1 gün önce
Ya Kahir! Kudretinle eşyayı kahrettin ve sana yüz çeviren her cebbar ve mütekebbirin pençesi senin elindedir, ve sen hepsine vakıfsın ve her aldatan seninle aldanmıştır.
1 gün önce
#ÂLLÂH râhmet eylesín mekânı Cennet olsun ínşÂLLÂH
#Merhum Cumhurbaşkanımız
#TurgutŐzal
17 Nísan 1993 de ebedí yurduna gőç ettí
#Değerlí Cumhurbaşkanımız
#Malatyanın gururu ídí
#Tűrkíyenín gururu ídí
#Vefatına çok űzűldűm değerlí bírí ídí
#Tűrkíyeye faydası olan bírí ídí
#Mekânı Cennet olsun nur íçínde yatsın ínş'ÂLLÂH
#Sení asla unutmadık unutmayacağız da...
#Merhum Cumhurbaşkanımız
#TurgutŐzal
17 Nísan 1993 de ebedí yurduna gőç ettí
#Değerlí Cumhurbaşkanımız
#Malatyanın gururu ídí
#Tűrkíyenín gururu ídí
#Vefatına çok űzűldűm değerlí bírí ídí
#Tűrkíyeye faydası olan bírí ídí
#Mekânı Cennet olsun nur íçínde yatsın ínş'ÂLLÂH
#Sení asla unutmadık unutmayacağız da...
4 gün önce
(SİZ ÇOK BÜYÜK HIRSIZLARSINIZ...!)
/HE VALLAH, HE BİLLAH!/
"" Birden kurtuldu bağlarından,
Yerden yedi kat arşa yükseldi aygır!
Ve yedi kat yerin dibine girdi kısrak,
Steplere, ormanlara, yaylaklara baktım,
Zindanları, sürgünleri, kürekleri dolaştım,
Ben böyle susamışlık görmedim...
Adam aşka geldi de,
Çırptı kanatlarını kürsünün tepesinde!
Uzun-uzun öttü çöplükte horoz ;
Torbalar, sandıklar, kilerler, mutfaklar, Depolar dolu dedi,
Karnını tuta-tuta dağıldı kalabalık!
Geçtim nisan yağmurlarından,
Temmuz güneşlerinden, zemherilerden,
Ben böyle yanılmıştık görmedim...
Gemiler geldi bu yandan,
Girdi cebine birilerinin!
Marşandizler öbür yandan,
Kamyonlar, kağnılar, katırlar,
Uçaklar yukarlardan, rapraplar alttan, Alkışlar alanlardan!
Gösterip demir dişlerini bayram-bayram Bankalar halka,
Savaşları, yangınları, salgınları,
Sürdüm de pazarlara,
Ben böyle kokuşmuşluk görmedim...
Kazıkları yontup-yontup,
Payandaladık kalabalık aptallığımızı...
Yükselişin kutlu olsun, ey daltaşak karanlık!
Özgürlük güzel şeydir,
Herkes yalasın yekdiğerini!
Donansın duvarlar bayraklarla,
Alanlar heykellerle...
Sirkleri, hayvanlar bahçelerini, parkları, Çektim de gözüme,
Ben böyle çürümüşlük görmedim...
Ulan ben senin ananı, avradını,
Irzını, nikâhını, takım taklavatını,
Soyunu-sopunu, sülâleni,
Ben şimdi senin ulan,
Yâni ben şimdi senin nereni, Allayıp-pullayayım, a salamura?
Nereni dişleyeyim, nereni pışpışlayayım, Ben şimdi senin, a saraka?
En mundar ırmakları,
En solucan karanlıkları çizdim de, Çirkinliklere,
Ben böyle yıkılmışlık görmedim...
Babah-babah...
He vallah...
He billah...
(Hasan Hüseyin Korkmazgil)
/HE VALLAH, HE BİLLAH!/
"" Birden kurtuldu bağlarından,
Yerden yedi kat arşa yükseldi aygır!
Ve yedi kat yerin dibine girdi kısrak,
Steplere, ormanlara, yaylaklara baktım,
Zindanları, sürgünleri, kürekleri dolaştım,
Ben böyle susamışlık görmedim...
