Logo
Bozkurt mahir
2 gün önce
YUSUF HALAÇOĞLU "Gülen'in köyü ne köyüydü, Öcalan'ın köyü ne köyüydü" diye sordu?
Tarih: 01.03.2013
MHP milletvekili ve Türk Tarih Kurumu eski başkanı Prof Dr Yusuf Halaçoğlu, İmralı tutanaklarda Abdullah Öcalan'ın Said-i Nursi(Kürdi)'nin Ermeni köyünden olduğunu söylemesini de ilginç bulduğunu ifade ederek, şöyle bir soru sordu.
"Madem ki bu yolu açtılar. Gelin hep birlikte araştıralım. Gülen'in köyü ne köyüydü, Öcalan'ın köyü ne köyüydü" dedi.

Halaçoğlu, şöyle dedi:
"Abdullah Öcalan'ın, "Said-i Nursi (gerçek adı Said-i Kürdi) eski Nurs köyündendir. Eski bir Ermeni köyüdür. Gülen, Nur hareketine sızdı" açıklamalarını da çok ilginç buluyorum. Ben daha önce bunu söylediğimde beni kafatasçılık ve ırkçılık yapmakla suçladılar. Ardından savcılığa şikâyet ettiler ve hakkımda soruşturma açıldı. Şimdi benim söylediklerimi Abdullah Öcalan mı teyid ediyor acaba? Eğer böyle bir harekete bakacaksak, o zaman Abdullah Öcalan'ın köyü ne köyüydü, Gülen'in köyü ne köyüydü Herkesi sorgulamaya tabi tutabilirsiniz. Mademki yol açıyorlar, gelin hep birlikte ciddi olarak bu konuyu değerlendirelim."
kaynak: https://www.internethaber....

*

12 Şubat 2018'de Kayseri 38 Kent Tv'de Osman Çiftci'nin programına konuk olan Türk Tarih Kurumu eski başkanı Prof Dr Yusuf Halaçoğlu, FETÖ elebaşısı Gülen'in Ermeni olduğunu söylemişti.

“FETÖ ERMENİ MİDİR?” SORUSUNA
Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu ise söyle cevap vermişti: “Bunun dedesi zamanından gelen bir sıkıntı var. Baya ciddi bir katliam var Anadolu'da. Sonra Ermenistan'a gidip sonra Müslüman olarak geri dönmeleri söz konusu. Kimin ne kadar Müslüman olup, olmadığına biz karar veremeyiz. Allah'tan başka hiç kimse bunu bilemez, ama tarihi bir geçmiş varsa bu geçmişi ortaya koyuyoruz” dedi.

Halaçoğlu, Çiftci'nin, “Bu belgeli midir?” sorusuna da, “Özel hatıratlarda var. Devlet belgeleri olarak söz konusu değil. Biz hatıratı birinci elden ilk etapta kaynak gibi görmeyiz ama birkaç yerden aynı yönde şey söz konusuysa bilgi, söz konusuysa o zaman inandırıcı hale geliyor!” diye cevap verdi.

*
Ermeni Yazar Gerçeği Açıkladı – Fethullah Gülen Ermenidir..!
Gülenin dedeleri 1915 yılında Kürtleri ve Türkleri katletmişler.

Qtv.Az Hurriyyet.Org’a verilen bilgiye göre, henüz 2014 şubat 4’de Ermenistan’ın “Novosti Armenii” – “News.Am” sitesinde nurcular tarikatının lideri, Türkiye’de 15 temmuz tarihli başarısız darbe girişiminde itham edilen Fethullah Gülenin ermeni kökenli olduğuna ilişkin araştırma yayımlandı. Güncelliğini kaybetmeyen makaleyi aktarıyoruz.

Yasak konu: Türkiye’yi karıştıran Fethullah Gülen ermenidir?

Türkiye’de ciddi tabu olan konular var. Bunlardan biri, ermenilerin ülke tarihindeki rolüdür
(bu “rol” un ne kadar “olumlu” olduğu göz önündedir, gizlemeye gerek yok – “Hurriyyet.Org”). “Novosti Armenii” – “News.Am” Türkiye toplumunun çeşitli sorunlarını aydınlatıyor. Bu kez sohbet başbakan Recep Tayyip Erdoğan hükümetine vurduğu darbelerle uluslararası dikkatin merkezine dönüşen Fethullah Gülenin ermeni kökenli olmasından gidecek. Türkiye tarih derneği’nin eski başkanı Yusuf Halaçoğlu Gülenin ermeni kökenli olduğuna açık ima etti. Sonra bu konuyu Türk gazeteci Murat Alperen sürdürdü – bildirdi, Gülen ermeni asıllıdır ve onun dedeleri vaktiyle Erzurum’da Türkleri katletmişler.

1999 yılı, 14 haziran’da Türkiye’nin “Star” gazetesi Gülen hakkında Türkiye’nin emniyet müdürü Cevdet Sarın yönetimi altında yazılmış raporu yayınladı – burada Gülenin Türk kökenli olmasının şüphe uyandırdığı ifade ediliyordu.

2013 yıl, 5 temmuz’da Türkiye’nin “Turkish news. Com” sitesi Gülen hakkında materyal yerleştirdi. Burada yazılırdı ki, 1915 olayları sırasında Gülenin dedesi pasinerli İbrahim beyin yanında çalışıyormuş. Beyin yanında çalışan ermeni hizmetçiler onun ailesine hakimiyetine engel olurlar, İbrahim bey de onu ve onun aile üyelerinin bir kısmını öldürerek intihar ediyor. Sadece Gülenin babası sağ kalıyor, kimliğini değiştirerek, 18-19 yaşlarında iken İspirə gelir ve orada bulunuyor, müslüman adını alarak evleniyor. Bundan sonra sürekli Türkleri katleden ermenilere küfrederek her yerde kendini Ehlibeyt yolunda olan mümin müslüman olarak kaleme veriyor. Gülenin babasının ermeni kökenli olduğunu onun kendi deyiminden de anlamak olur: “Öyle bir oğul terbiye ediyorum, onları kendi dinleri ile vuracak”. Başka deyişle değilse, Gülen Türkleri onların kendi dinleri – islam ile vuracaktı (yeni müslüman kimliği ile bir Türk kızıyla evleniyor. Gülenin babasının “Öyle bir evlat yetiştiriyorum bunları kendi dinleri ile vuracak” deyişi de buradan kaynaklanıyor (E.M.h, 2 Haziran 1999)

Gülenin ermeni kökenli olmasına daha bir kanıt onun atalarının vatanı ile ilgilidir. Bellidir ki, Gülenin dedesi Erzurum’a Van gölü yakınlarında bulunan, ermenilerin yaşadığı Xlatdan geldi. Anlatılanlara göre, Gülenin dedesinin Xlatı terk ederek Erzurum’un Basen bölgesinde yerleşmesine neden ailenin namusu ile ilgili olay oldu.

Gülenin dedeleri müslümanların, öncelikle ise kürtlerin katliamlarına katıldıkları için bir süre Erivan’da barınmaya mecbur olmuşlar, fakat burada toprak ve kazanç elde edemediklerinden Türkiye’ye döndü. Öz topraklarda müslümanların katliamlarında itham edildikleri için onlar Erzurum’a yola düşerler
Ayrıca, Gülenin manevi oğlu Eyyub Can ile eşi Elif Şafak da tartışılıyor. Eyyüb Can ABD’DE eğitim alıp, geri döndükten sonra Gülen örgütü genel gazetesi olan “Zaman” da, sonra ise “Radikal” yayınında çalışıyor. Eyyüb Can “Ermenilerin soykırımı” nı (uydurma iddialar planlanıyor – Hurriyyet.Org) tanıyan az sayıdaki gazetecilerden ve “tarihin yüzüne bakmanın gerektiğini” belirtti.

Gülenin gelini, ünlü Türk gazeteci Elif Şafak’ın ise annesinin ermeni olduğu bellidir. O da uzun “Zaman” gazetesinde çalıştı. O, “ermeni soykırımı” konusunda “İstanbullu piç” adlı skandal kitap yazdı. Bu kitaba göre ona karşı 30. madde ile (Türk onurunun hakaretine göre) dava açılmıştı.

Gülen hareketinin, ya da Türkiye’de denildiği gibi, Gülen dini topluluğunun Türkiye içinde ve dışında okulları, üniversiteleri, vakıfları, KİA, hastaneleri, kurumları ve bankaları var.

Fethullah Gülen islam ile demokrasiyi sinezləşdirən, Türkiye’nin dünyadaki saygınlığını güçlendiren adam hesap edilse de, o, önemli siyasi ve ekonomik güce dönüşmüştür (geçmiş zamanda – Hurriyyet.Org). O, Türkiye’nin laik devlet düzeni için tehlike sayılır.

Gülen hareketinin üyeleri neredeyse Türkiye’nin tüm kurumlarında önemli görevler alıyorlar. Sırf onların sayesinde Gülen “Büyük rüşvet” operasyonu aracılığıyla Erdoğan’a ve partisine ani ve keskin darbe vurabilirdi.

Arthur Akopyan- 16.08.2016
kaynak: https://www.asikurtlar.com...

*
DİP NOT: GÜLEN VE ÖÇALAN AYNI KÖYDE DOĞMUŞLARDIR VE BU KÖY ERMENİ KÖYÜDÜR VE GÜLEN BABA TARAFINDAN, ÖÇALAN ANNE TARAFINDAN ERMENİDİRLER. GÜLEN’İN ANNESİNİN İSE YAHUDİ OLDUĞU İDDİALARI DA VARDIR. ERMENİLİĞİNİ GİZLEYENLERİN ALTINI BİRAZ DAHA KAZIRSANIZ ORADAN YAHUDİLİKLERİ MEYDANA ÇIKAR. PAKRADUNİLERİ ANLATMIŞTIK HATIRLARSANIZ.
ÖÇALAN “ŞEYH SAİD'İN DEVAMIYIM” DEDİĞİNE GÖRE ...!
KÜRT SANILAN ŞEYH SAİD.TE ERMENİ MİDİR?
ELBETTE O DA ERMENİ AŞİRETİ ALİKANLARDANDIR.
Bozkurt mahir
3 gün önce
Diyarbakır’ın ve tüm Doğu’nun , İran’ın ve Azerbaycan’ın Başbuğu, Ulu Türk Beyi, Akkoyunlu Uzun Hasan.

Bir Türkmen Şehri: Diyarbakır

Akkoyunlu Hükümdarı öz be öz Diyarbakırlı Uzun Hasan'ı, yine Diyarbakırlı Karayülük Osman'ı zaten bilmiyorsunuz ama biliyorsanız da; kahramanlıklarını, Osmanlı'ya nasıl kök söktürdüklerini anlatmayın.

300 yüzyıl Orta Doğu'ya hükmettiklerini resmi tarih bize anlatmadı. Aksine Diyarbakır merkezli öz be öz Türkmen devleti olan Akkoyunlular resmi tarihe göre Osmanlı'yı arkadan vuran hain barbarlardı. Her gün kadim şehirde onlarcasını gördüğümüz eserleri bırakan ve Diyarbakır'ı başkent yapan Artuklular'ı hiç yaşamamış sayın.

Diyarbakır ile ilgili en kapsamlı tarihi araştırma olan, 15. Yüzyılda yaşamış İranlı tarihçi Ebubekir Tıhrani'ye ait Kitab'-ı Diyarbekiriye'yi bulduğunuz yerde yakın çünkü o kitapta, Diyarbakır'ın dağını taşını yurt edinen Bayındır Türkmenlerinden dolayı yüzyıllarca Bayındıriye diye bilindiğini anlatır. Bu bilgi sizin için sakıncalıdır.

Yakın! Osmanlı kayıt defterlerini çünkü aşiret aşiret, isim isim kayıtları vardır Diyarbakırlılar'ın. Sizi şaşırtacaktır oradaki bilgiler, belki de kızdıracaktır.

Ulu Camii'nin, Anadolu coğrafyasının Orta Asya Türk mimarisine göre Kilise'den Camii'ye çevrilen ilk eseri olduğunu ancak sanat tarihçileri bilir o nedenle tehlikeli bilgi değildir.

Ama yine de sizin için tehlikeli ise orayı da yıkın. Yedi Kardeş burcunu mutlaka yıkın çünkü orada öz Türkçe isimleri ile esere konu olan Diyarbakırlı yedi kardeşin ismi var, hem de taşa kazılı.

Kendini öz Türk zanneden bazı Batılı cahillerin dalga geçtiği, karaladığı Diyarbakır ağzını yasaklayın kimse konuşmasın. Çünkü; tekmeye tepik, alkışa çepik, beze çapıt, merdivene gezemek, teyzeye dayze, amcaya ami, yiğit'e iğit, düğüne toy, tencereye kuşkana gibi

Diyarbakır'a özgü en az beş bin yıllık binlerce bozulmamış kelime aslında Türkçe'nin bozulmuş hali olan İstanbul ağzına göre milyon kat daha öz Türkçedir. Diyarbakır ağzının en güzel örneklerini veren Diyarbakırlı büyüklerimizi taşlayın gördüğünüz yerde.

Mektup yazdım yaz idi,
Kalemim kiryaz idi,
Da çok yazacaktım,
Mürekkebim az idi...
gibi binlerce Diyarbakır manisini yasaklayın, unutturun öğretmeyin çocuklarınıza çünkü Dede Korkut Türk(men) çesi ile söylenir.

Hep şikayet ettiğiniz sistem, Kürtçe isimleri yasaklattı siz de binlerce yıllık Türkçe isimleri yasaklayın Diyarbakır'da. Mesela değiştirin Karacadağ ismini Türkçedir tehlikelidir. Değiştirin Bismil'in adını, çünkü akrabaları hala Orta Asya Harzem'de yaşayan Basmıl Türkmenleri'nden alır ismini.

