Hükümetine teslim edilmiştir.
Mikail Frundze yetim kalan Türk çocuklarının barınması için kurulacak olan yetimhaneler için 100 bin altın ruble Türkiye Hükümetine Trabzon’da teslim etmiştir.
S. Aralov ise Nisan 1922’de Türk Silahlı Kuvvetlerine ayrıca tipografi ve sinema aparatları için 20 bin lira hibe etmiştir.
Aynı zamanda Aralov Rusya Hükümeti tarafından vaad edilen 10 milyon altın ruble yardımının son 3.5 milyonluk kısmını da Türkiye’ye geldiğinde beraberinde getirmiştir.
İki halkın kardeşlik bağları Lozan ön görüşmelerinde ve Lozan antlaşması esnasında daha da pekileşmiştir.
SSCB Hükümeti
(Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerin Birliği) 1922-23 yıllarında Türkiye’nin boğazlar üzerindeki tek başına hakim olması gerektiğinin tezini savunarak Türkiye’ye destek çıkmıştır.
Lozan antlaşmazından sonra Türkiye bağımsızlığını kazanmış tüm yabancı istilacıların Türkiye’den çekilmesi sağlanmıştır.
TBMM Mustafa Kemal Atatürk’ü ilk Cumhurbaşkanı seçmiştir.
31 Ekim 1923’te SSCB Merkez Komitesinin başkanı M. Kalinin (Dönenmiş SSCB başkanı) Atatürk’e yolladığı teleğramda şunları söyledi:
“Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerin Birliği halkları adına nihayi olarak despot monarşi rejiminin kalkması ve Türkiye Cumhuriyet’inin kurulması dolayısıyla kardeş Türk milletini ve dost Türkiye hükümetini sıcakça selamlıyorum.
Sizi, Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa’yi, yabancı istilacılara karşı kahramanca savaşan Türk milletinin üstün yetenekli yönetici olarak Türkiye Cumhuriyet’inin Cumhurbaşkanı seçildiğiniz için tebrik ediyorum.
Eminim ki, asla bağı kopmayacak halklarımız arasındaki dostluk zaman içerisinde gittikçe pekişecektir ve iki devletin de gelişmesine vesile olacaktır.”
Ağustos 1928’de açılan Türkiye Cumhuriyet Anıtı gelecek nesiller için Türkiye Cumhuriyet’inin kurucuları yer almıştır. İşte Atatürk’ün sağında yer alan Türk halkının kahramanları, Türkiye Cumhuriyetin kurucuları arasında yer alan Kliment Voroşilov il Mikail Frundze:
Surits zamanında Voroşilov ziyareti esnasında SSBC ile Türkiye arasında dostluk ve işbirliği sözleşmesi imzalanmıştır.
Bir çok kültürel ve siyasi gelişmelerde Türkiye ve SSCB birlikte hareket etmiştir.
Yeni bağımsız devletlerin gelişmesi adına, emperyalizm ve kapitalizm’den bağımsız olmak için SSCB birçok devlete elinden gelen yardımı üstlenmiştir. Sadece Türkiye’de Atatürk zamanında SSCB desteği ile birçok hafif ve ağır sanayi fabrikaları kurulmuştur.
İsmet İnönü’nün başında bulunduğu heyet 25 Nisan 1932’de SSCB’yi ziyaret eder.
Kendisi burada 15 gün boyu 70 fabrikayı ziyaret ederken yanında bulunan tekstil uzmanları Şerif Onay ile Kamil İbrahim SSCB’de ta 9 Hazirana kadar kalarak SSCB’nin endüstrisini incelemişlerdir.
Heyetin Stalin’den istediği yardım kısa zamanda Türkiye’ye ulaşmıştır.
SSCB kardeş Türk halkının kalkınması için gerekli çalışmaları tespit edecek heyeti göndermiştir.
SSCB Devlet Gelişmesinin Planlama Enstitüsü başkanı Prof. Orlov’un başındaki heyet Türkiye’ye gelerek 22 Eylül 1932’de raporunu hazırlamıştır ve sunmuştur.
Gitmeden önce İstanbul Üniversitesinde konferans veren Orlov şunları söyledi:
“Sevinçle emin oldum ki aklı ile enerjileri ile eğitimi ile Türk mühendisleri ne bizden ne de başka ülkelerdeki mühendislerden farklı değildir.
Kendileri bize gayet iyi yardımcı olmuştur.
Neden Avrupa’dan mühendis çağırdığınızı açıkçası anlamış değilim.”
21 Ocak1934’te imzalanan sözleşme ile SSCB Türkiye’ye verdiği 20 yıllık faizsiz kredi ile daha önce Prof.Orlov tarafından belirlenen Nazilli (Denizli) ve Kayseri mevkilerinde iki tekstil fabrikası kuruluşu kararlaştırılmıştır. Fabrikalar Sovyet mühendisler tarafından kurulmuş tüm teçhizat Rusya’dan getirilmiştir. Atatürk fabrikaların açılışını ölümünden bir ay önce yapmıştır.
Türkiye o dönemde Osmanlı’dan kalan borçların ağır yükü altında kalmıştır.
SSCB halklarının yardımı ile Türkiye ekonomisi ilk defa nefes almıştır.
SSCB Hükümeti yaptığı tüm yardımları para karşılığı değil barter yani değiş tokuş şeklinde yapmıştır. SSCB yaptığı yardımlar karşılığında Türkiye’nin ürettiği ürünleri almaya kabul ederek Türkiye’nin bu ürünleri dış pazarda satma zorluğundan kurtarmıştır.
Türkiye eski sanayı bakanı Mehmet Turgut 1964’te yazdığı kitapta bu antlaşmayı Türkiye’de devletçiliğin başlangıcı olarak nitelendirmiştir.
Fabrikalar Türkiye’deki ilk tekstil fabrikaları olmuştur. Fabrikalar kurulurken SSCB’de eğitim gören Türk işçileri ve mühendisleri kısa zamanda fabrikayı çalıştırır hale gelmişlerdir.
Aynı dönemde nihayı olarak TC Merkez bankası da Sovyetlerin yardımı ile kurulmuştur.
Daha önce bu görevi üstleyen Ottoman bankası yabancıların elinde idi.
Sonraki dönemlerde SSCB benzer antlaşmalar çerçevesinde ta 1980lerin sonuna kadar Türkiye’de İskenderun, Karabük demir çelik fabrikaları dahil ilk demir çelik fabrikalarını, ilk petrol arıtım fabrikası TÜPRAŞ’ı, Mersin ve İskenderun limanları dahil bir çok liman, ilk Alüminyum fabrikasını, ziraat sanayisi, tarımcılık sanayisini ve bir çok alanda daha Türk halkının yardımına koşmuştur.
Sovyetler sayısı 50 bini geçen Türk mühendisini ve işçisini eğitmiştir.
(Mehmet Ali Tümer den alıntıdır)
**********
ANITIN VE RUSLARIN HİKAYESİ !!!...
94 yılı aşkın süredir Taksim Meydanı'nda durmasına rağmen birçok kitap, dergi hatta ansiklopedilerde bile o iki generalin ismi yoktu. "Popüler Tarih Dergisi" Ağustos 2002 sayısında, yıllardır saklanan bu gerçeği/sırrı yazdı: Taksim Anıtı'nda, Atatürk'ün arkasında iki Sovyet generali duruyor:
General Mihail Vasilyeviç Frunze ve Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov...