Adam aşka geldi de,
Çırptı kanatlarını kürsünün tepesinde!
Uzun-uzun öttü çöplükte horoz ;
Torbalar, sandıklar, kilerler, mutfaklar, Depolar dolu dedi,
Karnını tuta-tuta dağıldı kalabalık!
Geçtim nisan yağmurlarından,
Temmuz güneşlerinden, zemherilerden,
Ben böyle yanılmıştık görmedim...
Gemiler geldi bu yandan,
Girdi cebine birilerinin!
Marşandizler öbür yandan,
Kamyonlar, kağnılar, katırlar,
Uçaklar yukarlardan, rapraplar alttan, Alkışlar alanlardan!
Gösterip demir dişlerini bayram-bayram Bankalar halka,
Savaşları, yangınları, salgınları,
Sürdüm de pazarlara,
Ben böyle kokuşmuşluk görmedim...
Kazıkları yontup-yontup,
Payandaladık kalabalık aptallığımızı...
Yükselişin kutlu olsun, ey daltaşak karanlık!
Özgürlük güzel şeydir,
Herkes yalasın yekdiğerini!
Donansın duvarlar bayraklarla,
Alanlar heykellerle...
Sirkleri, hayvanlar bahçelerini, parkları, Çektim de gözüme,
Ben böyle çürümüşlük görmedim...
Ulan ben senin ananı, avradını,
Irzını, nikâhını, takım taklavatını,
Soyunu-sopunu, sülâleni,
Ben şimdi senin ulan,
Yâni ben şimdi senin nereni, Allayıp-pullayayım, a salamura?
Nereni dişleyeyim, nereni pışpışlayayım, Ben şimdi senin, a saraka?
En mundar ırmakları,
En solucan karanlıkları çizdim de, Çirkinliklere,
Ben böyle yıkılmışlık görmedim...
Babah-babah...
He vallah...
He billah...
(Hasan Hüseyin Korkmazgil)
5 gün önce
ABD'den Çin'e gözdağı: Gümrük misillemesine devam ederseniz bu sizin için iyi olmaz https://tarikhaber.com/hab...
7 gün önce
NİYE GENÇ OSMAN’IN TORUNUYUM DİYEMİYORSUN ?
ÇÜNKÜ ;
ONU BİR AY GECELİ GÜNDÜZLÜ TECAVÜZ ETTİKTEN SONRA BOĞANLAR SENİN DEDELERİNDİ !....
BEN TÜRK’ÜM DİYEMEZSİN. ÇÜNKÜ SEN TÜRK DEĞİLSİN.
SEN NE DERSİN. ANCAK VE ANCAK BEN OSMANLI TORUNUYUM
DERSİN.
İYİ DE, OSMANLININ İÇİNDE KAVM-İ SADIKA DEDİKLERİ, ERMENİLER DE BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ,
KAVM-İ NECİP DEDİKLERİ ARAPLAR DA ,
BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ,
GENÇ OSMANI ; BOĞAN, TECAVÜZ EDEN YENİÇERİLERİN TORUNLA
RI DA, BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ.
SIRP, HIRVAT, RUM, RUS, VEZİRLERİN, PAŞALARIN SADRAZAMLARIN
ÇOCUKLARI, TORUNLARI DA
BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ.
ANADOLU'DA 100 000 TÜRKMENİN BAŞINI KESTİREREK KUYULARA
DOLDURAN HIRVAT SADRAZAM KUYUCU MURATIN ÇOCUKLARI DA BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ.
AMA !
BUNLARDAN HİÇ BİRİSİ BEN TÜRKÜM DİYEMİYOR, SENİN GİBİ.
ÇÜNKÜ BUNLARIN HİÇBİRİSİ DE TÜRK DEĞİLDİ, TIPKI SENİN GİBİ.
SEN ; BEN OSMANLININ TORUNUYUM DERKEN ;
KENDİ OĞLU MUSTAFAYI VE TORUNLARINI GÖZÜNÜ KIRPMADAN
ÖLDÜREN, ANADOLU'DA HAKKINI ARAYAN TÜRKMENLERİ, HIRVAT
SADRAZAMI KUYUCU MURAT MARİFETİYLE KAFALARINI KESTİREREK KUYULARA DOLDURTAN, ZAMANINDA TÜRKÇE, RUMCA VE HIRVATÇANIN ORTAKDİL OLARAK KULLANILDIĞI DEVLETTE GÖREV ALMAK VE YÜKSELMENİN TEK ŞARTININ MÜSLÜMAN VE
TÜRK OLMAMAK OLDUĞU DÖNEMİN PADİŞAHI KANUNİ’NİN TORUNUYUZ DER, ADINI DA HER YERLERE VERİRSİNİZ.