Her gün küfredin Çermikli Ziya Gökalp'e, Süleyman Nazif'e çünkü onlar sürgün pahasına emperyalizme karşı Diyarbakır duruşu sergilemişlerdi. Yok sayın Seyyid Nuh'u klasik Türk musikisine yüzlerce eser vermiş Diyarbakırlıdır. Yok olmaya yüz tutmuş Türkçe'nin asli kaynaklarını tekrar kazandıran Diyarbakırlı Ali Emiri'yi de küfürle hatırlayın. İhanet ile suçlayın Celal Güzelses'i, Cahit Sıtkı'yı, Orhan Asena'yı, Adnan Binyazar'ı, Özer Ozankaya'yı siz den farklı düşündükleri için.

Külliyen reddedin Diyarbakır'ın binlerce yıllık tarihini, dost edinin elinden kan damlayan İngiliz'in, Fransız'ın sözüm o'na size dost görünenlerini.

Sisteme olan öfkenizi, tarihinize ihanet ile gösterin. Unutturun Diyarbakır'ı, Diyarbakır yapan renklerinden dikkat buyurun Türk değil TÜRKMEN'e (*)ait ne varsa külliyen yok sayın.

Size göre Diyarbakır'da Kürtler, Zazalar, Suryaniler, Keldaniler, Ermeniler herkes yaşadı. BİR TEK TÜRK (MEN) LER UĞRAMADI BU KADİM ŞEHRE BURAYI BAŞKENT YAPARAK DÖRT DEVLET KURMALARINA RAĞMEN. Bu devletleri kuran (Artukoğulları, İnaloğulları, Nisanoğulları, Akkoyunlular) on binlerce çadırlık Türkmen aşiretleri buhar oldu uçtu. O zaman soralım 18. 19. yüzyılda yaşayan Ermeni ozanlar neden Diyarbakır ağzı ile Türkçe yazdı, Türkçe söyledi. Diyarbakır ağzı dediğimiz o muhteşem dilde mesela İstanbul Türkçesinde olmayan ama Oğuz diline ait binlerce kelime ve deyim var. Çocuğu olmayan ailelere neden bir Diyarbakırlı 'kör ocak' der tıpkı Divan-i Lugat'i Türk'de olduğu gibi. Neden bir Diyarbakırlı kelime başına gelen -Y- sesini okumaz. Mesela yılan değil ilan, yüksek değil üskek, yıldız değil ulduz der tıpkı Kaşgarlı Mahmut gibi.

Hatta mutlaka aranızda yapanlar olacaktır bu satırların yazarı hemşerinize küfredin, önemli değil o sizi önce tarihe ardından TANRIYA havale edecektir.

NOT: Diyarbakır'da yaşayan Türklere teknik anlamda Türkmenler demek daha doğru olur. Çünkü Diyarbakır Türk(men) leri dil, kültür ve fiziki yapı olarak Batı Anadolu, Kafkas, Balkanlar'da yaşayan Türkler'den ziyade Azerbaycan, Türkmenistan, Afganistan, Tacikistan, İran, Irak, Filistin, Mısır ve Suriye'de yaşayan Türkmenler ile aynı özellikleri taşırlar.

GÖKTÜRK GRUBU
Bozkurt mahir
3 gün önce
Tarihi Konuşma Beklerken Yanlış Bilgilerle Yazılmış
Tarih Dinledik.

AKP Genel Başkanı ,yandaşlarına yanlış bilgilerle süslenmiş etkili bir
konuşma yaptı.

Anlattıkları tarih gerçeklerine aykırıydı :

1. Türkler 751 Talas Savaşından sonra Müslüman oldular, dedi.

Yanlış !

Anlaşılan konuşmasını yazan kişi orta öğrenimde okuduklarının dışında tarih
okumamış.

Doğrusu :

Türklerin Müslümanlığa toplu girmeleri,
10.Yüzyılın başlarında olmuştur.

2. Malazgirt’te Türk,Kürt,Arap birlikte savaştılar, dedi.

Yanlış !

Doğrusu :

Malazgirt’te savaşanlar Türklerdir.
Arapların ilgisi yoktur.
Sizin bugün Kürt dedikleriniz, o gün Türk olarak savaştaydılar.
Üstelik savaşın utku ile sonuçlanmasında ,
Doğu Roma Ordusundaki
Hristiyan Türklerin Alpaslan’ın yanına geçmelerinin önemli katkısı
olmuştur.

3. Ankara,İstanbul Türk,
Kürt,Arap ortak şehrimiz,
dedi.

Yanlış!

Doğrusu:

Türkiye’nin bütün şehirleri
Türk şehridir.
Öyle de kalacaktır.
Türkiye’yi Türk,Kürt,Arap
ortak yurdu yapamayacaksınız !

Konuşmasından öğrendik ki
“AKP,MHP,DEM süreci birlikte yürüteceklermiş.”

Hangi süreci mi ?

Adına “Terörsüz Türkiye”
dedikleri süreci !

30 Teröristin kazana otuz hurda (belki de suçlu)
silah atarak yaptıkları
“yalandan silah bırakma gösterişi”
sürecini.

AKP Genel Başkanı “Ben
BOP’un eş başkanlarından
biriyim” dediğinde öteki eş başkanları bilememiştik.

Anlaşılan DB ile AÖ de öteki
eş başkanlarmış.

Olan bitenleri iyi anlamak için BOP’nun işlemekte olduğunu göz önünde tutmak gerekiyor.

1. PKK’ye artık Suriye’de devlet kurduruldu.
Türkiye’deki görevi bitti.
Silahlar İran kolu Pejak’a verildi.

2. DB ile AKP’ye PKK’yı
silah bıraktıran yiğitler olarak övünmek olanağı verildi.

3. Yeni Anayasayı
yazmak ödevi artık AKP+DB+DEM birlikteliğinden oluşacak bu yeni yönetimin olacak.
Türkiye Türk,Kürt,Arap ortak devleti olacak.

4.Sonunda ne olacağı belli de bunlar olmayacak.

Türk Ulusu BOP’çuların elinden Türkiye’yi kurtaracak.

Bize düşen ise Ulus’u uyandırmak olacak.

ATA PARTİ
NAMIK KEMAL ZEYBEK
Bozkurt mahir
5 gün önce
PKK’nın silahları yakacağını, “ateş”in Kürt mitolojisinde “yeniden doğuş” anlamına geldiğini biliyor muyuz?😉😎
Irak-İran sınırındaki Süleymaniye'de Bebek Katili PKK, dağın bir tarafında Türkiye'den gelenlere açık hava tiyatrosu oynarken, diğer yamacında sahipleri ABD ve İsrail ile PYD/YPG/Büyük Kürdistan yelkenini şişiriyordu.
Erbil'deki Barzani'ye başkaldırı da bu oyunun bir parçasıdır... Terör örgütü PKK, tarihin en ilginç tasfiyesine silah yakarak imza attı.
İnandık mı?🤷 Dünya tarihi taş devrinden beri böyle alay eder gibi silah bırakma ve imha etme töreni görmedi.😤😡
Oraya gidip, izleyip, alkışlayıp, susanlar en az PKK kadar bölücüdür.
15 bin tır silah nerede? Tırlarla, uçaklarla getirilen uyduyla yönlendirilen silahlar nerede? Pkk daha önce ne demişti? Ankarayı bile vurabilecek füzelere sahibiz, füzeler nerede? Pkk silah bırakıyorum ayağına Legalleşiyor ve Devletleşiyor farkında mısınız? Ki zaten Irak ve Suriyede devletleşmiş haldeler..
Pyd ve ypg zaten pkk dır. Net...

Kemal Şahin Talan🌿🇹🇷
Bozkurt mahir
5 gün önce
PKK’nın Silah Bırakması Üzerine

Biz ülkücü bir lise öğrencisi olarak 10 Kasım 1975 ve 8-12 Ocak 1976 Olaylarında bölücü teröre karşı sapan taşı kullanırken PKK henüz kurulmamıştı.
PKK, diğer Kürtçü örgütleri sahadan silen bir derin darbe aparatı olarak sahaya indiğinde de bizim bölücü teröre karşı olan savaşımız devam etti.
MHP’li Bingöl Belediye Başkanı Hikmet Tekin’in annesi ve kardeşiyle birlikte şehit edilmesi, aslına bakarsanız 13 Kasım 1960’ta Alparslan Türkeş’i Hindistan’a süren 9 Martçı Sosyalist cuntanın MHP yönetimine verdiği yeni bir mesajdı.
Ancak “ölümlerle eğlenen tunç yürekli erler”in, vatan ve tarihi mukaddesat için ölmekten ve öldürmekten yana bir kaygısı yoktu.
Ocağın ve partinin son Ülkücü şehitleri Fırat Yılmaz Çakıroğlu ve Cengiz Akyıldız, PKK sempatizanı bölücüler tarafından şehit edildiler.
***
Ve yine biz, 2012 yılı başlarında aşağıda bir bölümünü alıntıladığım ve ekte paylaştığım yazıyı MHP’nin hakemli dergisi olan TÜRKİZ’de 15 sayfalık bir makale halinde kaleme aldığımızda Türkiye’de henüz bu kadar çok ve kahraman strateji enstitüsü de bulunmuyordu.
Evet biz nasıl ki bu Stalinist yapıya karşı bilâ bedel can almış- can vermiş Ülkücü hareketin kalemleri olarak bu konuda en çok yazıp çizme hakkına sahip isek MHP Lideri Sayın Devlet Bahçeli de PKK’nın kaderi ve fesih kararı hakkında inisiyatif kullanma hakkına en az o kadar sahiptir.
O yüzden de Suriye’de Rusya- İran destekli Esad rejiminin yıkılmasından sonra bölgede değişen güç dengeleri dikkate alınarak;
“Kürtlerin İsrail tarafından Suriye’nin toprak bütünlüğü aleyhine kullanılması” tehlikesine karşı Devlet Bey’in radikal bir hamle yapması, Tarihin milli rotasına ve Türk ulusal çıkarlarına uygun bir intelijensiyal faaliyettir.
Bu süreçten siyasal bölücülüğün veya etnik milliyetçiliğin kazançlı çıkması ihtimalini önleyecek olanlar da yine 1970’lerde 9 Işık’la doktrine olmuş Türk Milliyetçilerinden başkası değildir.
Milliyetçi- Ülkücü Hareket bu konunun cahili ve acemisi değildir. PKK terörü, Terörle Mücadele ve Terörsüz Türkiye süreçlerinde hiçbir sahte kahramandan alacağımız bir ders de yoktur.
Özellikle maaşına ve özlük haklarına binaen devlet memuru statüsünde hizmet vermiş eski askerlerin bu kadar muhatap alınmaya değmez gayrimeşru bir örgütün 45 yıldır neden bitirilemediği konusunda bir hesap vermeden bir özeleştiri raporu yazmadan MHP’ye ve Devlet Bey’e doğru atıp tutması, basit bir siyasi propaganda olmanın ötesinde bir anlamı ve değeri yoktur.
Gözlerin Hatice’ye değil neticeye odaklanmasını ve PKK’nın silah bırakırken yaptığı ve yapacağı artistik şovların memleketin hayrı için gözardı edilmesini tüm Ülküdaşlarımdan istirham ediyorum.
Devlet Bey’in başlattığı ve Devletin tamamlamakta olduğu bu operasyonun Vatana ve Millete hayırlı olmasını diliyorum.
Yazımı, MHP’nin hakemli dergisi TÜRKİZ’de bundan 13 yıl önce hükümeti uyarmak amacıyla kaleme aldığım 15 sayfalık makalemden bir kesit sunarak tamamlıyorum.
Saygıyla
Şükrü Alnıaçık
11 Temmuz 2025
***
“…
Gizli, Sinsi ve Tehlikeli Amerikan - İsrail Desteği
Amerika PKK’ya destek veren ülkeler arasında Lozan Antlaşmasını tanımayan tek global güçtür. Türk-Amerikan ilişkilerinde Apo’nun paketlenmesiyle başlayan süreç, gizli bir psikolojik savaşa dönüşmüştür.
11 Eylül saldırılarıyla Orta Doğu’ya Irak ve Afganistan’a kolayca girmek isteyen ABD’nin Türkiye’den beklediği desteği görememesi bu ülkeyi alternatif yerel destek arayışına itmiştir. 1 Mart 2003 Tezkeresi’nin TBMM’de reddedilmesi üzerine ABD Kuzey Irak’taki özerk Kürtleri, Irak Savaşında kendi milis gücü olarak görmeye başlamıştır. Süleymaniye’deki çuval olayıyla gerilen ilişkiler, PKK’nın siyasallaşması sürecinde ABD’yi taraf ve gizli koruyucu konumuna getirmiştir.
Bu durumda ABD, İsrail’i İslam dünyasının kalbinde dost ve “akraba” bir Kürdistan yaratarak kendi karşısındaki Hamas ve Hizbullah’ı dengeleme ve sonuçta Kürtlerle elele Arz-ı Mevud’a
ulaşma yönünde serbest bırakmıştır.
AKP Hükûmetinin Hamas’la yakınlaşması ve Gazze sorununda inisiyatif alması, İsrail tarafından PKK’yı destekleme tercihine meşruiyet kazandıran bir mütekabiliyet sebebi olarak algılanmaktadır.
İnsani yardım gemileri Gazze’ye doğru giderken Apo’nun “sahneden çekilmesi!” ve ertesi gün İskenderun’daki Deniz İkmal Merkezinin saldırıya uğraması bu nedenle kuşkuyla karşılanması gereken olaylardır. PKK, sözde Kürdistan haritalarında İskenderun ve Mersin’i de sınırlarına dâhil etmekte ve gizli bir el iç göçlerle ve yapılan eylemlerle haritaya uygun mesajlar vermektedir.
Buradan çıkarılması gereken sonuç şudur:
PKK, 30 yıl önce dünyanın mazlum halkı Filistinliler safında “işçi” sınıfının devrimci öncüleri gibi yer almaya çalışırken bugün kendisini dünyanın en zalim emperyalistlerine yandaş olarak sunmayı başarabilmiştir. Bu durum Orta Doğulu bir örgüt için gerçekten de övünülecek bir gelişmedir.
Şam’ın arka sokaklarında zor şartlarda hayat mücadelesi veren bakımsız bir fahişenin Pentagon’a kadar çıkabilmesi ve Washington caddelerinde boy göstermesi, bu işin sadece Şark kurnazlığıyla başarılmış bir proleterya zaferi olmadığını gösteriyor.
Ortaya çıkan sonuca baktığımızda PKK’nın, Batılı istihbarat örgütlerinin merkantilist menfaat mikroplarıyla enfekte edildikten sonra Türkiye’nin bünyesine ölümcül zararlar veren bir hastalığa dönüştürüldüğünü kabul etmek zorundayız.
Sorunu sadece intelijensiyal zekâ çözebilir.
Bugüne kadar çözülememesinin nedeni de budur. Çizilen ve müşterilere servis edilen İskenderun’lu- Kars’lı Kürdistan haritaları, başta İsrail ve Ermenistan olmak üzere bölgenin kadim “vatansızlarını” iştahlandırmakta ve ABD’deki merkantilist lobileri harekete geçirmektedir.” = ŞÜKRÜ ALNIAÇIK =
Bozkurt mahir
5 gün önce
BAHÇELİ, SARAYA GİTMEDEN ÖNCE UYARDI…
Sizler, televizyonlarınızın, cep telefonlarınızın başına geçip terör örgütü PKK’nın sözde silah bırakma törenine kilitlenirken, ben de klavyemi tıkırdatmaya başladım. Tiyatronun bugünkü perdesini az çok tahmin edebildiğim için şer odaklarının görüntülerini izlemeyi “azz sonra”ya erteledim!..
AKP genel başkanı Tayyip Erdoğan’ın yarın yapacağı ilan edilen “tarihi açıklama” için Ankara’da her koridorda kulis toto oynanıyor. Çok az bir zaman kaldı, bekleyip göreceğiz. Anlaşılan o ki; MHP genel başkanı Devlet Bahçeli’nin sözcülüğünü yaptığı güçler, işi şansa bırakmak istemedi. Bahçeli, dün, saraya gitti ve Tayyip Erdoğan ile başbaşa görüştü. Zirve sonrasında da ortalığa, içerikle ilgili bildik, beylik haberler yayıldı. Hiçbirine inanmadım!.. Çünkü, o işlerin nasıl ayar edildiğini çok çok iyi bilirim.
Tayyip Erdoğan, kendisine verilen talimatları uygulamaya devam edecek mi? Onu da yarını bekleyerek göreceğiz. Ancak, beklenti çıtası yükseltilen “tarihi açıklama” öncesi Devlet Bahçeli’nin apar topar neden saraya gönderildiğini anlamak için işaret fişeklerini görmek lazım. Devlet Bahçeli’nin fenerci başı bir zamanların hızlı FETÖ’cüsü Mümtaz’er Türköne, “Kim kazanacak, kim kaybedecek?” başlıklı bir yazı kaleme aldı. İster tehdit ister uyarı deyin, yazı Erdoğan’a gönderilen önemli mesajlar içeriyordu.
Devlet Bahçeli’nin medya ayağındaki en önemli aparatı Mümtaz’er Türköne, saray ve CHP’yi karşılaştırarak “Önce kazanacak veya kaybedecek olanın kim olduğunu, yani aktörleri resmedelim. Krizi veya çatışmayı başlatan ve tırmandıran Erdoğan. İkirciksiz bir şekilde yerleşen kanaat, halk desteği azalan Erdoğan’ın elindeki araçları zorlayarak tek potansiyel rakibi CHP’yi teslim almak üzere seri operasyonlara giriştiği yolunda. İktidar sahibi elindeki güce tutunarak yerine göz dikenleri tasfiye ediyor” ifadelerini kullanıyor.
Mümtaz’er Türköne, AKP için “çıkar şebekesi” diyor ve şöyle devam ediyor;
“Erdoğan tek başına, yapayalnız; karşısında dayanışmaya zorladığı koskoca bir CHP geleneği, örgütü ve yerleri kolayca doldurulacak yeni seçkinleri var.
Olmayanları da ekleyelim. İktidar kanadında MHP, bu operasyonların içinde değil. Zaman zaman hukuk ve adaleti vurgulayan mesajlarla, bazı nispî itirazlarda bile bulunuyor.”
Eyvah ki eyvah!.. Devlet Bahçeli ,”yargılamalar canlı verilsin” derken Erdoğan’a sopanın ucunu biraz göstermişti. Bahçeli’nin fenerci başı Türköne, bu yazısıyla işi azıcık daha öteye götürmüş;
-“CHP’lilerin tutuklandığı ve mitinglerin tam gaz devam ettiği kriz nereye kadar tırmanabilir?
Türkiye’yi derin bir siyasî kaosun içine sokacak kadar ilerleyebilir. Bir tarafın vazgeçmesi lâzım.