Taksim'deki Cumhuriyet Anıtı'nın açılışı 1928 yılında gerçekleştirildi.
Tasarımı İtalyan heykeltıraş Pietro Canonic
15 gün önce
Tatlı bir yalan söylersin on kişi seni alkışlar.
Acı bir gerçek söylersin sekiz kişi sana saldırır ama iki kişi sorgulamaya başlar.
O iki kişiye selam olsun!!
Acı bir gerçek söylersin sekiz kişi sana saldırır ama iki kişi sorgulamaya başlar.
O iki kişiye selam olsun!!
15 gün önce
AMİRAL PAŞA..
Sevgili dostlarım bugün sizlerle okurken çok duygulandığım, ömrünü Deniz Kuvvetlerine ve vatanına adamış emekli bir Amiralin hayat hikayesini paylaşmak istiyorum..
Amiral Paşa eşini kısa süre önce kaybetmişti; oğlu, gelini ve torunlarıyla birlikte yaşıyordu.. Bir gece ansızın yattığı yerden fırladı telâş içinde! Odanın loş ışığında doğruldu ve saatine baktı. Saat 03:00'dü. Bir gayretle doğruldu ve parmak uçlarına basarak sessizce banyoya yöneldi. Tıraş takımını çıkardı aynanın karşısında günlük sakal tıraşını oldu, elini yüzünü yıkadı ve saçlarına bir şekil vererek yine parmak uçlarında yürüyerek elbise dolabını açtı.
Her törende giydiği üniformasını çıkarıp yatağın üzerine koydu. Özenle pijamalarını katlayıp yatağın üzerine bıraktı. Üniformasını giyerken bir şey fark etti. Biraz kilo almıştı, pantolonun beli biraz sıkmıştı. Kendi kendine emir astsubayına söyleyeyim de yeni bir üniforma için terziyi getirsin diye düşündü.
Özenle bembeyaz üniformasını giydi. Harp okulunu birincilikle bitirdiğinde aldığı sapsarı işlemeli kılıcını özenle kuşandı. Ayna karşısında son bir kez kendine baktı ve ayna karşısındaki görüntüsüne selam vererek kapıya doğru sessiz adımlarla ilerledi. Kimseyi uyandırmak istemedi.
Hafifçe kapıyı çekti ve merdivenlerden dikkatlice inmeye başladı. Sokağa çıktığında saatine bir kez daha baktı ve onu bekleyen silah arkadaşları ile buluşacağı yere doğru ilerledi. Nasıl olsa vakit var daha dedi ve sakin adımlarla aklındaki o buluşma yerine yürümeye başladı.
Evde herkes uyuyordu; oğlu Barbaros ve gelini saatin alarmı ile uyandılar. İki torunu vardı; Mustafa Deniz ve Kemal Ege, odalarında bir gün öncenin yorgunluğu ile derin bir uykuda idiler.
Gelini Rengin mutfağa girdi önce ve çay suyu koydu ocağa. Daha sonra banyoda elini yüzünü yıkadı. Bir ara babasının açık olan oda kapısını gördü ve içeri usulca baktı yatak her zamanki gibi toplanmıştı. Balkona doğru gitti orada mı diye fakat balkonda da yoktu salonda da yoktu telâşlandı.
Eşinin yanına gitti telâşla. "Barbaros kalk babam yok." Adam uyku sersemi yataktan fırladı. Telâşla kapıya koştu. Ayakkabılarının yerinde olduğunu ama beyaz ayakkabılarının olmadığını görünce telâşla çocukların odasına gitti ve büyük oğluna sordu. "Gece sen geldikten sonra kapıyı kitlenmedin mi?“
Genç adam "Baba unuttum." dedi üzgün..
"Ben kaç kere söyleyeceğim dış kapı kilitlenecek!“ diye bağırdı.
Saat 09:30 olmuştu. Adam bir yandan giyiniyor, bir yandan da söyleniyordu "Niye dikkat etmiyorsunuz!" Adam henüz giyinmişti ki telefonu çaldı. Heyecanla telefonda konuştu, adresi doğruladı, evet dedi. Aradan 5 dakika geçti kapı çaldı. Evin bütün sakinleri kapı önünde toplandı. Kapıyı açtıklarında iki resmi kıyafetli polis ve ortalarında bembeyaz üniforması ile babası duruyordu dimdik gururlu.
Babasına sarıldı Barbaros sıkıca. "Babam canım babam!..."
İçeri aldılar amiral Yavuz paşa'yı.
Adam polislere dönerek "Babamı nerde buldunuz?“ dedi. Polislerden biri "Saat 06:00'da Atatürk heykelinin önünde subay kıyafetli bir şahıs var diye anons duyduk. Gittiğimizde beyefendiyi Atatürk' ün önünde durduğunu ve ağladığını gördük. Bir müddet bekledik. Sonra kendisine sorular sorduk. Arkadaşlarını beklediğini ve bugün Mustafa Kemal' in askerlerinin burada toplanacağını söyledi.
Biraz sohbetten sonra durumu anladık kolundaki bileklikte adres ve Alzheimer hastası yazısını gördük." dedi. Barbaros babasının rahatsızlığını ve durumu izah etti.
"Kendisi emekli amiraldir. Bizleri torunlarını kimseyi tanımıyor. Unutmadığı tek şey Mustafa Kemal ATATÜRK..."
Barbaros polislere teşekkür ederek gönderir ve babasının yanına gider. Asker selâmını verir ve babasına gururla bir kez daha sarılarak;
"Babam canım babam bizi unut her şeyi unut ama Mustafa Kemal ATATÜRK'ü unutma. Çünkü o senin yaşama sebebin!" der..
Yüreği vatan ve Atatürk sevgisiyle çarpan tüm askerlere selam olsun..
Dr. Vecdet Öz
Sevgili dostlarım bugün sizlerle okurken çok duygulandığım, ömrünü Deniz Kuvvetlerine ve vatanına adamış emekli bir Amiralin hayat hikayesini paylaşmak istiyorum..
Amiral Paşa eşini kısa süre önce kaybetmişti; oğlu, gelini ve torunlarıyla birlikte yaşıyordu.. Bir gece ansızın yattığı yerden fırladı telâş içinde! Odanın loş ışığında doğruldu ve saatine baktı. Saat 03:00'dü. Bir gayretle doğruldu ve parmak uçlarına basarak sessizce banyoya yöneldi. Tıraş takımını çıkardı aynanın karşısında günlük sakal tıraşını oldu, elini yüzünü yıkadı ve saçlarına bir şekil vererek yine parmak uçlarında yürüyerek elbise dolabını açtı.
Her törende giydiği üniformasını çıkarıp yatağın üzerine koydu. Özenle pijamalarını katlayıp yatağın üzerine bıraktı. Üniformasını giyerken bir şey fark etti. Biraz kilo almıştı, pantolonun beli biraz sıkmıştı. Kendi kendine emir astsubayına söyleyeyim de yeni bir üniforma için terziyi getirsin diye düşündü.
Özenle bembeyaz üniformasını giydi. Harp okulunu birincilikle bitirdiğinde aldığı sapsarı işlemeli kılıcını özenle kuşandı. Ayna karşısında son bir kez kendine baktı ve ayna karşısındaki görüntüsüne selam vererek kapıya doğru sessiz adımlarla ilerledi. Kimseyi uyandırmak istemedi.