YA DA;
MISIRA SEFERE GİDERKEN ANADOLUDA 40 000 TÜRKMENİ KILIÇTAN GEÇİREN, HALİFELİĞİ ALDIKTAN SONRA, ARAP EŞARİ DİN ADAMLARINI YURDUMUZA GETİREREK, AKLA DAYALI MATURİDİ
İNANCIMIZI ORTADAN KALDIRAN, DOĞU DA BABA KURTHAN GİBİ
TÜRK AŞİRETLERİNİN ADINI BABA KÜRDİ DİYE DEGİŞTİREREK VE
İLK DEFA O BÖLGEMİZE KÜRDİSTAN DİYEN, ALEVİ SUNNİ, TÜRK
KÜRT BÖLÜNMESİNİ YAPIP O GÜN BUGÜNDÜR KARDEŞ KANI DÖKÜLMESİNİN BAŞ SORUMLULARINDAN OLAN YAVUZ SULTAN
SELİM’İN TORUNUYUZ DERSİNİZ. İSMİNİ DE HERYERE KUTSAL BİR ŞEYMİŞ GİBİ VERİRSİNİZ.
ÇÜNKÜ AYNI ÇİZGİDESİNİZ ONLARIN İZİNDESİNİZ. ONLAR TÜRK
MİLLETİNE NE YAPTILARSA, NASIL BAKTILARSA SİZDE AYNISINI
YAPMAK İÇİN YANIP TUTUŞUYORSUNUZ.
AMA!
SULTAN II OSMAN’I YANİ “GENÇ OSMAN”I HİÇ TANIMAZSINIZ.
ONUN TORUNU DA DEĞİLSİNİZ, O'NUN ADINI DA ÖYLE HAR YERE
VERMEZSİNİZ.
ÇÜNKÜ ;
O TÜRKÇÜ İDİ. ÇÜNKÜ O AVRUPALILARIN 168 YIL SONRA FRANSIZ İHTİLALİ İLE GÖREBİLDİKLERİ MİLLET GERÇEĞİNİ,
O ,1621 YILINDA DÜNYA GÜNDEMİNE SOKMAYA ÇALIŞIYORDU.
O SANKİ “TÜRK AYDINLANMASINI SAĞLAMAK İSTİYORDU. EĞER
BAŞARSAYDI, OSMANLI DEVLETİ, ÇAĞIN İLERİSİNDE BİR ZİHNİYET TEMSİLCİSİ OLABİLİRDİ.”
PEKİ NE YAPMAK İSTİYORDU GENÇ OSMAN ?
-ÖNCELİKLE “SOYSUZ YENİÇERİLERİ YOK EDİP, YERİNE ANADOLU TÜRK'ÜNÜ DOLDURMAK.
-DÖNME VE DEVŞİRMELERİN KÖKÜNÜ KURUTMAK.
-FİTNE KAYNAĞI YABANCI KADINLARLA DOLU HAREM’İ ORTADAN KALDIRIP, SARAY’A TÜRKTEN BAŞKA KADIN SOKMAMAK
-DEVLET MERKEZİNİ TÜRKLÜĞÜN BAĞRINA, ANADOLUYA TAŞIMAK.
-DİN ADAMLARINI DEVLET İŞLERİNE KARIŞTIRMAMAK.
-SARAY GELENEKLERİNİ, KIYAFETLERİNİ, ESKİYEN KANUNLARI DEĞİŞTİRMEK.