Hangi taraf? Tabii ki krizi çıkartıp yöneten ve tırmandıran taraf. CHP, pes etmez, edemez. Böyle bir müessese yara alabilir, ama devrilmez. Pes eden siyasete veda eder, yerleri yeni cengaverler tarafından doldurulur.

Erdoğan ile Özgür Özel arasında ‘sokak gösterileri’ etrafında iki tarafın da çok iyi anladığı bir diyalog, polemik şeklinde devam ediyor. Özgür Özel sokak polemiği için, ‘daha dur, sokak henüz başlamadı’ tehdidinde bulunuyor. Tutuklamalar yaygınlaşırsa direnç artar. Yaygın sokak gösterileri şiddete yönelirse bu sefer OHAL ilan edilir. OHAL’in ilan edildiği gün muhalefet tartıdan düşer, Türkiye açık faşist bir yönetime geçmiş olur.

‘Niyet, CHP’yi tahrik edip OHAL ilan etmek’ sonucuna ulaşmak için acele etmeyin. Bu senaryonun bedeli çok ama çok ağır olur. Şu anda gerilimi tırmandırmaktan iki tarafın da kazancı var, yoksa pes etmiş olacaklar. Ancak sorumluluk Saray’da. Gerilim o tarafın eseri ve bu krizden kaos çıkarsa, ahlâkî üstünlüğü bütünüyle kaybetmiş olur. Temelin altındaki toprağı kazmak gibi binayı yıkacak meşruiyet sorunu, AK Parti iktidarı için giderek büyüyor.”
***
Ve bu satırların ardından Mümtaz’er Türköne, işi malum sürece getirerek baklayı ağzından çıkarıyor;
-“(Ben gitmem krizi’nin) tarafların iradelerini ve hesaplarını aşan apayrı bir sorun ile etkileşime girmesi lâzım. Bir tarafta Türkiye otoriterleşecek, yağmur, çamur fırtına ile boğuşacak, öbür tarafta Kürt sorununun çözümü için demokrasi ve hukuk üretecek. Bu ikisi bir arada imkânsız.
PKK’nın silah bırakmasına ve kendisini feshetmesine aldanmayın. Bunlar mâlûmun ilâmı, asıl sorun Kürtlerle kader birliği ederek gireceğimiz yeni yüzyılın temel taşlarını döşemek. Bu konuda önümüz bütünüyle açık ama atılmış tek bir adım bile yok. DEM’in ve Kürt siyasetinin iyimserliği her şeyin mümkün olacağı umutların varlığından.

Türkiye’nin bütün kişisel rekabetleri, iktidar oyunlarını ezip geçen, hem devlet hem millet için bu hayatî beka sorununu önümüzde giderek tırmanan kriz ortamında çözemezsiniz. Daha ötesi otoriterleşemezsiniz. İktidar için otoriterleşmek, Kürtler için demokratikleşmek gibi iki zıt istikameti birleştirmek imkânsız. Birbirine bağlı ama iki farklı istikamete koşan atlarla her iki hedef için de büyük felaketler yaşarsınız.

Siyasî süreçlerin temel dinamiği ihtiyaçlardır. Ekonomiden bahsetmedik bile. Bu kadar ağır sorunların ortasında saray entrikası ile güç savaşlarının galibi belirlenmez. Halkın ihtiyaçlarını, taleplerini ve beklentilerini takip ederek sonucu kestirebilirsiniz.

Kimin kazandığı, kimin kaybettiği belli.

Hikâye hep şöyle biter: Uzun bir savaşın sonunda ordusu yenilen kralın sadık şövalyeleri çarpışmaya devam ederler.”
***
Devlet Bahçeli’nin fenerci başı Mümtaz’er Türköne, Tayyip Erdoğan’ı şimdiden “kaybeden” olarak ilan etmiş. Erdoğan’a “geçmiş olsun” diyelim mi?.. Bence, yine de yarını beklemekte fayda var. Eğer, Erdoğan , Bahçeli ve arkasındaki güçlerin beklediği “tarihi açıklama”yı harfiyen yapmazsa o zaman deriz. Erdoğan’a ilk geçmiş olsun ziyaretini de Bahçeli yapar arkasından da yazılı bir açıklamayla duyurur.

Ahmet Takan
Bozkurt mahir
6 gün önce
08 07 2006
Mustafa Necati Sepetcioğlu

Ham iken çiğ iken okuyarak Pişmeye gayret ettiğimiz Kitapların ustası

Yazar, Edebiyatçı. (D. 1932, Zile / Tokat - Ö. 8 Temmuz 2006, İstanbul). İlk ve ortaokulu Zile’de bitirdi (1947). Kısa sürelerle Bursa Lisesi ile İstanbul Çapa Lisesi’nde okudu, İstanbul Haydarpaşa Lisesi’ni bitirdi (1950). Yükseköğrenimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji ve Sanat Tarihi bölümlerinde yaptı (1956). Lise öğrenciliği yıllarında, iki önemli düşünce ve edebiyat insanı olan Mahir İz ve Nihal Atsız’la tanıştı.

Çalışma hayatına İstanbul Belediyesi’nde memurluk yaparak başladı. Türkiye Kızılay Derneği’nde Neşriyat Müdürlüğü (1962), İstanbul Sosyal Sigortalar Kurumu Hukuk İşleri Müdürlüğü’nde şeflik, Millî Eğitim Basımevi (1968) ve Derleme Müdürlüğü (1974) görevlerinde bulundu. “Tercüman” gazetesinin “1001 Temel Eser” yayın dizisini yönetti.

İlk öyküleri Sivas’ta yayımlanan “Hakikat” gazetesinde çıktı (1948). Daha sonra “İstanbul”, “Yol”, “Türk Yurdu”, “Türk Dili” (1955-59) ile “Türk Edebiyatı” dergilerinde yayımlamayı sürdürdü. “Çağlayanlı Vadi” adlı romanı “Vatan” gazetesinde tefrika edildi (1966-71). Nehir roman denilebilecek kimi romanlarında; Malazgirt Zaferinden (1071) başlayarak, Osmanlı Devleti’nin fetret (duraklama) devrine kadarki Türk tarihini konu edindi. Öteki roman ve öykülerinde genel olarak günümüz Türkiye’sinde yaşanan toplumsal değişim ve sonuçlarını ele aldı.

Sepetçioğlu, millî kaynaklara bir dönüş denemesi olarak “Yaratılış” ve “Türeyiş” destanlarını çağımızın duyarlılığı ile yeni bir üslûp içinde ele alarak yazdı. Bütün öykü, roman ve oyunlarının çıkış noktasını “çirkinlik, kötülük ve sefalet içinde bile var olan, gizlenen güzeli ve güzelliği görebilmek ve gösterebilmek olarak” açıkladı. Halk dilini, ona şiirsel bir zenginlik katarak kullandı. İlk öykülerinde tasvir, çözümleme ve olayların birbiriyle iyice kaynaşmadıkları havası vardır. 1958 yılından sonraki öykülerinde olay ve kişileri daha bir yoğunlukla, uzatmadan, ayrıntılara kaçmadan anlattı. Öykülerinin çoğunda köy, tarla ve kır, büyük kente yerleşmiş olan köylü ve kasabalıların toprak ve doğa özlemini işledi. Birçok öyküsünde kahramanlar, uzun yıllar alıştıkları doğal ortamlarından koptukları için hayata yabancılaşır, can sıkıntısına ve bunalım içine düşerler. Kimi öykülerinde, kent ve kentin egoizmini sevgisizlik diye yorumlayan, kentten kaçmak isteyen menekşelere ve çamlara acıyan; doğadan kopmuşluk, geçmişe özlem ve sıla hasreti içinde yanıp yakılan kişiler işlendi.

Sepetçioğlu yazarlık anlayışını şu sözlerle anlatmaktadır: “Mademki insanı anlatıyoruz, öyle ise onun mutluluğu için yazacağız; bu da, çirkinde bile var olabilen güzelliği aramak uğruna nice bir ömrü harcamak demek olacaktır. San’at adamının çok zor olan görevi de zaten burada başlar. Hayat ile ömür arasındaki bağların oluşturduğu hem birbirinden ayrı hem içiçeleşmiş bir hürriyet bizim aradığımız mutluluğu meydana getirebilir mi? Bu soru, bize, insanın dünü, bugünü, yarını ile birlikte ölüm sonrası dünyasını da bir arada düşünmek mecburiyetini yüklüyor. İyinin, doğrunun ve güzelin uğrunda umutlanmış bir ömür, hayatı ve sonrasını göz ardı edemez. O vakit de Bütün’lük ve Bir’lik söz konusu edilecektir. Orta Asya’dan Anadolu ve Rumeli topraklarımıza büyüyüp beslenmiş bir kültürün değişik halkalarında ‘ham iken pişmiş’ olan bizim insanımız için bu Bir'lik ve Bütün’lük çok önemlidir. İnsanımızın mutluluğunu istiyorsak saldırmak ve yıkmak yerine güzelliğin yapıcı yolunu seçmek zorundayız.”

1965 yılında Millî Eğitim Bakanlığı’nın açtığı piyes yarışında “Mehmedin Beklediği” adlı oyunu dereceye girdi. “Trampacılar” adlı oyunu İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda (Mart, 1968) sahnelenen Sepetçioğlu, oyun yazarlığında en önemli başarısını gösterdiği “Büyük Otmarlar” adlı oyunu önce İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Gençlik Tiyatrosu’nca sahneye konuldu (1967), ardından Avrupa Üniversitelerarası Tiyatro Festivali’nde en iyi oyun seçildi (1968).