Hafifçe kapıyı çekti ve merdivenlerden dikkatlice inmeye başladı. Sokağa çıktığında saatine bir kez daha baktı ve onu bekleyen silah arkadaşları ile buluşacağı yere doğru ilerledi. Nasıl olsa vakit var daha dedi ve sakin adımlarla aklındaki o buluşma yerine yürümeye başladı.
Evde herkes uyuyordu; oğlu Barbaros ve gelini saatin alarmı ile uyandılar. İki torunu vardı; Mustafa Deniz ve Kemal Ege, odalarında bir gün öncenin yorgunluğu ile derin bir uykuda idiler.
Gelini Rengin mutfağa girdi önce ve çay suyu koydu ocağa. Daha sonra banyoda elini yüzünü yıkadı. Bir ara babasının açık olan oda kapısını gördü ve içeri usulca baktı yatak her zamanki gibi toplanmıştı. Balkona doğru gitti orada mı diye fakat balkonda da yoktu salonda da yoktu telâşlandı.
Eşinin yanına gitti telâşla. "Barbaros kalk babam yok." Adam uyku sersemi yataktan fırladı. Telâşla kapıya koştu. Ayakkabılarının yerinde olduğunu ama beyaz ayakkabılarının olmadığını görünce telâşla çocukların odasına gitti ve büyük oğluna sordu. "Gece sen geldikten sonra kapıyı kitlenmedin mi?“
Genç adam "Baba unuttum." dedi üzgün..
"Ben kaç kere söyleyeceğim dış kapı kilitlenecek!“ diye bağırdı.
Saat 09:30 olmuştu. Adam bir yandan giyiniyor, bir yandan da söyleniyordu "Niye dikkat etmiyorsunuz!" Adam henüz giyinmişti ki telefonu çaldı. Heyecanla telefonda konuştu, adresi doğruladı, evet dedi. Aradan 5 dakika geçti kapı çaldı. Evin bütün sakinleri kapı önünde toplandı. Kapıyı açtıklarında iki resmi kıyafetli polis ve ortalarında bembeyaz üniforması ile babası duruyordu dimdik gururlu.
Babasına sarıldı Barbaros sıkıca. "Babam canım babam!..."
İçeri aldılar amiral Yavuz paşa'yı.
Adam polislere dönerek "Babamı nerde buldunuz?“ dedi. Polislerden biri "Saat 06:00'da Atatürk heykelinin önünde subay kıyafetli bir şahıs var diye anons duyduk. Gittiğimizde beyefendiyi Atatürk' ün önünde durduğunu ve ağladığını gördük. Bir müddet bekledik. Sonra kendisine sorular sorduk. Arkadaşlarını beklediğini ve bugün Mustafa Kemal' in askerlerinin burada toplanacağını söyledi.
Biraz sohbetten sonra durumu anladık kolundaki bileklikte adres ve Alzheimer hastası yazısını gördük." dedi. Barbaros babasının rahatsızlığını ve durumu izah etti.
"Kendisi emekli amiraldir. Bizleri torunlarını kimseyi tanımıyor. Unutmadığı tek şey Mustafa Kemal ATATÜRK..."
Barbaros polislere teşekkür ederek gönderir ve babasının yanına gider. Asker selâmını verir ve babasına gururla bir kez daha sarılarak;
"Babam canım babam bizi unut her şeyi unut ama Mustafa Kemal ATATÜRK'ü unutma. Çünkü o senin yaşama sebebin!" der..
Yüreği vatan ve Atatürk sevgisiyle çarpan tüm askerlere selam olsun..
Dr. Vecdet Öz
15 gün önce
Aşağıdan gelen son sesler:
— Alo Dumlu.
— Evet, Dumlu.
— Ben Üsteğmen Suat.
— Evet, efendim ben Selami
— Selami nasılsınız, biz geldik, şimdi bana durumu anlat.
— Efendim dizellerden yara aldık, manevra dairesinde yangın çıktı, bataryayı
sıfıra alarak kıç torpido dairesine geçtik, şimdi manevra dairesi su ile dolu.
— Kaç kişisiniz orada?
— 22 kişiyiz.
— Diğer dairelerle irtibatınız var mı?
— Yarım saat evvel kıç batarya dairesi ile konuştum, şimdi cevap vermiyorlar.
— Merak etmeyin 'Kurtaran' geldi biz buradayız.
— Efendim manometre 267 kadem gösteriyor doğru mu?
— Selami Kurtaran geldi şimdi kurtarma işine başlanıyor, ben biraz sonra yine gelirim.
— Peki efendim...
Denizaltındaki subay ve astsubay ve erlerin tümüne korkunç gerçek söylendi; kendilerini su yüzüne çıkaramayacaklarını buna imkân olmadığını bildirildi. Artık kendilerine başta söylenen “gerekmedikçe konuşmayın ve sigara içmeyin '' telkininin yerine “konuşabilirler, türkü söyleyebilirler ve isterlerse sigara da içebilirler '' denildi. Bunu duyan kahraman denizcilerimizin son sözleri “Sizler sağ olun! Vatan sağ olsun! '' oldu. O andan itibaren oksijen bitinceye kadar 72 saat hayatta kaldılar ve “Ah, bir ataş ver cigaramı yakayım, sen sallan gel ben boyuna bakayım… '' türküsünü söyleyerek büyük bir tevekkülle son nefeslerini verdiler.
Son sözleri “Vatan Sağ Olsun! '' diyerek şehit olan 81 denizcimiz bugün Çanakkale Boğazı nın derinliklerinde ebedi uykularındalar.
Vatan sağ ve onlara minnettardır, huzur içinde uyusunlar!
😢😢😢
— Alo Dumlu.
— Evet, Dumlu.
— Ben Üsteğmen Suat.
— Evet, efendim ben Selami
— Selami nasılsınız, biz geldik, şimdi bana durumu anlat.
— Efendim dizellerden yara aldık, manevra dairesinde yangın çıktı, bataryayı
sıfıra alarak kıç torpido dairesine geçtik, şimdi manevra dairesi su ile dolu.
— Kaç kişisiniz orada?
— 22 kişiyiz.
— Diğer dairelerle irtibatınız var mı?
— Yarım saat evvel kıç batarya dairesi ile konuştum, şimdi cevap vermiyorlar.
— Merak etmeyin 'Kurtaran' geldi biz buradayız.
— Efendim manometre 267 kadem gösteriyor doğru mu?
— Selami Kurtaran geldi şimdi kurtarma işine başlanıyor, ben biraz sonra yine gelirim.
— Peki efendim...
Denizaltındaki subay ve astsubay ve erlerin tümüne korkunç gerçek söylendi; kendilerini su yüzüne çıkaramayacaklarını buna imkân olmadığını bildirildi. Artık kendilerine başta söylenen “gerekmedikçe konuşmayın ve sigara içmeyin '' telkininin yerine “konuşabilirler, türkü söyleyebilirler ve isterlerse sigara da içebilirler '' denildi. Bunu duyan kahraman denizcilerimizin son sözleri “Sizler sağ olun! Vatan sağ olsun! '' oldu. O andan itibaren oksijen bitinceye kadar 72 saat hayatta kaldılar ve “Ah, bir ataş ver cigaramı yakayım, sen sallan gel ben boyuna bakayım… '' türküsünü söyleyerek büyük bir tevekkülle son nefeslerini verdiler.