YALNIZ GENÇ OSMANIN BU DÜŞÜNCELERİ, SOYSUZ YENİÇERİLER
TARAFINDAN ÖĞRENİLMİŞTİ. BUNUN ÜZERİNE O SOYSUZLAR
HEM PADİŞAH, HEM HALİFELERİ OLAN GENÇ OSMANI YAKALAYIP ORTA CAMİ AVLUSUNA GETİRDİLER. SONRA DA ÇIRIL ÇIPLAK SOYUP BİR AT ARABASINA BİNDİREREK, ÇOK ÇİRKİN HAREKETLERLE YEDİKULE ZİNDANLARINA GÖTÜRDÜLER. ZİNDANDA GERÇEKTEN
ÇOK ÇİRKİN HAREKETLERDE BULUNARAK ÇİRKİN TECAVÜZLERDE
BULUNDULAR. DAHA SONRA BOĞAZINA İP TAKARAK ÖLDÜRDÜLER.
GENÇ OSMAN’IN 1621’DE YAPMAK İSTEYİPTE YAPAMADIKLARININ
TAMAMINI BÜYÜK ATATÜRK 302 YIL SONRA GERÇEKLEŞTİRDİ.
ATATÜRK BU YAPTIKLARI İLE GENÇ OSMAN’INDA İNTİKAMINI
ALMIŞ OLUYORDU.
ŞİMDİ.
O GÜN GENÇ OSMAN’A KİMLER ŞEREFSİZCE SALDIRARAK O ŞEREFSİZLİKLERİ YAPARAK CANINI ALMIŞLARSA,
BU GÜN DE;
BÜYÜK ATATÜRK’E ŞEREFSİZCE SALDIRANLAR, O ŞEREFSİZLERİN ŞEREFSİZ KÖKSÜZ TORUNLARIDIR.
Nejat Gölbaşı alıntı
ÇÜNKÜ ;
ONU BİR AY GECELİ GÜNDÜZLÜ TECAVÜZ ETTİKTEN SONRA BOĞANLAR SENİN DEDELERİNDİ !....
BEN TÜRK’ÜM DİYEMEZSİN. ÇÜNKÜ SEN TÜRK DEĞİLSİN.
SEN NE DERSİN. ANCAK VE ANCAK BEN OSMANLI TORUNUYUM
DERSİN.
İYİ DE, OSMANLININ İÇİNDE KAVM-İ SADIKA DEDİKLERİ, ERMENİLER DE BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ,
KAVM-İ NECİP DEDİKLERİ ARAPLAR DA ,
BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ,
GENÇ OSMANI ; BOĞAN, TECAVÜZ EDEN YENİÇERİLERİN TORUNLA
RI DA, BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ.
SIRP, HIRVAT, RUM, RUS, VEZİRLERİN, PAŞALARIN SADRAZAMLARIN
ÇOCUKLARI, TORUNLARI DA
BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ.
ANADOLU'DA 100 000 TÜRKMENİN BAŞINI KESTİREREK KUYULARA
DOLDURAN HIRVAT SADRAZAM KUYUCU MURATIN ÇOCUKLARI DA BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ.
AMA !
BUNLARDAN HİÇ BİRİSİ BEN TÜRKÜM DİYEMİYOR, SENİN GİBİ.
ÇÜNKÜ BUNLARIN HİÇBİRİSİ DE TÜRK DEĞİLDİ, TIPKI SENİN GİBİ.
SEN ; BEN OSMANLININ TORUNUYUM DERKEN ;
KENDİ OĞLU MUSTAFAYI VE TORUNLARINI GÖZÜNÜ KIRPMADAN
ÖLDÜREN, ANADOLU'DA HAKKINI ARAYAN TÜRKMENLERİ, HIRVAT
SADRAZAMI KUYUCU MURAT MARİFETİYLE KAFALARINI KESTİREREK KUYULARA DOLDURTAN, ZAMANINDA TÜRKÇE, RUMCA VE HIRVATÇANIN ORTAKDİL OLARAK KULLANILDIĞI DEVLETTE GÖREV ALMAK VE YÜKSELMENİN TEK ŞARTININ MÜSLÜMAN VE
TÜRK OLMAMAK OLDUĞU DÖNEMİN PADİŞAHI KANUNİ’NİN TORUNUYUZ DER, ADINI DA HER YERLERE VERİRSİNİZ.