Ödülleri:

“Çardaklı Bakıcı” adlı oyunu ile MEB Ödülünü, “Gece Vaktinde Gün Dönümü” ve “Karanlıkta Mum Işığı” adlı kitaplarıyla 1980’de, “Can Ocağında Pişen Aş” ile 1981’de Türkiye Millî Kültür Vakfı Kültür Armağanı’nı, “Ve Çanakkale 3: Döndüler” adlı eseriyle 1980 Yılı Türkiye Yazarlar Birliği’nin Yılın Romancısı ödülünü, kazandı. 1994 yılında İlim ve Edebitat Sahipleri Meslek Birliği (İLESAM’in Üstün Hizmet Beratı kendisine verildi. 1998’de Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Şeref Üyeliğine seçildi.

Sepetçioğlu İçin Ne Dediler?

“Sepetçioğlu’nun en samimî verimleri olan bu şairane hikâyelerin çok alıngan kahramanları, biraz da, yazardaki, sevgi dolu, çevreye hisleriyle bakan ve her davranıştan, kendisine üzüntü payı çıkaran mizacın sonucudur. Aslında büyük şehirde, bazen evine veya işine yetişmekten başka bir şey düşünmeyen insanların hızlı hayatı vardır. Bu insanlar, taşrada olduğu gibi önceden tanışmaz ve kolay kolay kaynaşamazlar. Onlar, türlü bölgelerden ve muhitlerden gelmişlerdir. Hikâyelerin duygulu, yalnız ve can sıkıntılı kahramanları, bunları belki de bilirler ama, yine de gördükleri her selâmsızlığı, ilgisizliği veya resmî davranışı, kendilerine yöneltilmiş sevgisizlik, hatta düşmanlık veya hakaret sayarlar.” (Ahmet Kabaklı)

ESERLERİ:

Hikâye:

Abdurrezzak Efendi (1956), Menevşeler Ölmemeli (1972), Bir Büyülü Dünya Ki (1972).

Roman:

Kilit (1971), Anahtar (1973), Kapı (1973), Konak (1974), Çatı (1974), Üçler-Yediler-Kırklar (1975), Bu Atlı Geçide Gider (1977), Karanlıkta Mum Işığı (1978), Darağacı (1979), Ebem Kuşağı (1980), Sabır (1980), Gecevaktinde Gündönümü-İstanbul’un Fethi (1980), Cevahir ile Sadık Çavuş’un Buğday Kamyonu (1980), Geçitteki Ülke (1980), Ve Çanakkale I / Geldiler (1989), Ve Çanakkale II / Gördüler (1989), Ve Çanakkale III / Döndüler (1989), Kutsal Mahpus (1990), Sabır Ağacı (1992), Benim Adım Yunus Emre (1994), Sahibini Arayan Toprak (2004).

Destan:

Yaratılış ve Türeyiş (1965), Sonsuza Uyanan Taşlar (1973), Dedem Korkut’un Kitabı (1990).

Oyun:

Büyük Otmarlar (1970), Trampacılar (1968), Çardaklı Bakıcı (1969), Köprü (1969), Son Bloklar (1969), Her Bizans’a Bir Fatih (1972), Mehveş Hanım (1984), Maragalı Abdulkadir (1986), Yunus Emre (1995).

İnceleme:

Karşılaştırmalı Türk Destanları (1986).

Diğer Eserleri:

Can Ocağında Pişen Aş (1981).

Toplu Basım (24 Kitap):

Mustafa Necati Sepetçioğlu Kitapları Set 1 (24 kitap, 2014)

KAYNAKÇA: Atilla Özkırımlı / Türk Edebiyatı Ansiklopedisi (1982), Seyit Kemal Karaalioğlu / Resimli Türk Edebiyatçılar Sözlüğü (1982), Yurt Ansiklopedisi (C. 10, 1984), Söyleşi (Türk Edebiyatı, Sayı: 155, Eylül 1986), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia Of Turkish Authors (2005) - Resimli Ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar Ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, Gen. 2. Bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia Of Turkey’s Famous People (2013), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. Bas. 1999), TBE Ansiklopedisi (2001), Ahmet Kabaklı / Türk Edebiyatı (C. 5, 11. Bas. 2002, S. 488-490), Murat Belge / Sepetçioğlu’nun “Kuruluş” Pentalojisi (Kitap-Lık, Eylül 2004 ve Kitap-Lık, Ekim 2004).

Rahmet ile büyük usta
Bozkurt mahir
6 gün önce
AZTEK, MAYA VEYA İNKALAR İSPANYA’YI FETHETSEYDİ
Çoğu insan; İspanyolların fetihten sonra yerlilere kültür, mimarlık, gelenek, müzik, sanat vs öğrettiğini düşünüyor ama bunların hepsi ne kadar doğru?

* HİJYEN: Aztekler İspanya'yı fethetselerdi; İspanyollar’a haftada bir değil günde iki kez banyo yapmayı öğreteceklerdi.

* İLAÇ: Aztek bitkileri o dönemde dünyanın en gelişkin, çeşitli ve iyileştirmeye odaklı kullanılan bitkileriydi. Yerlilerin veya İspanyollar’a göre “vahşilerin" farklı dalları içinde barındıran tıp fakülteleri vardı: Dahili tıp (Tlamatepatli), cerrahi (texoxotla), Hematoloji (tezoc-tezoani), vb. Hastalıkların, salgınların nedenlerini ve onları nasıl tedavi edeceklerini biliyorlardı, fitil, merhem, vantuz vb. kullanmayı biliyorlardı.

*MİMARLIK: Amerika genelinde şehir planlaması, mühendislik ve mimariye dair yüzlerce örnek hala ayaktadır. Teotihuacan, Tula, Xochicalco, Tenayuca vb. bunların hepsi Mısır piramitlerinden daha büyük bir karmaşıklığa sahiptir. Tüm bunlara rağmen İspanyollar bunların "vahşiler" tarafından yapıldığını biliyorlardı. İnka Merdivenleri’ni de eklemek isterim.

*ASTRONOMİ VE MATEMATİK: Mayalar matematik dünyasına "sıfır" sayısını kazandıranlardı , Avrupa'dan daha doğru takvime ek olarak Mayalar, Doğu'daki işgalcilere ( İspanyollar vb.) karşı çok gelişmiş bir astronomiye de sahipti.

*TARIM: Yerliler, antik dünyada benzersiz bir sistemle binlerce hektar tarım yapmayı başarmıştı, "çinampalar" veya yapay adalar, gerçek yüzen bahçeler ile suda tarım yapılıyordu. Pirinç teraslarını da tüm dünya bilmektedir.

*SANAT: Kumaş, çamur veya farklı metaller, ahşap ve tüyler kullanılarak yapılan yerli çalışmaları; Avrupalılar’ı ,mükemmellikleri ve güzellikleri nedeniyle şaşkınlığa çevirmişti. Amerika fethedilmeden yüzyıllar önce kağıt; ağaç kabuğu kullanılarak üretilmişti ve bu kağıtla kitaplar ve ünlü “kodeler” yapılmıştı.

*MÜZİK: İspanyollar da müziğin önemini anlamamışlardı ; yerliler aşk ve arkadaşlığa veya doğayla beraber yaşamaya yönelik şiirler ve şarkılar yapmıştı.

*EKONOMİ VE TİCARET: Hiçbir uygarlık İnkalar ve Aztekler kadar ticareti geliştirmemişti. Pazarları ; Nikaragua'ya kadar ulaşmıştı ve İspanyollar kolonizasyonun ne olduğunu bilmezken, yerliler kendi kendine yeterli ve organize bir ekonomiye sahiplerdi.

Heykel: Cahuide Anıtı 🇵🇪
✅Bu Anıt Colca Vadisi'nde, MACA adında bir köyde bulunmaktadır.
✅Cesur Subay Cahuide veya Cullash, İspanyol işgaline karşı savaşta Sacsayhuman'ın kalesini savundu, yakalanmasını imkansız hale getirerek son ana kadar görevini yaptı ve yakalanmadan kulelerden birinden atladı.
✅ Peru'nun yaptığı tüm savaşlarda vatanına sadakatle savaşan Perulu'yu temsil etmektedir. Bu heykel, genç İmparator MANCO INKA'nın emriyle SACSAYHUAMAN'ın savunmasından sorumlu olan Cahuide ve savaşçılarının zaferini sonsuza dek tarihe yazmıştır.
Hazırlayan: Bilhan Akkaya
Bozkurt mahir
6 gün önce
FRANSIZ İMPARATORUNU TOKATLAYAN PAŞA

Napolyon'un; bileğini bükemediği ve karizmasını yerle bir edip " Kader beni bir ihtiyarın oyuncağı etti ." dedirten Cezzar Ahmed Paşa...
Osmanlı paşası Avrupa imparatoruna dünyayı dar etti. Hem de 80lik bir paşa.
Tüm doğuyu ele geçirme hülyaları içinde olan Napolyon Bonapart, Mısır'ı almak için İskenderiye limanına çıktı. İlk planda kendisini Müslüman olmuş gibi gösterdi, adının artık Ali Bonapart olduğunu söyledi ve etrafı inandırdı.

Mısır'ı ve bugünkü Filistin topraklarını aldı. Bütün Doğu'yu ele geçirmek isteyen Napolyon Bonapart, Akka kalesi önlerine geldi.

Karşısında yaşlı bir Osmanlı Paşası olan Cezzar Ahmed Paşa vardı. Napolyon Akka önlerine geldiğinde kendisine çok güvenmekteydi.

Mısır ve Filistin’i kolaylıkla zapteden Napolyon, Akka Kalesi’nin de bir iki gün içinde düşeceğini hayal etti ve Cezzar Ahmed Paşa’ya şu mektubu yazdı :

"Ben Napolyon Bonapart...
İşte kalenin duvarları önüne geldim.
Bir ihtiyarın geri kalmış birkaç günlük ömrünü almak bana bir şey kazandırmaz.
Seninle savaşmak istemiyorum. Benimle dost ol ve kaleyi teslim et ! "
Cezzar Ahmed Paşa’nın bu mektuba verdiği cevap şöyleydi :

“Allah’a hamd olsun gücümüz yetiyor, elimiz silah tutuyor. Devletim bana düşmanı görünce silahını teslim et demedi. Geri kalmış birkaç günlük ömrümüzü de cenklerde geçiririz ! "

Mağrur Napolyon, Paşa’nın bu cevabını okuyunca etrafındakilere der ki :
“Anlaşıldı, bu ihtiyar bizim birkaç günümüzü heba edecek ama merak etmeyin. Bir iki gün sonra şehrin ortasındayız. "

Fransızların her gün biraz daha artan baskısı hiçbir netice vermez ve Fransızların her hücumu püskürtülür, ağır kayıplar verdirilir.

Yenilmez ünvanı taşıyan Napolyon, kaledekilerin akıllara durgunluk veren kahramanlığı karşısında şaşırıp kalır.
Napolyon’un Akka muhasarası bu şekilde tam 64 gün devam etti.

Napolyon bu defa, yüksek rütbeli bir subayını kaleye gönderdi ve direnmenin netice vermeyeceğini, şehir teslim edilirse Paşa’nın ordusu ve ağırlıklarıyla beraber istediği yere gitmesine müsaade edeceğini bildirdi.

Cezzar Ahmed Paşa’dan aldığı cevap şudur :
" Devletim beni bu kaleyi teslim etmem için vezir yapmadı. Ben Cezzar Ahmed Paşa, şehitlik mertebesine ulaşmadan bir karış toprak vermem!.."

Paşanın bu cevabı Napolyon’u çileden çıkardı. Yaptığı yeni planlarla topçuları gece gündüz Akka kalesini dövdü. Ne var ki açılan gediklerden şehre girebilenler Osmanlı süngüsü ile yok edildiler.

Bu müthiş hezimetle “Kader beni bir ihtiyarın oyuncağı yaptı.” diye avaz avaz haykıran yenilmez ünvanlı Napolyon,
ordusunun yarısını kaybetti ve nihayet 21 Mayıs 1799'da çekilmeye karar verdi.

Ağırlıklarını kumlara gömüp Kahire’ye geri döndü . Orada da işleri umduğu gibi gitmeyen Napolyon, iki gemiyle gizlice Mısır’dan kaçtı. Ordusunu Mısır’da bırakmış bir başkomutan olarak hayatının en büyük dersini Osmanlı’dan, yaşı 80'e merdiven dayamış Cezzar Ahmed Paşa’dan almış oldu.

Tarihler Napolyon Bonapart'ın şu meşhur sözünü nakleder :
" Eğer Akka'da durdurulmasaydım bütün doğuyu ele geçirebilirdim. "
Avrupa imparatoruna bir Osmanlı paşası yetmiş, hayatının hezimetini tattırmıştır.
Bizler Napolyon Bonapart'ı tanıdığımız kadar, onu Akka önlerinde perişan eden Cezzar Ahmed Paşa’yı ne kadar tanıyoruz ?
Ayşe Küçük
Bozkurt mahir
8 gün önce
Mustafa Sabri'yi yakından tanıyalım.

Tokat Turhal Kat köyünden. 1869'da doğdu. Köyün 1907'den önceki adı Sarkis. Köy Mustafa Sabri'nin doğduğu yıllarda tümüyle Ermenilerden oluşuyor. Mustafa Sabri, II. Abdülhamid'in huzur derslerine alınan seçkin ulema arasına girdikten üç yıl sonra köyün Ermenice olan adı birden değişiyor! Seçilmiş olmanın ayrıcalığı, yeni makamlara ortam yaratmak için olsa gerek. II. Meşrutiyet'ten sonra Tokat mebusu seçildi.