Son sözleri “Vatan Sağ Olsun! '' diyerek şehit olan 81 denizcimiz bugün Çanakkale Boğazı nın derinliklerinde ebedi uykularındalar.
Vatan sağ ve onlara minnettardır, huzur içinde uyusunlar!
😢😢😢
18 gün önce
ÇANAKKALE ASLANLARI FİLMİNDEN
BİR SAHNE. GERÇEK HİKAYE OKUYUNUZ
SAKA HÜSEYİN
Çanakkale savaşında yaşanmış bir hikayedir. Hüseyin gönüllü olarak savaşa katılmıştır. Bıyıkları yeni terlemeye başlamıştır. Üstelik gözleri gece pek iyi görmemektedir. Kumandan bu genç çocuğa bakarak :
_Senin yaşın küçük, eline silah veremem. Ama sana başka bir vazife vereceğim. Seni su sakası yaptım der.
Bundan sonra görevi 35.alayın 2. bölüğüne su taşımaktır. Su taşıyan görevliye su sakası denirmiş o zamanlar. Hüseyine bir katır verirler. Adı artık saka Hüseyin olmuştur.
Saka Hüseyin çok maytap, neşeli esprili, hazır cevap bir çocuktur. Bölükte herkes onu çok sever.
Mevsim yaz mevsimi, hava çok sıcaktır. Saka Hüseyin akşama kadar yakınlardaki Bigali köyüne kadar gider su kaplarını doldurur tekrar bölüğüne dönerdi. Gide gele katır yolu öğrenmişti.
Akşam olduğu için gözleri pek iyi görmemektedir. Katırın kulağına eğilip :
_ Haydi bakalım der, bu gün çok geç kaldık. 2. bölük bizden su bekler en çok da yaralılar bekler. Katır nasıl olsa yolu biliyor diyerek bir türkü tutturur:
Pınar baştan bulanır,
İner dağı dolanır.
Al başımdan sevdayı
Buna can mı dayanır.
Rinna yarim rinna
Riiinna rinna
Artık birliğe az kalmıştır.
Tam o sırada bilmediği bir dilden konuşan
iki düşman askeri dur işareti yapar.
Hüseyin durumum vehametini kavrar.
Katır birliği hiç şaşırmaz. Demekki birlik düşman eline geçmiştir.
Hemen o pratik zekasını kullanır. Gülümseyerek askerleri selamlar.
Gömleğini çıkarıp beyaz bayrak niyetine sallar.
Askerler O'nu alıp komutana götürürler.
Komutanı selamlayarak katırı gösterir.
Komutan meraklanır, tercüman ister.
Hemen tercüman bulunur.
_ Komutanım Mülazım Efendi size selam gönderdi. Hava sıcaktır yaralıları vardır,
su bizim tarafta kalmıştır suları yoktur
diye size su gönderdi der. Gider sulardan
birer bardak içerek :
_Önce sen iç zehirli olmadığını anlasınlar dedi diye ilave eder. Gerçekten o kadar susuz kalmışlardır ki belki zehirli bile olsa gene
içen çıkardı.
Komutanın gözleri dolar. Gene de zehirli olma ihtimaline karşı Onu sabaha kadar misafir edip karnını doyururlar.
Sabah olunca ellerinde ne varsa peksimet, bisküvi, çikolata, sigara katırı alabildiğine yüklerler. Meğerse onların yiyeceği çoktur,
ama bir damla suları kalmamıştır. Katırdaki suları mataralara doldururlar. Düşman askeri çok sevinir, adeta bayram eder.
Komutan gözyaşları içinde O'nun yanaklarından öper. Komutanına selam söyler. Çok minnettar olduklarını bunu hiç unutmayacaklarını bildirir.
Saka Hüseyin birliğine ulaşana kadar kimse ateş etmez. Bir katır yükü erzakla döner birliğine bizim saka Hüseyin.
Birliğine gelince olanı biteni anlatır.
Meğer bizim de yiyeceğimiz bitmiştir.
Hemen askere dağıtılır. Pek bir ikrama geçer. Artık sevinme sırası bizim askere gelmiştir.
O gün herkes saka Hüseyin'in cinliğini konuşup gülüşür. O gün öyle geçer.
Saka Hüseyin bu savaştan gazi olarak çıkar. Memleketi olan TEKİRDAĞ Hayrabolu' da
1975 yılında vefat eder.
#ZaferHaftasıKutluOlsun 🇹🇷🇹🇷
BİR SAHNE. GERÇEK HİKAYE OKUYUNUZ
SAKA HÜSEYİN
Çanakkale savaşında yaşanmış bir hikayedir. Hüseyin gönüllü olarak savaşa katılmıştır. Bıyıkları yeni terlemeye başlamıştır. Üstelik gözleri gece pek iyi görmemektedir. Kumandan bu genç çocuğa bakarak :
_Senin yaşın küçük, eline silah veremem. Ama sana başka bir vazife vereceğim. Seni su sakası yaptım der.
Bundan sonra görevi 35.alayın 2. bölüğüne su taşımaktır. Su taşıyan görevliye su sakası denirmiş o zamanlar. Hüseyine bir katır verirler. Adı artık saka Hüseyin olmuştur.
Saka Hüseyin çok maytap, neşeli esprili, hazır cevap bir çocuktur. Bölükte herkes onu çok sever.
Mevsim yaz mevsimi, hava çok sıcaktır. Saka Hüseyin akşama kadar yakınlardaki Bigali köyüne kadar gider su kaplarını doldurur tekrar bölüğüne dönerdi. Gide gele katır yolu öğrenmişti.
Akşam olduğu için gözleri pek iyi görmemektedir. Katırın kulağına eğilip :
_ Haydi bakalım der, bu gün çok geç kaldık. 2. bölük bizden su bekler en çok da yaralılar bekler. Katır nasıl olsa yolu biliyor diyerek bir türkü tutturur:
Pınar baştan bulanır,
İner dağı dolanır.
Al başımdan sevdayı
Buna can mı dayanır.
Rinna yarim rinna
Riiinna rinna
Artık birliğe az kalmıştır.
Tam o sırada bilmediği bir dilden konuşan
iki düşman askeri dur işareti yapar.
Hüseyin durumum vehametini kavrar.
Katır birliği hiç şaşırmaz. Demekki birlik düşman eline geçmiştir.
Hemen o pratik zekasını kullanır. Gülümseyerek askerleri selamlar.
Gömleğini çıkarıp beyaz bayrak niyetine sallar.
Askerler O'nu alıp komutana götürürler.
Komutanı selamlayarak katırı gösterir.
Komutan meraklanır, tercüman ister.
Hemen tercüman bulunur.
_ Komutanım Mülazım Efendi size selam gönderdi. Hava sıcaktır yaralıları vardır,
su bizim tarafta kalmıştır suları yoktur
diye size su gönderdi der. Gider sulardan
birer bardak içerek :
_Önce sen iç zehirli olmadığını anlasınlar dedi diye ilave eder. Gerçekten o kadar susuz kalmışlardır ki belki zehirli bile olsa gene
içen çıkardı.
Komutanın gözleri dolar. Gene de zehirli olma ihtimaline karşı Onu sabaha kadar misafir edip karnını doyururlar.