YA DA;
MISIRA SEFERE GİDERKEN ANADOLUDA 40 000 TÜRKMENİ KILIÇTAN GEÇİREN, HALİFELİĞİ ALDIKTAN SONRA, ARAP EŞARİ DİN ADAMLARINI YURDUMUZA GETİREREK, AKLA DAYALI MATURİDİ
İNANCIMIZI ORTADAN KALDIRAN, DOĞU DA BABA KURTHAN GİBİ
TÜRK AŞİRETLERİNİN ADINI BABA KÜRDİ DİYE DEGİŞTİREREK VE
İLK DEFA O BÖLGEMİZE KÜRDİSTAN DİYEN, ALEVİ SUNNİ, TÜRK
KÜRT BÖLÜNMESİNİ YAPIP O GÜN BUGÜNDÜR KARDEŞ KANI DÖKÜLMESİNİN BAŞ SORUMLULARINDAN OLAN YAVUZ SULTAN
SELİM’İN TORUNUYUZ DERSİNİZ. İSMİNİ DE HERYERE KUTSAL BİR ŞEYMİŞ GİBİ VERİRSİNİZ.
ÇÜNKÜ AYNI ÇİZGİDESİNİZ ONLARIN İZİNDESİNİZ. ONLAR TÜRK
MİLLETİNE NE YAPTILARSA, NASIL BAKTILARSA SİZDE AYNISINI
YAPMAK İÇİN YANIP TUTUŞUYORSUNUZ.
AMA!
SULTAN II OSMAN’I YANİ “GENÇ OSMAN”I HİÇ TANIMAZSINIZ.
ONUN TORUNU DA DEĞİLSİNİZ, O'NUN ADINI DA ÖYLE HAR YERE
VERMEZSİNİZ.
ÇÜNKÜ ;
O TÜRKÇÜ İDİ. ÇÜNKÜ O AVRUPALILARIN 168 YIL SONRA FRANSIZ İHTİLALİ İLE GÖREBİLDİKLERİ MİLLET GERÇEĞİNİ,
O ,1621 YILINDA DÜNYA GÜNDEMİNE SOKMAYA ÇALIŞIYORDU.
O SANKİ “TÜRK AYDINLANMASINI SAĞLAMAK İSTİYORDU. EĞER
BAŞARSAYDI, OSMANLI DEVLETİ, ÇAĞIN İLERİSİNDE BİR ZİHNİYET TEMSİLCİSİ OLABİLİRDİ.”
PEKİ NE YAPMAK İSTİYORDU GENÇ OSMAN ?
-ÖNCELİKLE “SOYSUZ YENİÇERİLERİ YOK EDİP, YERİNE ANADOLU TÜRK'ÜNÜ DOLDURMAK.
-DÖNME VE DEVŞİRMELERİN KÖKÜNÜ KURUTMAK.
-FİTNE KAYNAĞI YABANCI KADINLARLA DOLU HAREM’İ ORTADAN KALDIRIP, SARAY’A TÜRKTEN BAŞKA KADIN SOKMAMAK
-DEVLET MERKEZİNİ TÜRKLÜĞÜN BAĞRINA, ANADOLUYA TAŞIMAK.
-DİN ADAMLARINI DEVLET İŞLERİNE KARIŞTIRMAMAK.
-SARAY GELENEKLERİNİ, KIYAFETLERİNİ, ESKİYEN KANUNLARI DEĞİŞTİRMEK.
YALNIZ GENÇ OSMANIN BU DÜŞÜNCELERİ, SOYSUZ YENİÇERİLER
TARAFINDAN ÖĞRENİLMİŞTİ. BUNUN ÜZERİNE O SOYSUZLAR
HEM PADİŞAH, HEM HALİFELERİ OLAN GENÇ OSMANI YAKALAYIP ORTA CAMİ AVLUSUNA GETİRDİLER. SONRA DA ÇIRIL ÇIPLAK SOYUP BİR AT ARABASINA BİNDİREREK, ÇOK ÇİRKİN HAREKETLERLE YEDİKULE ZİNDANLARINA GÖTÜRDÜLER. ZİNDANDA GERÇEKTEN
ÇOK ÇİRKİN HAREKETLERDE BULUNARAK ÇİRKİN TECAVÜZLERDE
BULUNDULAR. DAHA SONRA BOĞAZINA İP TAKARAK ÖLDÜRDÜLER.