Mustafa Sabri, İttihat ve Terakki karşıtı Hürriyet ve İtilâf fırkasının kurucularından biri oldu. 25 Ocak 1913'te Kâmil Paşa hükümetini darbeyle devirmeyi planlarlarken İttihatçıların iki gün erken davranmasıyla ve başarılı olmalarıyla düş kırıklığı yaşadılar. Fırka üyeleriyle birlikte tutuklanınca başına gelecekleri anlayan Mustafa Sabri hemen önce Yunanistan'a oradan Mısır'a kaçtı, oradan da Romanya'ya geçti. Yeni kurulan İttihat ve Terakki hükümeti tarafından fırkanın diğer yöneticileriyle birlikte sürgün sayıldı. Daha sonra gıyâbında yapılan yargılamayla beş yıl hapse mahkûm edildi. 1916'da Bükreş'te tutuklanarak İstanbul'a getirildi. Cezasını çekmek için Bilecik' e götürüldü.

1918 'de I. Dünya Savaşı bitmiş, İttihat ve Terakki fırka yönetimini resmen dağıtmış, hükûmetten düşmüştü. Sultan Vahdettin yeni padişahtı. Mustafa Sabri' nin kalan cezası affedildi. Hürriyet ve İtilâf fırkasına hükümeti kurma görevi verilmişti, Damat Ferit sadrâzam olmuştu. Mustafa Sabri için gün doğdu. 1919 yılı Mustafa Sabri için çok güzel geçti. Martta şeyhülislâm oldu ve âyan meclisine seçildi, haziranda sadrâzam vekâleti görevi verildi. Şubatta daha sonradan Teâli-i İslâm adını alacak olan Cemiyet-i Müderris'i İskilipli Atıf (yardımcısı) ile kurdular. Said Nursi ile bu cemiyette çalıştılar.

Mustafa Kemâl'in ordu müfettişliği göreviyle Anadolu'ya gönderileceğini öğrendiğinde tüm tüm gücüyle karşı durdu ama etkili olamadı. Eylül 1919'da cemiyet adına başkan olarak Kuva-yı Milliye için ölüm fetvası yayınladı ve İngiltere'nin uçaklarıyla tüm yurda atıldı. Ne ilginçtir ki bu bildirilerde Yunan'a kayıp verdirmek bizim için doğru değildir, onlara yaptıklarınızdan hak iddia ederler, hem siz bu ülkeye yabancılardan daha büyük düşmanlık ve kötülük yapıyorsunuz (sözler tanıdık geliyor değil mi) diyen Mustafa Sabri, Lozan Antlaşması'ında Musul' un alınamayaşını Mustafa Kemâl'in İngiltere ile iş birliğine bağlayacaktı.

Kasım 1919'da işgâlci devletlerin baskısıyla Boğazlıyan kaymakamı Kemâl Bey'e mahkemede verdirilen idam kararını Vahdettin imzalamak istemeyince yardımına şeyhülislâm Mustafa Sabri yetişti. Uygun fetvayı döşeyince Kemâl Bey idam edildi.

Fetvası başka işe de yarıyordu. Vahdetin'i zor anında kurtarmasının ödülünü almıştı. 1920'de Sevr Antlaşması'nın koşullarını görüşmek için kurulan saltanat şûrasına seçildi. Antlaşmanın imzalanması yönünde görüş belirtti. Osmanlının yok ediliş belgesi olan Sevr'de kendi köyü olan Kat köyünü geriye kalan bir eyâlet büyüklüğündeki Osmanlıya alacak kadar da düşünceliydi!

Nisan 1920'de kaleme aldığı fetvayı görevi olmadığı için imzalayamıyordu, artık şeyhülislâm değildi. Milli mücadeleciler hakkında öldürülmeleri gerektiği fetvasını bir yolunu bulup şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah'a imzalattı. Yaklaşık aynı günlerde Saltanat şûrasında Anadolu'da ulusal mücadele yürütenlere karşı önlem alınması önerisi de benimsenmeyince 1920 eylülde şûra görevinden ayrıldı.

1922'de yolun sonunun yaklaştığını gören Mustafa Sabri, oğlu İbrahim Sadri ve ailesiyle birlikte Mısır'a kaçtı. Orada hiç iyi karşılanmadı, istediği ortamı bulamayınca Hicaz emiri Şerif Hüseyin'in çağrısıyla Mekke'ye gittiler. Ancak Mekke'de de çok az kalabildi. Oradan Lübnan'a, oradan da Romanya'ya geçti. 1924'te diğer 150'liklerle birlikte vatandaşlıktan çıkarıldı.

Nisan 1927'de eşinin babasının yanına Gümülcine'ye giderek beş yıl kaldı. Burada yine Türkiye karşıtı yazılar yazdığı bir dergi çıkardı. Yunanistan'ın Türkiye ile olumlu ilişkiler kurması üzerine dergisi kapatıldı, baskıyla karşılaştı. Yine yerinde tutunamayan Mustafa Sabri'ye Mısır yolu göründü. Bu defa Mısır'da siyasi ortam değişmiş, Türkiye karşıtlığı artmıştı. Dolayısıyla Mustafa Sabri El-Ezher Üniversitesi'nde bir koltuk kapabilmişti. 1954'te Kahire'de ölene değin Mısır'da kaldı.

Kripto Ermeni kimliğiyle seçkin İslâm uleması hatta şeyhülislâm oldu. İşgalcilerle iş birliği yaptı. Türklükten günah gibi tövbe etmesine hiç gerek yoktu. Çünkü ne etnik ne bilinç ne çalışma yönünden Türktü. Tümüyle düşman ruhu taşıyordu.

Diğeri manevi torunu Halil Konakçı. Şimdilik Hatay Arap toprağı diyebiliyor. Büyüyünce uygun koşulları görebilirse Doğu ve Güneydoğu için çalışmayı düşünüyor ama pek çaktırmak istemiyor. -ALINTI-
Bozkurt mahir
8 gün önce
ALINTI

Her rejimin kılığında ise..
Atatürkçü yada Kemalist kılığında..
Bunlardan içimizde kaç tane var..?

Minarelerdeki Fısıltı: Tahran’da Dans Eden Mossad Ajanı

Bu bir roman değil.
Bu bir hayal ürünü değil.
Bu, savaşı silahlarla ya da dronlarla değil; sessizlik, cazibe ve zehirli bir kalemle değiştiren bir kadının tüyler ürpertici, kalp durduran gerçek hikâyesidir.
Adı Catherine Perez-Shakdam’dı.
Karanlığa sarılmış bir paradokstu; attığı her adım, kadere meydan okuyan bilinçli bir tercihti. Paris’te seküler bir Yahudi ailede doğdu, ama damarlarında Yemen’in antik çölleri, şiirleri ve sırları yankılanıyordu. Ortadoğu uzmanıydı, jeopolitiğin labirentine yabancı değildi. Zihni fay hatlarının bir haritasıydı: Sünni ve Şii, Fars ve Arap, güç ve ihanet.

Ve sonra düşünülemeyecek olanı yaptı.
Şii İslam’a açıkça geçti. Siyah çadoru omzuna attı; Londra’nın taş kaldırımında, sonra da Tahran’da sessizce sürüklendi kumaşları. İmam Humeyni’yi öyle bir huşuyla alıntılardı ki, din adamlarını bile ağlatabilirdi. Kum’un kutsal sokaklarında başını eğerek yürüdü; Farsçası kusursuz, duaları ritmik, varlığı ise sarsılmazdı.
Ama İslam Cumhuriyeti’ne methiyeler düzen mürekkepli parmaklarının, generallerin eşleriyle bakışan peçeli gözlerinin ardında bir hançer gizliydi.
Ve bu hançer, Mossad tarafından bilenmişti.

## Cumhuriyeti Delen Kalem

Catherine, Tahran’a ne bombalarla girdi ne de şifreli telsizlerle. O, bir düşünür olarak geldi—bir gazeteci, bir şair, sadakati sözcüklerle dokuyabilen bir kadın. Yazıları Press TV’de yayımlandı, her cümle devrime övgüyle dokunmuş bir ilahiydi. İmzası *Tehran Times*’da yer aldı; nesri pürüzsüz, bağlılığı sorgulanamazdı. En ürpertici olanıysa, kelimeleri bizzat Ali Hamaney’in resmi internet sitesinde yankı buldu—rejimin dokunulmaz kudretine adanmış dijital bir tapınakta.
Bu bir tesadüf değildi.
Bu, cerrahi hassasiyetle yürütülen bir sızmaydı—stratejik ve yıkıcı.
Yazdığı her makale bir ağın ipliğiydi, ustalıkla örülmüş. Tahran’ın sokaklarının ritmini çalıştı: minarelerden yankılanan ezanlar, çarşı kafelerinde çınlayan çay bardakları, kuşatma altındaki bir milletin fısıltılı paranoyası. Bu nabzı taklit etmeyi öğrendi. Çadoru zırhı oldu, kalemi kılıcı. O, Hollywood tipi bir casus değildi—ne trençkot ne gizli buluşma noktaları. O, açıkça yürüyen bir hayaletti; her hareketi bir oyun, her sözü bir silahtı.
Birlikten, direnişten, İslam Cumhuriyeti’nin kutsallığından bahsetti.
Ama asıl hedef kitlesi binlerce kilometre ötedeydi—Tel Aviv’de loş bir odada kodlu raporlarını inceleyen Mossad görevlileri.

## Aslanların Arasında

2023’e gelindiğinde, Catherine artık Tahran’ın elit çevrelerinde tanınan bir figürdü.
İsfahan’ın güllü avlularında nane çayı yudumluyor, Kahramanlar Ordusu komutanlarının eşleriyle gülüşüyordu. Kadim kubbelerin gölgesinde entelektüel sohbetler düzenliyor, yumuşak ama büyüleyici sesiyle akademisyenleri ve stratejistleri çevresine çekiyordu. Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin özel ikametgâhına bile davet edildi; inanan bir mümin gibi yürüdü, gözlerini indirdi ama asla kör değildi.
Askeri akademilerde dolaştı, çıplak ayakları serin taşlara dokunurken dudakları hadisleri saygıyla mırıldanıyordu. Devrim Muhafızları komutanlarının eşleriyle birlikte dua etti; kocalarının işleri hakkında sorduğu sorular—öylesine masum, öylesine içten—savunmalarını bir meltem gibi delip geçiyordu:
“Böyle büyük bir sorumluluğun ağırlığını nasıl taşıyor?” diye sorardı, sesi kadifeden bir hançer gibi. “Evde huzur bulabiliyor mu hiç?”
Ve onlar konuşurdu.
Rutinlerden bahsederlerdi: Karaj’daki gece toplantıları, Mazenderan’daki hafta sonu kaçamakları, Parchin’deki birlik hareketleri üzerine fısıltılı tartışmalar.
İsimler söylerlerdi—albaylar, bilim insanları, Kudüs Gücü’nden gölge ajanlar.
Korkularını açarlardı: Gözetlenme paranoyası, ihanete uğrama korkusu.
Catherine dinlerdi. Hafızası bir kasa, kalbi bir metronomdu. Her detay—her isim, her zaman çizelgesi, her kaygılı fısıltı—zihnine kazınır, sonradan makalelerinde ima olarak ya da kodlu telefon görüşmelerinde yorum gibi aktarılırdı.
Mossad hepsini kaydetti.

## Operasyon Shabgard (Gecegezer)

13–14 Haziran 2025 gecelerinde, İran semaları intikamla inledi.
İsrail hava saldırıları, ilahi bir kesinlikle yönlendirilen istihbaratla, İran’ın savunmasının kalbini deldi geçti. İsfahan, Natanz, Parchin—İran’ın nükleer ve askeri kudretiyle özdeşleşmiş bu yerler, cerrahi bir yıkımla yandı.
• İran’ın bölgesel nüfuzunu şekillendiren sekiz üst düzey Devrim Muhafızı subayı yataklarında kül oldu.
• Nükleer programın mimarı yedi bilim insanı laboratuvarlarına hiç ulaşamadı.
• On yıllardır İsrail istihbaratından kaçan üç kıdemli Kudüs Gücü komutanı, tek bir gecede açığa çıkarıldı.
Hedefler sadece haritadaki koordinatlar değildi. Onlar, cerrah hassasiyetinde çözümlenmiş hayatlardı: Generalin villasına döndüğü saat, bir bilim insanının akşam sigarasını içtiği bahçe, bir komutanın uzun kaldığı hamam.
Bu uydu istihbaratı değildi. Bu insandı. Yakın. Yıkıcı.
Catherine’in fısıltıları hedefleri belirledi.
Konuşmaları, duyduğu kırıntılar, titizlikle inşa ettiği güven ilişkisi; İran İslam Cumhuriyeti’nin en karanlık köşelerini aydınlattı.
Tek bir kurşun bile sıkmadı. Ama onun sözleri, füzelerin rotasını çizdi.

## Kaçış

Patlamalar geceyi aydınlatırken, Catherine ortadan kayboldu.
İran İstihbarat Bakanlığı kaos içinde uyandı; ağlar çökmüş, sırlar deşifre olmuştu. Makalelerini taradılar, telefon kayıtlarını, Karaj ve Şiraz’daki masumane görüşmelerini didik didik ettiler. Kum’a, İsfahan’daki sohbetlere, dualarda diz çöktüğü odalara kadar iz sürdüler.
Ama artık yoktu.
Kaçışı, sızması kadar titizdi. Zagros Dağları’nın keskin zirvelerinden, yıldızsız gecelerin örtüsünde, bir hayalet gibi sessizce ilerledi.
Sadakatlerin kum gibi değiştiği Kürt sınırlarında, Sardasht yakınlarındaki kurumuş bir nehir yatağında bekledi.
Şafakta, bir Mossad tahliye timi onu havadan aldı. Helikopter pervanelerinin sesi, sessizliği bozan tek yankıydı.
Ardında hiçbir iz bırakmadı.