Sabah olunca ellerinde ne varsa peksimet, bisküvi, çikolata, sigara katırı alabildiğine yüklerler. Meğerse onların yiyeceği çoktur,
ama bir damla suları kalmamıştır. Katırdaki suları mataralara doldururlar. Düşman askeri çok sevinir, adeta bayram eder.
Komutan gözyaşları içinde O'nun yanaklarından öper. Komutanına selam söyler. Çok minnettar olduklarını bunu hiç unutmayacaklarını bildirir.
Saka Hüseyin birliğine ulaşana kadar kimse ateş etmez. Bir katır yükü erzakla döner birliğine bizim saka Hüseyin.
Birliğine gelince olanı biteni anlatır.
Meğer bizim de yiyeceğimiz bitmiştir.
Hemen askere dağıtılır. Pek bir ikrama geçer. Artık sevinme sırası bizim askere gelmiştir.
O gün herkes saka Hüseyin'in cinliğini konuşup gülüşür. O gün öyle geçer.
Saka Hüseyin bu savaştan gazi olarak çıkar. Memleketi olan TEKİRDAĞ Hayrabolu' da
1975 yılında vefat eder.
#ZaferHaftasıKutluOlsun 🇹🇷🇹🇷
24 gün önce
Es'Selâműn Âleykűm🙋♂️
👉Ne Díyordu Râbb'ímíz
Sení Kőtű Ínsanlarla Ímtíhan Ederím Ama Asla Onlara Yâr Etmem👈
👉Ne Díyordu Râbb'ímíz
Sení Kőtű Ínsanlarla Ímtíhan Ederím Ama Asla Onlara Yâr Etmem👈
26 gün önce
▪︎ALLAHIM 🤲🏼
▪︎CENNET VATANIMIZ ÜZERİNDE 🇹🇷
▪︎OYNANAN OYUNLARI 🇹🇷
▪︎TUZAK KURANLARIN 🇹🇷
▪︎BAŞLARINA GEÇİR 🇹🇷
▪︎BAYRAĞIMIZI İLELEBET🇹🇷
▪︎DALGALANDIR🇹🇷
▪︎HER ZAMAN BİRLİK VE 🇹🇷
▪︎BERABERLİĞİMİZİ DAİM EYLE🇹🇷
▪︎ÜLKEMİZİ DIŞARIDAN VE🇹🇷 ▪︎İÇERİDEN🇹🇷
▪︎GELECEK HER TÜRLÜ 🇹🇷
▪︎TEHLİKELERDEN KORU🇹🇷
♡AMİN🤲🏼
🅗🅐🅨🅘🅡🅛🅘
🅒🅤🅜🅐🅛🅐🅡
Allah'ın Selamı
Rahmeti Bereketi
Üzerine Olsun
Allah Dualarınız
Kabul ve Makbul Etsin
İnşâAllah 🤲
🄲🅄🄼🄰🄼🄸🅉
🄼🅄🄱🄰🅁🄴🄺
🄾🄻🅂🅄🄽
▪︎CENNET VATANIMIZ ÜZERİNDE 🇹🇷
▪︎OYNANAN OYUNLARI 🇹🇷
▪︎TUZAK KURANLARIN 🇹🇷
▪︎BAŞLARINA GEÇİR 🇹🇷
▪︎BAYRAĞIMIZI İLELEBET🇹🇷
▪︎DALGALANDIR🇹🇷
▪︎HER ZAMAN BİRLİK VE 🇹🇷
▪︎BERABERLİĞİMİZİ DAİM EYLE🇹🇷
▪︎ÜLKEMİZİ DIŞARIDAN VE🇹🇷 ▪︎İÇERİDEN🇹🇷
▪︎GELECEK HER TÜRLÜ 🇹🇷
▪︎TEHLİKELERDEN KORU🇹🇷
♡AMİN🤲🏼
🅗🅐🅨🅘🅡🅛🅘
🅒🅤🅜🅐🅛🅐🅡
Allah'ın Selamı
Rahmeti Bereketi
Üzerine Olsun
Allah Dualarınız
Kabul ve Makbul Etsin
İnşâAllah 🤲
🄲🅄🄼🄰🄼🄸🅉
🄼🅄🄱🄰🅁🄴🄺
🄾🄻🅂🅄🄽
26 gün önce
Sahuru bekleyen gűzel ínsanlara selâm olsun ÂLLÂH (C.C) tutacağımız oruçları kâbul eylesín ínş'ÂLLÂH☝️ÂmííííííN🤲 íyí geceler dílíyorum....
27 gün önce
AYAĞI ZİLLİ GENÇ
Bir kasaba Papazı etrafın rahatlıkla görülebildiği yüksek kilise bahçesinde oturuyordu. Uzaktan temiz giyimli eli yüzü düzgün bir gencin kiliseye doğru geldiğini gördü. Genç yürüyüşüne asalet katan ağır adımlarla yürüyordu.
Genç yaklaştıkça Papaz ilginç bir ayrıntı fark etti. Genç yürüdükçe garip bir zil sesi geliyordu. Bir an içinden “acaba hayalleniyor muyum?” diye geçirdi ve bir daha dikkat kesildi. Evet, genç yürüdükçe etraftan zil sesleri yükseliyordu.
Genç kilise bahçesine girip Papaz’a yaklaştı.
- Selam Papaz Efendi.
- Selam delikanlı.
- Ben günah çıkartmak için geldim.
Papaz bir yandan,
- "hoş geldin hoş geldin” diyerek genci karşılıyor bir yandan da üstten aşağı onu süzüyordu. Bakışları gencin ayaklarına geldiğinde şaşkınlığının kaynağını bulmuştu. Gencin ayakkabısının her yanı küçük küçük ziller ile doluydu.
- Hele gel otur. Önce şu ayakkabının sırrı nedir bir söyler misin? Niçin ayakkabılarının etrafı zillerle dolu? dedi Papaz.
Genç, Papazın karşısına oturdu:
- Papaz Efendi biliyorsunuz yaz mevsimindeyiz ve kasabamızın yolları toprak. Yollar karınca, börtü böcek dolu. İnsanlar çoğu zaman zaman istemeseler bile onları ezerek yürüyorlar. Ben ayakkabılarımın etrafına ziller taktım ki, zil seslerini duyan börtü böcek kaçışsın ve ben onları ezmek zorunda kalmayayım.
Bu ince düşünce karşısında Papaz’ın neredeyse nutku tutuldu ve ne diyeceğini bilemez hale geldi. Duygulanan Papaz içinden “Tanrım, zannedersem güneşi ve yağmuru böylesi gençlerin yüzü suyu hürmetine bizden esirgemiyorsun. Kasabamıza kilisemize böylesi bir genç verdiğin için sana şükürler olsun” diye geçirdi.
Genç bir kez daha nazik bir ses tonuyla;
- Ben günah çıkartmak istiyorum Papaz Efendi, dedi.
Papaz hayran hayran gence bakıyorken bir kez daha içinden “Acaba böylesine ince bir ruh nasıl basit bir şeyden rahatsız oldu da onu günah olarak gördü ve tövbe etmek istiyor” diye geçirdi. Bir yandan da gerçekten gencin günah olarak ne söyleyeceği konusunda meraklandı.
İçeri geçtiler. Her şey hazır olduğunda genç konuşmaya başladı:
- Papaz Efendi benim ailem sütçülük yapıyor ve ben de dağıtımda onlara yardım ediyorum. Geçenlerde aşağı sokakta tacir Michael’in sütünü götürmüştüm. O evde yoktu. Sütü almak için eşi karşıladı. Nasıl oldu bilmiyorum biz olmadık işler yaptık!