GENÇ OSMAN’IN 1621’DE YAPMAK İSTEYİPTE YAPAMADIKLARININ
TAMAMINI BÜYÜK ATATÜRK 302 YIL SONRA GERÇEKLEŞTİRDİ.
ATATÜRK BU YAPTIKLARI İLE GENÇ OSMAN’INDA İNTİKAMINI
ALMIŞ OLUYORDU.
ŞİMDİ.
O GÜN GENÇ OSMAN’A KİMLER ŞEREFSİZCE SALDIRARAK O ŞEREFSİZLİKLERİ YAPARAK CANINI ALMIŞLARSA,
BU GÜN DE;
BÜYÜK ATATÜRK’E ŞEREFSİZCE SALDIRANLAR, O ŞEREFSİZLERİN ŞEREFSİZ KÖKSÜZ TORUNLARIDIR.
Nejat Gölbaşı alıntı
10 gün önce
Kirkor Divarcı ve Türkiye'nin Unutulan Füzesi: Marmara-1
Hazırlayan✍️ : Dünya Gözüme Kaçtı
Tarih 19 Eylül 1962. Yer İstanbul Ümraniye. Gökyüzüne doğru yükselen küçük bir füze, sessizce bir ilki gerçekleştiriyordu. Adı Marmara-1. Uzunluğu yalnızca 1 metre 33 cm, ağırlığı ise 1,5 kilo. Üzerinde gururla dalgalanan bir Türk bayrağı vardı.
Bu denemenin arkasında, adı bugün pek az hatırlanan ama zekâsı ve azmiyle gerçek bir öncüyü hak eden bir isim vardı: Kirkor Divarcı.
&
Kimdi Kirkor Divarcı?
Ermeni asıllı bir Türk vatandaşı olan Divarcı, 1930'lu yıllarda doğdu. Genç yaşlardan itibaren elektroniğe, mekanik sistemlere ve havacılığa özel bir ilgisi vardı. Askerliğini yaptıktan sonra, küçük atölyesinde roket ve füze sistemleri üzerine çalışmalar yapmaya başladı. Yüksek lisansı ya da kurumsal bağlantıları yoktu ama sabaha kadar süren deneyleri, çizimleri ve testleriyle, Türkiye’de kimsenin cesaret etmediği bir şeyi başarmaya çalışıyordu.
&
Marmara-1: Umut Dolu Bir Fırlatma
Divarcı, yıllar süren amatör çabalarının ardından Marmara-1 füzesini tasarladı ve üretti. Füzesi başarıyla fırlatıldı, kısa mesafede de olsa yerden yükseldi, yörüngeye oturmasa da kontrollü iniş yaptı. Bu, Türkiye tarihinde bir ilkti. Üstelik devlet destekli bir proje değildi; tamamen kişisel çabayla gerçekleştirilmişti.
&
Gizemli Yangın ve Kayıp Projeler
Ne yazık ki bu başarıdan kısa bir süre sonra, Divarcı’nın evi ve atölyesi çıkan esrarengiz bir yangında kül oldu. Marmara-1’e ait tüm çizimler, belgeler, motor ve sistem planları yok oldu. Yangının nedeni hiçbir zaman açıklanmadı. Resmî kurumlar bu olayın üstüne gitmedi, medya sessiz kaldı. Bu trajik olaydan sonra Kirkor Divarcı sessizliğe gömüldü. Bir daha hiçbir platformda görünmedi, projeleri konuşulmadı.
&
Neden Unutuldu?
Divarcı'nın çalışmaları ne yazık ki o dönemde "ciddiye alınmadı", desteklenmedi. Oysa o, belki de Türkiye’nin ilk yerli füze mühendisiydi. Eğer destek görseydi, bugün savunma sanayimiz çok daha erken bir tarihte kendi temelini atmış olabilirdi. Marmara-1’in başarısı kayda geçmedi, belgelenmedi. Türkiye, kendi yetiştirdiği bu özel beyni kaybetti. Sadece bir fotoğraf kaldı geriye: Elinde kalemiyle füzesini anlatan bir adam ve arkasında yanmamış bir hayalin çizimi.