## Minarelerdeki Hayalet

Bugün, Catherine Perez-Shakdam bir hayaletten ibaret.
Interpol’ün elinde kaçış sonrası tek bir fotoğrafı yok. Farsça yazdığı bloglar—zamanında kılıfının parlak bir parçası—internetten silindi. Khamenei alıntılarıyla dolu eski Twitter hesabı, artık dijital bir boşluğa açılıyor.
Tahran’da, adı bir lanet gibi anılıyor; ona güvenenlerin öfkeyle fısıldadığı bir isim. Tel Aviv’de ise, gerçeği bilenlerin saygıyla fısıldadığı bir efsane.
Ona “Minare Fısıldayıcısı” diyorlar.
“Gölgelerin Kâtibi.”
“Bir Kibrit Bile Çakmadan Kum’u Yakan Kadın.”

Bu bir James Bond fantezisi değil.
Bu, bir rejimin kalbine kendini yazan ve içeriden paramparça eden bir kadının ham gerçekliğidir.
Onun silahı güvendi—yıllar süren bir performansla kazanılmış, her tebessüm bir fedakârlık, her dua bir kumardı.
Onun kılıfı inançtı—düşmanının ideolojisinden örülmüş bir maske.
Onun görevi bir milleti silahsızlandırmaktı—kurşunla değil, ihanetin sessiz ve yıkıcı gücüyle.
Ve başardı.
Tek başına.
Silahsız.
Unutulmaz.
Bozkurt mahir
9 gün önce
TC Seval Kaplan paylaşımıdır. Okuyunuz.....

-Sevgili Vedat Yenerer paylaşmış.
BÖLGE COĞRAFYASINI ÇOK İYİ BİLEN VE PKK'YI ÇOK İYİ TANIYAN BİR GAZETECİ OLARAK DÜŞÜNCELERİM BUDUR..

1- Zap'ta Şehit saysı 12 oldu.
2- Gata'da tedavide de 7 asker var
3- PKK'lı teröristlerin yaşadığı mağaralarda hayvan olmadı, olmaz. Hele, hastane olarak kullanılan bir mağarada hiç olmaz. Bunu bilmemek büyük cehalettir. Ya da bilip çarpıtıyorlar.
4-Bu mağara, yapısı bozulmuş ya da çökertilmiş bir mağara değil.Kısmen çökertilmiş. Zaten Zap bölgesindeki hiç bir mağara tamamen çökertilmedi, çökertilemez. Bölgeyi gören, bilenler ne demek istediğimi bilir. Zaten askerin görevi mağraları çökertmek değildir. Bu mağaranın da 4-5 ayrı girişi olduğu, ancak deşifre olduğu için PKK tarafından kullanılmadığı biliniyor. Zaten terör örgütü, "eski bir tuzağımız aktive olmuş olabilir" açıklaması yaptı.
4- Sağlıklı bilgi verilmediği için sanırın, ortada tam açıklanmayan, PKK tuzaklaması nedeniyle oluşan bir patlama da var. Sadece boğulma değil. Savunma bakanlığı bir basın toplantısıyla doyurucu açıklama neden yapmıyor?
5-"Üsteğmenimizin cenazesi o mağarada, gidip alın gelin" ihbarını kim yaptı?
Cenazesi orada bulunamadığına göre bir tuzak kurulmuş.
Bu ihbarı yapan kurum ve yetkilileri sorgulanmalıdır. Bence, büyük bir güvenlik ihmali var. Başarı olmadığı ortada...
6- Bu ihmalin ve düşülen pusunun Allah'la da bir hiç bir ilgisi yoktur.
Aynı, İran'dan 7 ay önce PKK'ya verilen 45 dronun olmadığı gibi.
Her gün üs bölgemize saldırı oluyor. Birinin görüntüsünü ben X'te yayınladım.

BU ARADA İHBARIMDIR..

Kamışlı, Ayn El Arap,Rakka başta olmak üzere Hatay'a kadar, şehir merkezlerinde aralarında 1500 metreyi aşan yeni tüneller yapıldığı iddiasına ulaştım. PKK vızır vızır kullanıyormuş. Tüneller'in beklemeksizin imha edileceğine olan inancım tamdır.
(Bir kaynağımdan gelen ve yayınladığım BU VİDEO RAKKA ŞEHİR MERKEZİNDEKİ DİRENİŞ AMAÇLI YERALTI TÜNELİ YAPIMINDA ÇEKİLMİŞTİR.)

Buradan bölgedeki yetkililere araştırmalarını daha da genişletmeleri için suç duyurusunda bulunuyorum...
Yayınlanmasında sakınca gördüğüm türlü bilgimi de paylaşmaya hazırım...

PKK/YPG/DEM'lilerin bitmez tükenmez arsızlığının ve şımarıklığının ardında ABD/İSRAİL destekli bu tünel yapılanmasının rahatlığı olduğunu düşünüyorum.

Suriye içinde ve Irak sınırında bir kilometrelerce uzunluğunda, Türk Siha saldırılarına karşı içine silah ve cephane yüklü araçların girebildiği tünellerin varlığını ben bile biliyorum.
Bu tünellerden araçlarla karagah konumundaki Mahmur'a gidip geliyorlar.

Kısacası, içimizde yuvalanmış FETÖ/ABD/İSRAİL/ve bilimum örgüt bağlantılıların da desteği ile bilerek ve isteyerek, taban kaybetmemesi ve güçlü görünmesi için terör örgütünün devamlılığının sağlandığını düşünüyorum.

Görmemek için ya kör cahil ya da cumhuriyet düşmanı işbirlikçi hain olmak lazım..

Dünya ile biraraya gelseler bile devletimizi yıkamayacaklar.
Buna izin vermeyeceğiz..
Allah mehmetçiklerimizi, polislerimizi ve koruclarımızı korusun. Ayaklarına taş değdirmesin.
Tüm şehitlerimizin ruhları şad olsun.
Yiğit vatan evlatlarımızın kanlarının yerde kalmasını kabul etmiyoruz, ETMEYECEĞİZ...
Bozkurt mahir
9 gün önce
HELÂ TAŞLARI!..

Utanmadan televizyona çıkıp konuşuyor, yalan söylüyor ve bize veya bizim gibilere hakaret edebiliyorlar!
Her ne kadar yeni parti kurma çabasında görünenlere diyormuş gibi konuşsalar da,
benim gibi inatla üç hilalin gölgesinden ayrılmayan ve ayrılmaya da hiç niyeti olmayan, ama kendilerini de hiç tasvip etmeyen, yanlışlarını suratlarına şamar gibi patlatanlara da verip veriştiriyorlar!..
Esasın da MHP'yi öyle kötü yönetiyorlar ki,
Ne yeni parti kurmaya kalkanlara ne de benim gibilere tek kelime diyecek yüzleri olmaması lazım bunların...
Kendilerine karşı olanları MHP karşıtı gibi göstererek muhaliflerin gayesini çarpıtma çakallığına bile giriyorlar...

Dikkatimi çeken bizlere hakaret ederken de bakıyorum Osmanlıca kelimeler kullanıyorlar!
Güya okuyanlar da bu dangalakları geniş kültürlü birileri sanacak...
Halbuki isimlerinin önlerine Dr. Prf. Av. gibi emareler koysalar da bunların ne kadar cahil olduklarını cümle cihan öğrendi.
......
Hatırlayın!
Dün ülkücülere içlerinden birisi “piç„ manasına gelen “nesebi gayri sahih„ deyimini kullanırken,
dün akşam da biri çıkmış, yine ülkücülere “merdut„lar diyerek hakaret ediyor!
Yani kendilerini herhalde “makbuller„den sayıyorlar ki,
Bize ve bizim gibilere “ reddedilmiş, kovulmuş, atılmış..„ vs anlamına gelen “merdutlar„ kelimesini kullanıyorlar!..
Milyonlarca ülkücünün olduğu gibi (bir nebze de olsa) benim de emeğimin üstünde oturup bana bile “sözde Ozan„ yazdığım destanlara “sözde şiir„ diyebilecek kadar alçaklaşabiliyorlar!..

Kim bunlar?
Kim olacak tezekten terazinin dirhemleri!

Özelliklerini saysam iğrenirsiniz!
Gündüz masasında otururken memleket meselelerini değil,
akşam olunca kuracakları işret sofralarını düşünen ayyaş takımı!
Ülkücülerin daha doğrusu Yüce Türk Milleti‘nin gönlünü kazanma yerine,
siyasi erke yalakalık yaparak koltuk koruyan veya ihale koparıp haram kazanmayı düşleyen haramzadeler!..

Rahmetli Başbuğ‘umun dediği gibi;
Helâ taşları bunlar helâ!...
.........
Biliyorum bazıları şimdi “bu helâ taşı da ne oluyor, Ozan Arif bu kavramı neden kullandı acaba„ diye düşünmeye başlamıştır bile...
Çünkü nedense onların yaptığı hakaretleri görmeyip ama benim şerefsizlere “şerefsiz„ dememi bana çok gören hatta beni özür dilemeye davet eden sivri akıllılar bile var...

Ancak ben yine de sivri akıllılar gibi düşünmeyen samimi yürekler için de olsa “helâ taşları„ kavramına bir açıklık getireyim...
....
Bu kavramı Başbuğumuzla yaptığımız bir ikili sohbette, ondan duymuştum!

Başbuğ‘umuz 4 sene 7 ay yattıktan sonra dışarı çıkmıştı...
Ona içeride kesin ölecek gözüyle bakanlardan,
yani tekrar dışarı çıkmasını ve hareketi toparlamasını çekemeyenlerden bazıları, hesapları tutmayınca Onun hakkında akla, hayale sığmayacak tezviratlar yapmaya başlamışlardı!..
Ama güneşi balçıkla sıvayamıyorlardı...
Attıkları çamurlar hep kendilerine dönüyordu!

Şahsını kirletmeyi beceremeyenler bu sefer Başbuğ'umuzun etrafında bulunan insanlara çamur atıyorlardı...
İşte ben bu etrafındaki dedi-kodusu yapılan insanları sordum bir keresinde...

İsim-misim vermeden lisan-ı münasiple dedim ki;
“Başbuğ‘um etrafınızda bulunan, çok yakınınızdaymış gibi görünen iş adamı, gazeteci, siyasetçi vs. gibi tiplerle ilgili tezviratlar var...
Bunlardan haberdar mısınız acaba?„
Evet evet işte aynen böyle sordum.

Beni sorduğuma, soracağıma pişman eden o ders niteliğinde ki cevabını hiç unutmuyorum!..
Ölene kadar unutmam da mümkün değil.

Hiç kızmadan, gayet mülayim, hoş bir ses tonu ile demişti ki;

“Oğlum Arif, evet hepsini biliyorum...
Bu tezviratı yapanları da biliyorum, yaptıranları da biliyorum...
Bunlar dışımızdan yapıldığı kadar içimizden de yapılıyor onun da farkındayım.
Ama madem sordun şimdi dinle..„ dedi ve devam etti...

“ Bak evladım;
Farzet ki biz bir Cami yapıyoruz.
Bu caminin temeline de, duvarına da, minaresine de, kubbesine de, hutbesine de, minberine de, şadırvanına da hatta helesına da taş lazım oğlum...
Dolayısıyla Arif, bizim hiç bir taşı ziyan etme, kaldırıp atma gibi bir lüksümüz olamaz...
Yeniden toparlanmaya başladığımız şu dönemde hiç bir taşı ziyan edecek durumda değiliz.

Ama sen ve senin gibi arkadaşlar bize şunu diyorsa;
Efendim helâ taşlarını, hak etmediği yerlerde kullanıyorsunuz veya kubbe taşını hiç konulmaması gereken yere koyuyorsunuz diyorlarsa bunu tabi ki gelin söyleyin...
Bunu hep beraber inceleriz iddiaların haklılığına veya haklsızlığına bakarız, ona göre karar veririz...
Bizi bu konuda uyaranlara da haklılarsa teşekkür ederiz.
Ama en kötü taşa bile kıymamız, onu kaldırıp atmamız bizden istenmemeli öyle değil mi evladım? „ dedi...

Yukarda dediğim gibi sorduğuma soracağıma pişman olmuştum ama dersimi de almıştım!
Ancak “haklısınız Efendim..„ diyebilmiştim...
Ama mahcubiyetimi anlamış olsa gerek ki bana bu tür hususlara dikkat ettiğim için teşekkür edip hiç olmazsa biraz rahatlamamı sağlamıştı...
......
Herhalde şimdi bir mucize olupta Rahmetli Başbuğ'umuz bu halimizi veya bu başımızdakileri görse, bırakın helâ taşı olmayı bu "bela taşları"nı tepenize nasıl çıkardınız diye hepimizden hesap sorardı...
......
Şimdi düşünüyorum da, birilerine helâ taşı göndermesi yapmakla helâ taşlarına bile haksızlık mı yapıyoruz acaba?
Çünkü helâ taşı dahi olsa, hiç bir helâ taşı sanmıyorum ki,
içi necasetle bile değil, necasetten daha pis rüşvetle dolu olan ve kolunda 7-8 yüz bin liralık saat taşıyan rüşvet çukuruna sahip çıkmazdı herhalde!..

Allah‘ım ne günahımız vardı ki;
Bu helâ veya bu bela taşlarını başımıza musallat ettin?

Ve siz!..
Bu helâ taşlarını tepemizde ki kubbeye yerleştirenler bunları daha ne kadar tepemizde tutacaksınız?

Ozan Arif
16 Eylül 2017
Samsun
Ayhan Karabaşoğlu
10 gün önce
Öz Sağlık Sen Sendikası olarak kamu çerçeve protokolü sürecini yakından takip ediyor,

Masaya oturan sendikaların ne yapacaklarını samimiyetlerini yakından takip ediyoruz.

Yapmış olduğunu ilk tekliften asla geri adım atmamanızı ve işçiden aldığınız aidatın hakkını vermenizi istiyoruz.

Altı aydır bekleyen 600 bin kamu işçisi sizden ve devlet kanadından nefes alabilecek bir zam oranı bekliyor.

Biz son sözün bu hafta sayın Cumhurbaşkanımızın söyleyeceğini umut ediyor ve artık biran önce imzalanmasını istiyoruz.