Papazın keyfi kaçtı, birden yüzü düştü ama hemen kendini toparlayarak içinden “düşmez kalkmaz bir tek Tanrı’dır. Hem pişmanlık duymuş, kınamamalıyım” diye geçirdi ve gence:
- Evladım! İnsandır hata yapar. Önemli olan hatalarımızdan ders çıkarıp pişman olabilmek ve tekrar doğruluk yoluna dönebilmektir. Dedi.
Rahatlamış bir yüz ifadesi ile genç tekrar konuşmaya başladı:
- Teşekkür ederim Papaz Efendi. Ama ben bir şey daha söyleyeceğim. Geçenlerde bir gün Demirci Boris’in dul eşinin sütünü götürmüştüm. Kapıyı açınca birden kendimi kaybettim ve onu bazı işlere zorladım, olur olmaz işler oldu!
Papazın tadı tuzu tamamen kaçtı. Düşünceleri darmadağın olmuştu. Yüzü tamamen asıldı. Ama hızla kendini toparladı ve içinden “ben n’apıyorum. Tamam, ayağı kaymış ama pişman da olmuş. Yardımcı olmalıyım” diye geçirdi. Biraz kızgın biraz şaşkın biraz kınayıcı ama halen nasihat içeren bir ses tonu ile:
- Evladım! En hassas olmamız hayatta en çok dikkat etmemiz gereken şey kul hakkıdır. Kul hakkının en yücesi ise namustur. Başkalarının namusunu kirletme Tanrı katında en büyük suçtur. Çok büyük bir günaha bulaşmışsın. Ama Tanrı’dan ümit kesilmez. Çok dikkatli olmalıyız. Dedi.
Biraz hinlik biraz kurnazlık içeren yapmacık bir mahcubiyetle genç:
- Çok haklısınız Papaz Efendi. Hoşgörünüz ve nasihatleriniz için de ayrıca teşekkür ederim. Müsaade ederseniz bir şey daha söyleyeceğim. Dedi.
Papaz boş gözlerle gence bakıyorken sadece:
- Hı hı! Dedi.
Genç yeniden söze başladı:
- Geçenlerde geniş aile ile pikniğe gittik. Halamlarda vardı. Halamın nişanlı bir kızı var. Kırda bayırda koşup eğleniyorken onu ailenin olduğu yerden epey uzağa götürdüm. Orada da olmadık işler oldu! dedi.
Papaz elindeki İncil’i saygıyla masanın üzerine bıraktıktan sonra hiddet ve kandırılmışlık duyguları ve de oldukça kızgın ve aşağılayıcı bir ses tonu ile bağırdı:
- Ulan g.v.t! Ulan d.yy.s! Ulan p.z.v.nk! Ulan Zilli! Ayağındaki şu zilleri çıkar da şeyine tak.. Yoksa tüm kasabanın ırzı kirlenecek.
◇◇◇
PEKİ, AYAĞI ZİLLİLER KİMLERDİR?
● Devletin 200 - 300 Milyon' dolarını vurgun yapmış ama 'saçımın teli göründü' diye ortalığa düşenlerin ayağı zillidir.
● İşyerinde israf olmasın diye atık kâğıdın arka yüzünü kullandıktan sonra ihaleyi yandaşa verenin ayağı zillidir.
● Dairede israf diye iki lambadan birini söndürüp vatandaşın işlerini adalet üzere değil de partizanlık üzerinden yapıp eden her amir ve memurun ayakları zillidir.
● 'Sünnet' diye yemek sofrasında ekmek ufantılarını topladıktan sonra kaç milyonluk aracıyla camiye gidenlerin ayakları zillidir.
● Allah, Kuran, bayrak, vatan, millet kelimelerini ağzından düşürmeyip yandaşlık, yardakçılık, kayırmacılık, torpil yapan herkesin ayakları zillidir.
● Asgari ücretin 17.000 TL olduğu bir memlekette kaç yüz milyon Dolar'lara cami yapılmasını kutsayan adamın ayakları zillidir.
● 'Kılıç hakkıdır' diye canla başla filan kilisenin camiye çevrilmesini savunup da ülkedeki onlarca Amerikan ve Nato üslerine gık çıkarmayanların ayakları zillidir.
● "Allah adildir, adaleti ister!" dedikten sonra kendi gibi düşünmeyen, kendi gibi inanmayan herkesi “öteki” görenlerin ayakları zillidir.
● Garibe, gurebaya, halka, vatandaşa fakirliği tavsiye edip, kendi karun gibi yaşayan herkesin ayakları zillidir.
● Camide cemaate “Peygamber yarım hurma ile oruç tuttu, Halife Ömer yamalı cübbe giyindi" vaazı verdikten sonra, bilmem kaç milyon liralık zırhlı makam araçlarına binip, villalarda oturan herkesin ayakları zillidir.
● Piyango bileti aldı diye vatandaşa kızıp da, piyangoyu işleten adama “işadamı” muamelesi yapanların ayakları zillidir.
● Bir bira içti diye vatandaşa demediğini bırakmayan ama bira fabrikası açan ve onu vergilendirenlere “halife” muamelesi yapanların ayakları zillidir.
● Bütün bunları görmesine, duymasına, bilmesine rağmen itiraz etmeyen herkesin ayakları zillidir.
Alıntıdır
Bir kasaba Papazı etrafın rahatlıkla görülebildiği yüksek kilise bahçesinde oturuyordu. Uzaktan temiz giyimli eli yüzü düzgün bir gencin kiliseye doğru geldiğini gördü. Genç yürüyüşüne asalet katan ağır adımlarla yürüyordu.
Genç yaklaştıkça Papaz ilginç bir ayrıntı fark etti. Genç yürüdükçe garip bir zil sesi geliyordu. Bir an içinden “acaba hayalleniyor muyum?” diye geçirdi ve bir daha dikkat kesildi. Evet, genç yürüdükçe etraftan zil sesleri yükseliyordu.
Genç kilise bahçesine girip Papaz’a yaklaştı.
- Selam Papaz Efendi.
- Selam delikanlı.
- Ben günah çıkartmak için geldim.
Papaz bir yandan,
- "hoş geldin hoş geldin” diyerek genci karşılıyor bir yandan da üstten aşağı onu süzüyordu. Bakışları gencin ayaklarına geldiğinde şaşkınlığının kaynağını bulmuştu. Gencin ayakkabısının her yanı küçük küçük ziller ile doluydu.
- Hele gel otur. Önce şu ayakkabının sırrı nedir bir söyler misin? Niçin ayakkabılarının etrafı zillerle dolu? dedi Papaz.
Genç, Papazın karşısına oturdu:
- Papaz Efendi biliyorsunuz yaz mevsimindeyiz ve kasabamızın yolları toprak. Yollar karınca, börtü böcek dolu. İnsanlar çoğu zaman zaman istemeseler bile onları ezerek yürüyorlar. Ben ayakkabılarımın etrafına ziller taktım ki, zil seslerini duyan börtü böcek kaçışsın ve ben onları ezmek zorunda kalmayayım.