&
Kirkor Divarcı ve Marmara-1, Türkiye'nin bilimsel tarihinde tozlu raflara itilmiş ama yeri asla doldurulamamış bir öyküdür. Bugün hâlâ bu başarıya dair resmî bir açıklama yok. Ancak bu hikâyeyi bilmek, unutmamak ve hatırlatmak artık bizim sorumluluğumuz.
Hazırlayan✍️ : Dünya Gözüme Kaçtı
Hazırlayan✍️ : Dünya Gözüme Kaçtı
Tarih 19 Eylül 1962. Yer İstanbul Ümraniye. Gökyüzüne doğru yükselen küçük bir füze, sessizce bir ilki gerçekleştiriyordu. Adı Marmara-1. Uzunluğu yalnızca 1 metre 33 cm, ağırlığı ise 1,5 kilo. Üzerinde gururla dalgalanan bir Türk bayrağı vardı.
Bu denemenin arkasında, adı bugün pek az hatırlanan ama zekâsı ve azmiyle gerçek bir öncüyü hak eden bir isim vardı: Kirkor Divarcı.
&
Kimdi Kirkor Divarcı?
Ermeni asıllı bir Türk vatandaşı olan Divarcı, 1930'lu yıllarda doğdu. Genç yaşlardan itibaren elektroniğe, mekanik sistemlere ve havacılığa özel bir ilgisi vardı. Askerliğini yaptıktan sonra, küçük atölyesinde roket ve füze sistemleri üzerine çalışmalar yapmaya başladı. Yüksek lisansı ya da kurumsal bağlantıları yoktu ama sabaha kadar süren deneyleri, çizimleri ve testleriyle, Türkiye’de kimsenin cesaret etmediği bir şeyi başarmaya çalışıyordu.
&
Marmara-1: Umut Dolu Bir Fırlatma
Divarcı, yıllar süren amatör çabalarının ardından Marmara-1 füzesini tasarladı ve üretti. Füzesi başarıyla fırlatıldı, kısa mesafede de olsa yerden yükseldi, yörüngeye oturmasa da kontrollü iniş yaptı. Bu, Türkiye tarihinde bir ilkti. Üstelik devlet destekli bir proje değildi; tamamen kişisel çabayla gerçekleştirilmişti.
&
Gizemli Yangın ve Kayıp Projeler
Ne yazık ki bu başarıdan kısa bir süre sonra, Divarcı’nın evi ve atölyesi çıkan esrarengiz bir yangında kül oldu. Marmara-1’e ait tüm çizimler, belgeler, motor ve sistem planları yok oldu. Yangının nedeni hiçbir zaman açıklanmadı. Resmî kurumlar bu olayın üstüne gitmedi, medya sessiz kaldı. Bu trajik olaydan sonra Kirkor Divarcı sessizliğe gömüldü. Bir daha hiçbir platformda görünmedi, projeleri konuşulmadı.
&
Neden Unutuldu?
Divarcı'nın çalışmaları ne yazık ki o dönemde "ciddiye alınmadı", desteklenmedi. Oysa o, belki de Türkiye’nin ilk yerli füze mühendisiydi. Eğer destek görseydi, bugün savunma sanayimiz çok daha erken bir tarihte kendi temelini atmış olabilirdi. Marmara-1’in başarısı kayda geçmedi, belgelenmedi. Türkiye, kendi yetiştirdiği bu özel beyni kaybetti. Sadece bir fotoğraf kaldı geriye: Elinde kalemiyle füzesini anlatan bir adam ve arkasında yanmamış bir hayalin çizimi.
&
Kirkor Divarcı ve Marmara-1, Türkiye'nin bilimsel tarihinde tozlu raflara itilmiş ama yeri asla doldurulamamış bir öyküdür. Bugün hâlâ bu başarıya dair resmî bir açıklama yok. Ancak bu hikâyeyi bilmek, unutmamak ve hatırlatmak artık bizim sorumluluğumuz.
Hazırlayan✍️ : Dünya Gözüme Kaçtı
13 gün önce
Bir kızın en mutlu günü düğün günüdür. Düşünsenize sabah bi uyanıyor ve ilk defa ne giyeceğini biliyor (:
#HeştegYok
#HeştegYok
19 gün önce
'Odunsun' diyen kıza 'Odunum ama senin için yanıyorum' dedim. Kız tekrar aşık oldu. İşi bilecen hacı (:
#HeştegYok
#HeştegYok
21 gün önce
143.5 SANTİMETRE...
Evet, bildiğiniz tren rayları...