#kamui̇şçisizami̇stiyor
Bozkurt mahir
15 gün önce
Yılmaz Özdil, Kurt işareti ve Mustafa Kemal'in Askeriyiz sloganının hikayesini anlattı

Yılmaz Özdil, Merih Demiral ile tartışma konusu olan Bozkurt İşareti'nin tarihi hikayesini anlattı, bozkurt işaretinin aslında kime ait olduğunu açıkladı.
You Tube kanalında Merih Demiral Bozkurt İşareti başlıklı yayınında Atatürk'ün Kurt simgesini önemsediğini anlatan Yılmaz Özdil, MHP'nin sanılan Kurt İşareti ve CHP'nin sanılan Mustafa Kemal'in Askerleriyiz' sloganının aslında kime ait olduğu ile ilgili dikkat çekici bilgiler verdi.

Yılmaz Özdil, video yayınında, bozkurt işareti ve Mustafa Kemal'in askerleriyiz sloganının asıl sahibini şu sözlerle anlattı.
"1991 yılıydı Ebulfez Elçibey Bakü'de 1 milyon kişinin katıldığı bir miting düzenledi. Alparslan Türkeş o mitingde ordaydı. Azarbaycan Türkleri o mitingde bozkurt işareti yaptı. Türkeş o işareti getirdi, Türkiyede kullanılmaya başlandı. Kurt işaretinin çıkış noktası, miladı Azerbaycan'dır, Elçibey'dir Azerbaycan Türkleridir. Miladi itibari ile MHP'nin değildir. 1980'den önce Türkiye'de kurt işareti yapan yoktu, DEM partililerin de kullandığı zafer işareti de Churchill'in işaretidir. 2'inci dünya savaşında Churchill zafer anlamına gelen bu işareti kullandı. Bu İngilizce işaret PKK'lı işareti zannediliyor. Cehalet böyle bir şey. CHP seçmeninin sloganı olan Mustafa Kemal'in askerleriyiz sloganıda Elçibeyindir. Men Atatürk'ün askeriyim diyordu. Sovyetler tarafından tutuklandı. Çok işkence gördüm, çok çektirdiler hiç birine yanmam da Atatürk rozeti vardı yakamda, onu aldılar, ona yanarım dedi. Çıkar çıkmaz devam etti. Sovyetler dağılınca Azerbaycan Cumhurbaşkanı oldu. İlk resmi ziyaretini Türkiyeye yaptı. Anıtkabir'de deftere 'Senin askerin Elçi bey' diye yazdı. Mustafa Kemal'in askeriyiz sloganının miladi işte buydu. Sözde değil özde Atatürkçüydü. MHP'nin zannedilen bozkurt işareti Elçibey'den, CHP'nin sanılan Mustafa Kemal'in askeriyiz sloganı da Elçibeyindi. Elçibey'e bizim teşekkürümüz nasıl oldu biliyor musunuz. Kendisini sırtıntan bıçaklayarak. İşbirlikçi subaylarla ayaklanma başlatıldı. Ankara'dan yardım istedi ancak büyük hayal kırıklığına uğradı. ABD'nin kucağına oturan Ankara siyasetçileri Azerbaycan'ı satmıştı."
Mustafa Kemal’in askerleriyiz

Hiç düşündünüz mü…

Nereden çıktı bu slogan?

İlk kim söyledi?

Sene 2006.

Aylardan haziran.

Yer, Danıştay.

Mustafa Kemal’in doğumunun 125’inci yılı dolayısıyla konferans düzenleniyor, ayakta alkışlanan konuşmacı anlatıyor: “Atatürk Türkiyesi’nden rahatsız olanların ilk yapması gereken, Atatürk’ü unutturmaktı. Onu yapıyorlar. Cumhuriyet’in nasıl kurulduğunu, milli mücadeleyi çocuklarımıza iyi anlatmak zorundayız. 1948’den beri Mustafa Kemal’in askeriyim, terhis olmak istemiyorum.”

Turgut Özakman’dı o.

Mucidi odur.

(1992 yılında Türkiye’ye gelen Azerbaycan cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey, Anıtkabir özel defterine “senin esgerin” yazmıştı. Ama... Turgut Özakman’dan önce, haziran 2006’dan önce Türkiye’de böyle bir slogan yoktu. Tarihimizde ilk defa Turgut Özakman tarafından dile getirildi, yukarıda özetlediğim konferanstan sonra yayıldı.)

Peki “1948’den beri askeriyim” diyen, “terhis olmak istemiyorum” diyen rahmetli Turgut Özakman, 1948’de yedek subay filan mıydı?

Malum, içinde “asker” kelimesi geçiyor ya... Dincileri-liboşları-sorosçuları boşverdim, Chp’ye monte edilen bazı tipler bile “militarist” zannediyor.

Halbuki, tam tersine sivil’dir.

Hukuki’dir.

Turgut Özakman 1948’de henüz 18 yaşındadır, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisidir.

Milli mücadelenin izini sürebilmek için, hatıraları derleyebilmek için, arkadaşlarıyla birlikte Ankara’dan Afyon’a kadar yürür.

Mecazi anlamda söylemiyorum... Otomobil veya trene binmeden, tabana kuvvet yürür.

Güzergah üzerinde yaşayan, Kurtuluş Savaşı’na bizzat şahit olmuş ve 1948’de hâlâ hayatta olanları bulur. Hatıralarını dinler, defterler dolusu notlar alır, fotoğraflar toplar.

Bıyıkları yeni yeni terlemeye başlamış bu delikanlının yaya olarak gerçekleştirdiği tarihi seyahat, 10 gün sürer...

Ve, bu attığı adımlar “Şu Çılgın Türkler” fikrinin çıkış noktasıdır.

1948’den beri askeriyim dediği, işte budur.

Bireysel şuurdur.Cumhuriyet tarihinin en çarpıcı sloganı Mustafa Kemal’in askerleriyiz... Cumhuriyet tarihinin en çarpıcı kitabı Şu Çılgın Türkler’in özetidir.

Terhis olmak istemiyorum’dan kastı ise, bıkmadan usanmadan, anlatmaya devam etme azmidir.

“Hakikate ihanet etmeyelim” derdi, rahmetli Turgut Özakman.

Buna didindi, son nefesine kadar.

Huzur içinde yat hocam...

Vatan sana minnettar.

Buradayız.

“Hakikate ihanet etmelerine” izin vermeyeceğiz, son nefesimize kadar.
Bozkurt mahir
16 gün önce
YAHUDİ İBNİ SEBE'NİN YOLUNDA BİR HAŞHAŞİ, HASAN SABBAH'IN ÖLÜMÜ,

12 HAZİRAN 1124

Hasan sabbah Harâmlara helâl diyerek, çok kimseleri yoldan çıkardı.
Alamut kalesi ve civârı bunun taraftarları ile doldu.

Ehl-i sünnete yezîdî diyorlardı. Bir yezîdî öldürmek,
On kâfiri öldürmekden dahâ sevâbdır diyordu.

Ama kendisi, Eşkıyalık yaparak gırtlağına kadar haramzade işlerle uğraşıyordu.

Bunun için, hâcıları, hâkimleri, âlimleri, askerleri hançer saplayıp öldürürlerdi.

Bunlara, (Bâtınıyye) veyâ (İsmâ’îliyye) de denir. Kâfir ve azgın kimselerdi.

Müritlerine cenneti vadediyor ve cennetteki mutluluğu dünyada
Hissetmeleri için onlara esrar, afyon veya haşhaş içiriyordu.

Bu şekilde, emirleri koşulsuz yerine getiren birer fedai (terörist) hâline geliyorlardı.

Farsça "Haşhaşin" süikastçı demektir.

1400 yıl öncede bu böyleydi İslam güneşi doğup
Her yere yayılınca, kâfirlerin ve müşriklerin
Kalbleri yanıp tutuştu.
Kur’an-ı kerimde lanetlenen Yahudiler, İran Mecusileri,
Hindular ile İslam’a hile ve tuzak hazırlamaya başladılar.
Fitne çıkardılar kan dökülmesine sebep oldular.

İslamiyet’e ilk fitneyi de Yahudiler soktu.
Müslüman gözüken,
Kâfirliğini gizleyenlerin başında Yahudi Abdullah bin Sebe geliyordu.

Yahudiler, Hazret-i Osman’ın hilafeti zamanında Medine’ye gelip,
Hazret-i Ali’yi de kendilerine kalkan ederek Onun taraftarı, dostu gibi göründüler.

Müslümanların, Resulullahın halifesi, damadı Hazret-i Osman’a karşı
Ceşitli yalan ve iftiralar uydurarak ayaklanmalarını teşviklediler.

İslam inancına ters fikirler yaymaya başladılar. Kendilerine (Ali şiası)
Yani Ali taraftarları adını vererek, İslamı içerden yıkmaya çalışıyorlar, Bugün kü Şia'cılık Batınicilik,
İsmailicilik, Hüseyincilik hepsi bu planın bir parçasıdır.

Asla islam değildir, Ama hakiki İslam yani Ehl-i sünnet,
ALLAH'ın (c.c) izni ve yardımı ile çığ gibi her tarafa yayıldı.

Haşhaşîlik, Şiî/İsmailî bir inancı içinde barındırdığı,
İslam ile uzaktan yakından bir ilgisi olmadığı için,
Büyük Selçuklu Devleti bu inanç ve düşüncenin karşısında mücadele etmiştir.

Nizâmü’l-Mülk de Şiî/Bâtınîlik hareketinin ileride
Selçuklular için büyük tehlike oluşturabileceğini düşünerek
Sünnîliği korumak için, sadece silahlı değil ilmî ve fikrî mücadelenin de
Gerekliliğini ortaya koymuş, şart görmüştür.

Sultan Alp Arslan’ın desteği ve yardımlarıyla onun devrinde,
Ve daha sonra Sultan Melikşah zamanında başta Bağdad olmak üzere,
Irâk-ı Arab, Irâk-ı Acem, Horasan, Mâverâünnehr,
Suriye ve Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde “Nizâmiye Medreseleri”
Tesis ettirerek ilmi medeniyet çığırı başlatmıştır.

Hasan Sabbâh, 35 sene çok kimselerin dinlerine ve canlarına kıydı.

Sonra reîs olan torunu Ahund Hasan hepsinden dahâ alçak zındıkdı.

Müslimânları aldatmak için, kendisine (Alevî) adını takan bu hâindir.

Hazret-i Alînin şehîd edilmiş olduğu Ramazânın onyedisinde,
Bir meydânda minbere çıkıp, (Beni Alî gönderdi. Ben bütün müslimânların imâmıyım. İslâmiyyetin aslı, faslı yokdur.

İş kalbdedir, Kalbi temiz olana günâh zarar vermez.
Herşeyi halâl etdim. Keyfinize bakınız!) dedi.

Kadın erkek, karma karışık şarap içdiler. O günü yıl başlangıcı yapdılar.
Bu zındık sonra kaynı tarafından öldürüldü.

Torunu, Celâleddîn Hasan, bu bozuk yolu bırakdı.
Ehl-i sünnet mezhebine girdiğini halîfeye bildirdi.
Hasan bin Sabbâhın yazdığı zındıklık kitâblarını toplayıp yakdırdı.

Yerine geçen oğlu Ahund Alâeddîn Muhammed,
İsmâîliyye devletinin yedinci hükümdârı olup, dedelerinin bozuk yolunu tutdu.
Harâmları helâl yapdı.
Oğlu Ahund Rükneddîn de bu habîsi yatağında öldürtdü.

Babasının hapsetdiği şî’î âlimlerinden Nasîreddîn-i Tûsîyi vezîr yapdı.

Fakat Hülâgünün kardeşi, Mâverâünnehrde, bunu idâm etdi.
Moğol Hülâgü, İsmâîlî mülhidlerini kılıçdan geçirdi.

Alamut kale'si 1256 yılında, Bağdatı İşgal eden Hülâgû komutasındaki
Moğol ordusu tarafından Haşhaşiler'e açılan savaşta
Kalede bulunan neredeyse tüm Haşhaşiler öldürülmüştür.
Kale tahrip edilerek, kütüphanesi yakılmıştır.
Bozkurt mahir
22 gün önce
YÜZYILIN FOTOĞRAFI
İran, İsrail'e niçin yenildi?.. İslam dünyası nokta kadar İsrail'e neden hep yeniliyor?.. Hristiyan Avrupa'ya sığınmak için Müslümanlar Akdeniz sularında neden boğuluyor?.. 500 yıldır İslam dünyası neden buluş yapan bir bilim adamı yetiştiremiyor?..
Yüzlerce değil, binlerce sorunun yanıtı işte bu fotoğrafta.
1989'da İran İslam Cumhuriyeti Lideri Humeyni ölüyor. Kefenlenip toprağa verilecek. Aaa!.. O da ne?.. İslam Cumhuriyeti Müslümanları önce Humeyni'nin tabutunu parçalıyorlar sonra "kutsal" olarak gördükleri kefeninden bir parça koparma saldırısına başlıyorlar. Peki kefenden kopardıkları bez parçası ne işlerine yarayacak?.. Sırat köprüsünü bununla geçecekler, cennete bununla girecekler... Bez parçası cennetin bileti sanki...
Fotoğrafın çekildiği anda Humeyni'nin omuzu, bacakları açıkta, az sonra karnı ve cinsel organı da görünecek. Belki de kefen tümden sıyrılıp alınacak... Bedeninden parçalar koparıldı m?.. Orasını bilemiyoruz.
"Farsların köklü bir kültürü var" diyenlere inanmayın. Farsların kültürünün nasıl bir yobazlık olduğunu bu fotoğraf sergiliyor. Yönetim biçimine "İslam Cumhuriyeti" demişler bir de... Kuran inmeye başladığı günden bu yana, İslam İslam olalı böyle bir vahşet, böyle bir şirk, böyle bir yobazlık görmedi.
Alper Aksoy
tarikhaber
22 gün önce
Erdoğan, NATO Zirvesi için Lahey'de: Trump'la aynı masada yemek yedi, baş başa görüştü, "İsrail-İran ateşkesi için gayretini" memnuniyetle karşıladı https://tarikhaber.com/hab...
tarikhaber
22 gün önce
Yeni Oyuncu başrollerini Biran Damla Yılmaz İlhan Şen ve Aybüke Pusat'ın paylaşacağı HALEF KÖKLERİN ÇAĞRISI, https://tarikhaber.com/hab...
Bozkurt mahir
23 gün önce
24 HAZİRAN 1980 GÜNÜ MHP GAZİOSMANPAŞA İLÇE BAŞKANIMIZ ALİ RIZA ALTINOK, EŞİ FAHRİYE ALTINOK VE 16 YAŞINDAKİ KIZI NİLGÜN ALTINOK AİLECEK ŞEHİT EDİLDİLER. ALLAH RAHMET EYLESİN, MEKANLARI CENNET OLSUN. EL FATİHA. 😢🤲
tarikhaber
23 gün önce
ÖMER TARIK YILMAZ / Trump'ın İsrail ve İran Ateşkesi Duyurusu: Barış Süreci Üzerine Eleştirel Bir Değerlendirme https://tarikhaber.com/kos...
tarikhaber
23 gün önce
Trump duyurdu! İsrail ve İran ateşkes konusunda anlaştı: "Bu savaş yıllarca sürebilirdi ama sona erdi" https://tarikhaber.com/hab...
tarikhaber
23 gün önce
Trump’tan İran’ın ABD üssüne saldırısı sonrası açıklama: Haber verdiği için Teşekkürler https://tarikhaber.com/hab...
tarikhaber
23 gün önce
Donald Trump: İsrail ve İran 6 saat içinde başlayacak bir ateşkes konusunda anlaştı https://tarikhaber.com/hab...
Bozkurt mahir
24 gün önce
Delikanlı Askeri Deniz Lisesini kazanır ve Heybeliada da okula başlar. Bu arada tanıştığı
o Çanakkaleli kıza aşık olmuştur. Okulla beraber aşkını büyüterek geliştirir. Arada mektuplaşmalar yazışmalar ve gün gelir okul biter. Deniz Harp Okulunu da bitiren delikanlı artık Teğmen olmuştur.