Bu ince düşünce karşısında Papaz’ın neredeyse nutku tutuldu ve ne diyeceğini bilemez hale geldi. Duygulanan Papaz içinden “Tanrım, zannedersem güneşi ve yağmuru böylesi gençlerin yüzü suyu hürmetine bizden esirgemiyorsun. Kasabamıza kilisemize böylesi bir genç verdiğin için sana şükürler olsun” diye geçirdi.
Genç bir kez daha nazik bir ses tonuyla;
- Ben günah çıkartmak istiyorum Papaz Efendi, dedi.
Papaz hayran hayran gence bakıyorken bir kez daha içinden “Acaba böylesine ince bir ruh nasıl basit bir şeyden rahatsız oldu da onu günah olarak gördü ve tövbe etmek istiyor” diye geçirdi. Bir yandan da gerçekten gencin günah olarak ne söyleyeceği konusunda meraklandı.
İçeri geçtiler. Her şey hazır olduğunda genç konuşmaya başladı:
- Papaz Efendi benim ailem sütçülük yapıyor ve ben de dağıtımda onlara yardım ediyorum. Geçenlerde aşağı sokakta tacir Michael’in sütünü götürmüştüm. O evde yoktu. Sütü almak için eşi karşıladı. Nasıl oldu bilmiyorum biz olmadık işler yaptık!
Papazın keyfi kaçtı, birden yüzü düştü ama hemen kendini toparlayarak içinden “düşmez kalkmaz bir tek Tanrı’dır. Hem pişmanlık duymuş, kınamamalıyım” diye geçirdi ve gence:
- Evladım! İnsandır hata yapar. Önemli olan hatalarımızdan ders çıkarıp pişman olabilmek ve tekrar doğruluk yoluna dönebilmektir. Dedi.
Rahatlamış bir yüz ifadesi ile genç tekrar konuşmaya başladı:
- Teşekkür ederim Papaz Efendi. Ama ben bir şey daha söyleyeceğim. Geçenlerde bir gün Demirci Boris’in dul eşinin sütünü götürmüştüm. Kapıyı açınca birden kendimi kaybettim ve onu bazı işlere zorladım, olur olmaz işler oldu!
Papazın tadı tuzu tamamen kaçtı. Düşünceleri darmadağın olmuştu. Yüzü tamamen asıldı. Ama hızla kendini toparladı ve içinden “ben n’apıyorum. Tamam, ayağı kaymış ama pişman da olmuş. Yardımcı olmalıyım” diye geçirdi. Biraz kızgın biraz şaşkın biraz kınayıcı ama halen nasihat içeren bir ses tonu ile:
- Evladım! En hassas olmamız hayatta en çok dikkat etmemiz gereken şey kul hakkıdır. Kul hakkının en yücesi ise namustur. Başkalarının namusunu kirletme Tanrı katında en büyük suçtur. Çok büyük bir günaha bulaşmışsın. Ama Tanrı’dan ümit kesilmez. Çok dikkatli olmalıyız. Dedi.
Biraz hinlik biraz kurnazlık içeren yapmacık bir mahcubiyetle genç:
- Çok haklısınız Papaz Efendi. Hoşgörünüz ve nasihatleriniz için de ayrıca teşekkür ederim. Müsaade ederseniz bir şey daha söyleyeceğim. Dedi.
Papaz boş gözlerle gence bakıyorken sadece:
- Hı hı! Dedi.
Genç yeniden söze başladı:
- Geçenlerde geniş aile ile pikniğe gittik. Halamlarda vardı. Halamın nişanlı bir kızı var. Kırda bayırda koşup eğleniyorken onu ailenin olduğu yerden epey uzağa götürdüm. Orada da olmadık işler oldu! dedi.
Papaz elindeki İncil’i saygıyla masanın üzerine bıraktıktan sonra hiddet ve kandırılmışlık duyguları ve de oldukça kızgın ve aşağılayıcı bir ses tonu ile bağırdı:
- Ulan g.v.t! Ulan d.yy.s! Ulan p.z.v.nk! Ulan Zilli! Ayağındaki şu zilleri çıkar da şeyine tak.. Yoksa tüm kasabanın ırzı kirlenecek.
◇◇◇
PEKİ, AYAĞI ZİLLİLER KİMLERDİR?
● Devletin 200 - 300 Milyon' dolarını vurgun yapmış ama 'saçımın teli göründü' diye ortalığa düşenlerin ayağı zillidir.
● İşyerinde israf olmasın diye atık kâğıdın arka yüzünü kullandıktan sonra ihaleyi yandaşa verenin ayağı zillidir.
● Dairede israf diye iki lambadan birini söndürüp vatandaşın işlerini adalet üzere değil de partizanlık üzerinden yapıp eden her amir ve memurun ayakları zillidir.
● 'Sünnet' diye yemek sofrasında ekmek ufantılarını topladıktan sonra kaç milyonluk aracıyla camiye gidenlerin ayakları zillidir.
● Allah, Kuran, bayrak, vatan, millet kelimelerini ağzından düşürmeyip yandaşlık, yardakçılık, kayırmacılık, torpil yapan herkesin ayakları zillidir.
● Asgari ücretin 17.000 TL olduğu bir memlekette kaç yüz milyon Dolar'lara cami yapılmasını kutsayan adamın ayakları zillidir.
● 'Kılıç hakkıdır' diye canla başla filan kilisenin camiye çevrilmesini savunup da ülkedeki onlarca Amerikan ve Nato üslerine gık çıkarmayanların ayakları zillidir.
● "Allah adildir, adaleti ister!" dedikten sonra kendi gibi düşünmeyen, kendi gibi inanmayan herkesi “öteki” görenlerin ayakları zillidir.
● Garibe, gurebaya, halka, vatandaşa fakirliği tavsiye edip, kendi karun gibi yaşayan herkesin ayakları zillidir.
● Camide cemaate “Peygamber yarım hurma ile oruç tuttu, Halife Ömer yamalı cübbe giyindi" vaazı verdikten sonra, bilmem kaç milyon liralık zırhlı makam araçlarına binip, villalarda oturan herkesin ayakları zillidir.
● Piyango bileti aldı diye vatandaşa kızıp da, piyangoyu işleten adama “işadamı” muamelesi yapanların ayakları zillidir.
● Bir bira içti diye vatandaşa demediğini bırakmayan ama bira fabrikası açan ve onu vergilendirenlere “halife” muamelesi yapanların ayakları zillidir.
● Bütün bunları görmesine, duymasına, bilmesine rağmen itiraz etmeyen herkesin ayakları zillidir.
Alıntıdır
27 gün önce
Bir okula Şehit Esat Oktay Yıldıran’ın ismi verildi ve gelen tepkiler üzerine kaldırıldı.
Peki kim bu Esat Oktay Yıldıran?
Buyrun, anlatalım...
Esat Oktay Yıldıran, 1970 yılında Kara Harp Okulu'ndan Piyade Teğmen rütbesiyle mezun oldu. 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekatı’nda görev aldı ve Harekat sonrası ülkeye döndü.
12 Eylül Darbesi sonrası 24 Şubat 1981-1983 tarihleri arasında Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi'nde Yüzbaşı rütbesiyle güvenlik amiri olarak görev yaptı.
Görev yaptığı cezaevinde pkknın kurucularından Kemal Pir ve Mehmet Hayri Durmuş, pkk sözde merkez komite üyesi Mazlum Doğan gibi isimler de kalmıştı.
Bu isimlerin hepsi cezaevinde öldü. Yıldıran’ın cezaevindekilere karşı işkence yaptığına yönelik iddialar var.
Hatta iddia odur ki, Türkçe bilmeyen tutuklulara 1 gecede İstiklal Marşı, Andımız, Gençliğe Hitabe ve Atatürk İlkelerini ezberlettiği rivayet edilir.
2012'de Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreterliği, Yıldıran ile ilgili açıklamalarda bulunmuş ve iddiaları red etmiştir;
“Binbaşı Esat Oktay Yıldıran kendisine verilen görevleri kanun, yönetmelik ve diğer yasal mevzuat içinde en iyi bir şekilde yapmak için çaba gösteren, her görevde komutan ve amirlerinin takdirini kazanmış, Atatürk ilke ve inkılaplarına yürekten bağlı, Türk vatanının bölünmezliğine inanmış çok kıymetli bir subay olarak isim yapmıştır ve daima da böyle anılacaktır.
Görevli olduğu süre içinde cezaevinde örgütlerin kendi iç hesaplaşmalarından ileri gelen bazı olaylar olmuş, bu olaylar ve sonradan çeşitli defalar yapılan şikâyetler inceletilmiş ve hiçbir olayın yasal soruşturma veya yasal işlem dışında tutulmadığı görülmüştür.
Esat Oktay Yıldıran, Diyarbakır Cezaevi'ndeki görevi sonrası İstanbul'a atandı.
İstanbul 23. Piyade Tümeni'nde Binbaşı rütbesiyle tabur komutanı olarak görev yapıyordu.
22 Ekim 1988 günü eşi ve bir çocuğuyla birlikte Ümraniye'nin Sarıgazi semtindeki askeri lojmanların önündeki duraktan otobüse bindi.
Aynı duraktan otobüse binen 2 terörist, Yıldıran'ın oturduğu koltuğun arkasındaki sıraya geçti.
Otobüs, saat 14.50'de Kısıklı Meydanı'ndaki durağa geldiğinde saldırganlardan birisi ateş açtı.
Arkasından açılan ateş sonucu mermiler Yıldıran'ın boynuna ve sırtına isabet etti.
Açılan ateş sonucu otobüsteki yolculardan birisi de yaralandı.
Ateş açan 2 terörist otobüsten inip kaçtı.
Yani o filmlerde gösterildiği gibi gözlerinin içine bakıp, şundan bundan selam getirdik diyerek değil arkasından kahpece vurulup şehit edildi.
Suikasti pkk üstlendi.
Saldırı sonrası hastahaneye kaldırılan Binbaşı Esat Oktay Yıldıran tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak 39 yaşında şehit oldu ve Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.
Türk Silahlı Kuvvetleri Hizmet Övünç Madalyası ve Türkiye Cumhuriyeti Devlet Övünç Madalyası almış, hain terör örgütü pkk tarafından şehit edilmiş birisinin isminin bir okula verilmesi kimi neden rahatsız etmiş bilmiyorum. O rahatsız olanların devlete isyan etmiş ve bunun sonucunda idam edilmiş olan hınıslı saitin isminin caddelere sokaklara verilmesine ne tepki vermiş olduklarını da gerçekten merak ediyorum.
Peki kim bu Esat Oktay Yıldıran?
Buyrun, anlatalım...
Esat Oktay Yıldıran, 1970 yılında Kara Harp Okulu'ndan Piyade Teğmen rütbesiyle mezun oldu. 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekatı’nda görev aldı ve Harekat sonrası ülkeye döndü.
12 Eylül Darbesi sonrası 24 Şubat 1981-1983 tarihleri arasında Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi'nde Yüzbaşı rütbesiyle güvenlik amiri olarak görev yaptı.
Görev yaptığı cezaevinde pkknın kurucularından Kemal Pir ve Mehmet Hayri Durmuş, pkk sözde merkez komite üyesi Mazlum Doğan gibi isimler de kalmıştı.
Bu isimlerin hepsi cezaevinde öldü. Yıldıran’ın cezaevindekilere karşı işkence yaptığına yönelik iddialar var.
Hatta iddia odur ki, Türkçe bilmeyen tutuklulara 1 gecede İstiklal Marşı, Andımız, Gençliğe Hitabe ve Atatürk İlkelerini ezberlettiği rivayet edilir.
2012'de Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreterliği, Yıldıran ile ilgili açıklamalarda bulunmuş ve iddiaları red etmiştir;
“Binbaşı Esat Oktay Yıldıran kendisine verilen görevleri kanun, yönetmelik ve diğer yasal mevzuat içinde en iyi bir şekilde yapmak için çaba gösteren, her görevde komutan ve amirlerinin takdirini kazanmış, Atatürk ilke ve inkılaplarına yürekten bağlı, Türk vatanının bölünmezliğine inanmış çok kıymetli bir subay olarak isim yapmıştır ve daima da böyle anılacaktır.
Görevli olduğu süre içinde cezaevinde örgütlerin kendi iç hesaplaşmalarından ileri gelen bazı olaylar olmuş, bu olaylar ve sonradan çeşitli defalar yapılan şikâyetler inceletilmiş ve hiçbir olayın yasal soruşturma veya yasal işlem dışında tutulmadığı görülmüştür.
Esat Oktay Yıldıran, Diyarbakır Cezaevi'ndeki görevi sonrası İstanbul'a atandı.
İstanbul 23. Piyade Tümeni'nde Binbaşı rütbesiyle tabur komutanı olarak görev yapıyordu.
22 Ekim 1988 günü eşi ve bir çocuğuyla birlikte Ümraniye'nin Sarıgazi semtindeki askeri lojmanların önündeki duraktan otobüse bindi.
Aynı duraktan otobüse binen 2 terörist, Yıldıran'ın oturduğu koltuğun arkasındaki sıraya geçti.
Otobüs, saat 14.50'de Kısıklı Meydanı'ndaki durağa geldiğinde saldırganlardan birisi ateş açtı.
Arkasından açılan ateş sonucu mermiler Yıldıran'ın boynuna ve sırtına isabet etti.
Açılan ateş sonucu otobüsteki yolculardan birisi de yaralandı.
Ateş açan 2 terörist otobüsten inip kaçtı.
Yani o filmlerde gösterildiği gibi gözlerinin içine bakıp, şundan bundan selam getirdik diyerek değil arkasından kahpece vurulup şehit edildi.
Suikasti pkk üstlendi.
Saldırı sonrası hastahaneye kaldırılan Binbaşı Esat Oktay Yıldıran tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak 39 yaşında şehit oldu ve Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.
Türk Silahlı Kuvvetleri Hizmet Övünç Madalyası ve Türkiye Cumhuriyeti Devlet Övünç Madalyası almış, hain terör örgütü pkk tarafından şehit edilmiş birisinin isminin bir okula verilmesi kimi neden rahatsız etmiş bilmiyorum. O rahatsız olanların devlete isyan etmiş ve bunun sonucunda idam edilmiş olan hınıslı saitin isminin caddelere sokaklara verilmesine ne tepki vermiş olduklarını da gerçekten merak ediyorum.
1 ay önce
Es Selâm Aleyküm 🙋♂️
Günaydın Hayırlı Sabahlar Gününüz Bereketli Huzurlu Mutlu Günler Dilerim
Günaydın Hayırlı Sabahlar Gününüz Bereketli Huzurlu Mutlu Günler Dilerim