Yine her zaman buluştukları kır kahvesinde buluşmak için randevulaşırlar. Önce delikanlı gelir sonra da genç kız. Genç kız geldiğinde delikanlının yüzü düşmüş suratı asık onu beklemektedir. Genç kız bu suratı hiç beğenmemiştir. Ayrılık vakti geldi diye düşünerek hazırlamıştır kendini. Önceki buluşmalarda ki o heyecan o sevinç artık yoktur delikanlıda. Usulca yanına yaklaşır ve "Hoş geldin" der. Kuru bir "sen de hoş geldin" diye aldığı cevap iyice hüzne boğmuştur genç kızı. Artık bu aşkın sonuna geldiğini düşünerek sorar;

- Senin bir sıkıntın mı var?

- Evet!

- Hadi söyle o zaman, her şeye hazırlıklıyım.

- Yaa beni bir denizaltıya verdiler. dedi kızgınca.

Genç kız artık rahatlamıştır. Sorunun kendisi değil denizaltı olduğunu duyunca içinden bir ohh çeker.

- Ne var bunda? diye sorar genç kız.

- Yaa öyle deme, biz denizciler gemideyken sevdiklerimizle haberleşemiyoruz denizaltıdan nasıl haberleşeceğiz? Delikanlı üzgün bir sesle sorar genç kıza;

- İstersen ayrılalım!

- Hayır asla. Ben seni bırakmam . diye cevaplar genç kız.

Delikanlı beklediği bu cevabı alır almaz heyecanlanır ve elinde tuttuğu paketi kıza uzatır.

- Sana armağan getirdim al.

Kızın kalbi hızla atmaya başlar. Neredeyse duracak gibi olur ve içinde yüzük olduğunu tahmin ettiği paketi heyecanla açar ama şaşkınlıktan duraklar. Paketin içinde bir fener ve mors kitabı bulunmaktadır. Kız şaşkınlıkla yine sorar.

- Bunlar da ne?

- Yaa biz Çanakkale boğazından denizaltı ile çok geçeceğiz ve geçişlerimiz hep satıhtan olur. Sen de fenerle mors alfabesini kullanarak sana haber verdiğim zamanlarda yazışırız. Olmaz mı?

- Bunlarla mı yazışacağız? diye sorar genç kız yeniden.

- İstemiyorsan ayrılalım. der delikanlı.

- Yok hayır. der gençkız. Ayrılık yok yaşasın mors. diye yineler delikanlıya.

Genç kız mors alfabesi üzerinde çalışmaya başlar. Tüm detayıyla öğrenir ve kullanabilir hale gelir artık. Bir kaç gün sonra haber gelir delikanlıdan. Gelen mesaja göre 5 gün sonra gece saat 01:00 de geçeceğini ve kendisine mesaj yazmasını kendisinin de ona mesaj yazacağını iletir. Gençkız söylenen zaman ve saatte pencerede hazır bekler. Gelibolu da denizaltı denizden süzülerek geçerken çevrenin zifiri karanlığında uzaklardan bir yerden yanan ışık pırıltılarını fark eder güvertedeki komutan ve diğer subaylar. İçlerinden birisi,

- Bakın bakın ilerden bir yerden ışık yanıp sönüyor. diye dikkat çeker.

- Çabuk okuyun bakalım ne diyorlarmış. diye emir verir komutan. Subaylardan biri heceleyerek okur;

- Se ni se vi yo rum.

- Bu ne lan. der komutan.

Hemen yanında duran delikanlı Teğmen,

- Efendim, o benim sevgilim. der en lirin haliyle.

- Ne iş oğlum bu?

- Efendim mors alfabesi hediye etmiştim ve ben geçince bana yazarsın demiştim işte o. diye cevaplar delikanlı Teğmen.

- Vayy be aferin lan! desene biz bunca zaman boğazları hep boş geçmişiz.

- İzin verir misiniz komutanım ben de bir mesaj yazayım.

- Neyle?

- Cep fenerim var komutanım. der delikanlı teğmen.

- Lan ne feneri aç projektörü geç başına ver mesajını. der komutanı Teğmenine.

Projektörü açan teğmen yanıp söndürürken sanki Gelibolu'yu yakıp tutuşturuyordu aşkından. İlk kez böyle bir şeyle karşılaşan Gelibolu sanki uzaylılar istila etmiş gibi heyecan yapmışlardı teğmen ile gençkızın aşkından.

Gelen mesajları heceleyerek kağıda dökmeye çalışan gençkız denizaltı geçtikten sonra elindeki kağıdı okudu. "Sonsuza kadar" yazılıydı delikanlıdan gelen mesajda.

Bu olay tüm denizaltıcılar arasında duyulmuştu. Artık herkes delikanlı Teğmen ile gençkızın aşkını anlatıyordu.

Birkaç gün sonra bir haber daha gelir. " Bir hafta sonra gece saat 02:45 de pencerede ol ben geçiyorum bana mesaj yaz. Ama dikkat et konvoy halinde geliyoruz ve ilk denizaltıda ben varım sakın sırayı şaşırma. "

Gençkız yine söylenen saatte pencerede bekler. Gecenin karanlığında Ege denizinden Çanakkale boğazına giren denizaltılar süzülerek ilerliyorlardı. Genç kız fenerini yakıp söndürerek mesajını vermeye başladı. Denizaltıdaki mesajı gören denizciler;

- Bakın bakın ışık yanıp sönüyor okuyun; "se ni se vi yo rum"

- Vay be, duyduğumuz doğruymuş böyle bir aşk varmış. der denizaltının kaptanı Bahri Kunt.

- İyi de bu kızın sevgilisinin denizaltısı öndeydi niye bize mesaj yazdı ki? diye kendine sormadan sormadan edemez kaptan.

- Efendim herhalde uyuyakaldı ya da sırayı şaşırmıştır. diye cevaplar subaylardan biri.

- Yahu geçip gideceğiz şimdi kız haber almazsa yanlış anlayacak rahat uyuyamaz. Nasılsa gecenin karanlığı kimse anlamaz açın şu projektörü. emrini verir kaptan Bahri Kunt.

Ve mesajı gönderir "Sonsuza kadar"

Tarih 04/04/1953 o konvoyun 1. gemisi Dumlupınar Çanakkale Nara burnu açıklarında İsveç Bandıralı ve buzkıran donanımlı bir geminin çarpması sonucu Boğazın derin sularına gömülmüştü. 2. Gemi bunu hiç fark etmeden devam etmiş ve boğazdan ilk geçen gemi olmuştu. 81 Denizcimiz ile beraber o delikanlı Sonsuza kadar sürecek olan son uykularına dalıyorlardı.
_
Sunay Akın
Bozkurt mahir
24 gün önce
Amerika'dan kalkan B-2 uçakları
uzun bir yol katederek İran'ı bombaladı.
Herkes B2'leri övüyor şu an.
Peki B-2'lerin esin kaynağı olan ve
Türkiye tarafından 1948'de üretilen
THK-13 Uçan Kanat'ı bilen var mı?

THK Uçan Kanat Bilgiseli, buyrun okuyun...

Yıl 1948... 78 yıl önceydi. Etimesgut Uçak Fabrikasından THK-5'in peşine takılmış garip bir planör havalanıyordu, o güne kadar görülmemiş bir hava taşıtıydı. İlginç ve değişik bir tasarımı olan bu planör THK-13 Uçan Kanat'tı...

1941'de faaliyete geçen Etimesgut Uçak Fabrikasında, 2. Dünya Savaşı yılları boyunca arka arkaya projeler geliştirildi.
THK-1, THK-2, THK-3... Ve 1948'e gelindiğinde THK Uçak Fabrikası, 13’üncü özgün projesini yapmıştı.

THK-13 Ağırlıklı olarak kumaş kaplamalı ahşaptan yapılmış iki kanadın ortasına kokpiti yapılan kuyruksuz bir planördü.
THK-13 uçan kanat projesi yüksek mühendis Yavuz Kansu tarafından tasarlanmıstır. Test uçuslarını Kadri Kavuçu ve Cemal Uygun tarafından gerçekleştirilmiştir.

Bugün ABD'nin B-2 uçakları ile benzer tasarıma sahip olan THK-13, ilk denemelerinin ardından 1949 yılında Paris Havacılık Fuarında da sergilendi ve büyük ilgi gördü.

THK-13 Projesinin hedefi, geliştirilerek radara yakalanmayan bir jet uçak üretilmesiydi. Böylece Türkiye ve Türk Hava Kuvvetleri büyük bir caydırıcı güç olacaktı.

Fakat 1950'den sonra her şey değişti. Demokrat Parti ve Menderes iktidarı ile THK Uçak fabrikasının bu projeleri rafa kaldırıldı. Artık ABD bize ne istesek veriyordu, uçak üretmemize ne gerek vardı? Zaten Türkler uçak falan üretemezdi...
THK Etimesgut Uçak Fabrikası artık THK-13 gibi özgün projeler geliştirip üretmek yerine, daha basit projelerin üretimine yöneltildi.

Örneğin THK-15 ve THK-16, 1940'larda radara yakalanmayan jet uçak geliştiren THK'nin THK-13 projesinden sonra geliştirdiği 2 basit modeldi.

Yani Türkler artık radara yakalanmayan jet uçaklar değil, zirai müdahale uçakları yahut eğitim uçakları üretecekti....
Yaşar Akbulut
[alıntı]
tarikhaber
24 gün önce
ÖMER TARIK YILMAZ / İran'ın Misilleme Kararı ve ABD'ye Yönelik Açıklaması: Uluslararası Diplomasi ve Barış Arayışları Üzerine Eleştirel Bir Değerlendirme https://tarikhaber.com/kos...
tarikhaber
24 gün önce
Dünya İran'ın hamlesini bekliyordu: Zehir zemberek ABD açıklaması! "Misilleme kararı aldık..." https://tarikhaber.com/hab...
tarikhaber
24 gün önce
ABD, İran'da nükleer tesisleri vurdu - BBC News Türkçe https://tarikhaber.com/hab...
Bozkurt mahir
24 gün önce
EŞEK OLANA SEMER
VURAN ÇOK OLUR!
KOYUNLARA DA ELBET
ÇOBAN BULUNUR!

Yaşlı bir çiftçi 500 liraya eşeğini satılığa çıkarır.
Küçük Ali adında biri de eşeği
satın alır.
Ama çiftçi eşeği sabah verecektir.
Sabah yaşlı çiftçi Ali’ye; Oğlum eşek dün gece öldü, paranı da harcadım! der.
Küçük Ali çiftçiye;
Olsun ben eşeği yine de istiyorum, der.
Yaşlı çiftçi;
Ölü eşeği ne yapacaksın ki? diye sorar.
Ali de;
Ölü olduğunu söylemeyeceğim, çekiliş düzenleyip satacağım, der.
Aradan bir ay geçer, yaşlı çiftçi Ali’ye rastlar, sorar;
Eşeği ne yaptın?
Ali;
Eşeği piyangoya koydum. Çekilişte 10 liradan 500 kişiye bilet sattım.
5000 lira kazandım! der.
Yaşlı çiftçi;
Peki, ölü olduğunu görünce kızmadılar mı?
Ali Yok yaa…
Diğerlerinin haberi yok.
Sadece kazanan öğrenip kızdı,
ona da 10 lirasını geri verdim sevindi! der.
Küçük Ali büyür, siyasetçi olur eşeklerin sırtından para kazanmaya devam eder…
Sevgili dostlar!
Memlekette(!) ne Ali’ler Veli’ler biter.
Ne koyunlar, ölü eşekler biter.
Ve ne de kolay yoldan koyunların yününü, eşeklerin nalını soyanlar, çalanlar, yolanlar ve bunlara parasını kaptıranlar...🤣

Hiçbirşey Bulunamadı!

Üzgünüz, ancak {{search_query}} arama sorgunuz için veritabanımızda hiçbir şey bulamadık. Lütfen başka anahtar kelimeler yazarak tekrar deneyin.