Meğer trenlerin üzerinde hareket ettiği o rayların birbirine uzaklığı, dünyanın her yerinde aynıymış: 4 fit ve 8.5 inç.
Yani hep ve daima 143.5 santim.
Burada bir duralım.
Size tuhaf gelmiyor mu?
Bana geliyor da.
Neden yuvarlak bir sayı değil de, 143.5 santim.
Niye 150 değil mesela.
Kimin ne zoru varmış ki, iki ray arası 143.5 santim olmuş.
Nerede böyle lüzumsuz soru var, benim kafamı meşgul ediyor.
Ve mantıklı bir yanıtı varsa da, öğrendiklerim beni baştan çıkarıyor.
***
İşte bu yazı, baştan çıkmış bir kadının yazısıdır!
Çünkü Coelho’nun son kitabı Záhir’de bu sorunun cevabını öğrendim.
Efendim, insanlar ilk tren vagonlarını yaptıklarında, at arabalarını yaparken kullandıkları aletlerin aynısını kullanıyorlarmış. O yüzden vagonların tekerleklerinin arası, tıpkı at arabalarındaki gibi 143.5 santim olmuş.
Peki at arabalarında neden öyleymiş?
Çünkü arabaların geçtiği eski yolların genişliği bu kadarmış.
Neden?
Çünkü o eski güzel insanların savaş arabaları, iki atla çekiliyormuş.
Eeeee?
Atlar yan yana durduğunda, genişlikleri 143.5 santim oluyormuş.
Yani bugün gördüğünüz bütün trenlerin -en en son teknoloji ürünü hızlı trenler dahil- üzerinde ilerlediği rayların arasındaki uzaklık, Romalılar tarafından belirlenmiş.
Çok acayip değil mi?
Bitmediiiiiii.
Amerika kıtası keşfedildiğinde ve tren yolları inşa etmeye başladığında, bu sihirli 143.5 santimlik genişlik korunmuş.
Neden?
Öyle işte.
İnsanlar bir takım şeyleri muhafaza etmeyi seviyorlar.
Bu durum, uzay mekiklerinin yapımını bile etkilemiş.
Şöyle ki Amerikalı mühendisler, yakıt tanklarının daha geniş olması gerektiğini düşünmüşler fakat yakıt tankları Utah’da imal ediliyor ve Florida’daki uzay merkezine trenle nakledilmeleri gerekiyormuş.
Yolda da tüneller varmış.
Bildiniiiiiiz...
Yakıt tankları daha geniş olursa, tünellerden geçemiyormuş, o zaman da ulaşım gerçekleşemiyormuş.
Madem öyle, işte böyle demişler, Romalıların ideal olduğuna karar verdikleri bu ölçüyü onlar da kabul etmişler.
Şimdi yeryüzündeki bütün tren raylarının arası 143.5 santimetre.
Nereden nereye değil mi?
***
Daha da acayibi...
Coelho’nun roman kahramanı, tren raylarıyla evlilik arasında bir ilişki kuruyor, gelin birlikte okuyalım:
"Şimdi ne alakası var bütün bunların evlilikle demeyin, var. Tarihte bir noktada birisi dönüyor ve diyor ki: İki insan evlendiğinde hayatlarının geri kalanı boyunca, donmuş gibi bir arada kalmalılar.’ Aynı iki ray gibi yan yana uzayıp gideceksin, daima aranda aynı uzaklığı bırakarak. Zaman zaman biriniz daha uzağa gitmeyi ya da biraz yakınlaşmayı istese bile, bu kurallara aykırı. Kurallar diyor ki, ’Mantıklı ol, geleceğini düşün, çocuklarını düşün. Değişemezsin, hareket noktasından varacağın yere kadar, birbirileriyle aralarında aynı uzaklığı koruyan iki tren rayı gibi olmak zorundasın... Çocukların da sizin öyle kalmanızdan mutlu olacaktırlar: 143. 5 santimetre uzaklıkta... Komşularını düşün. Onlara mutlu olduğunu göster, pazar günleri kızarmış biftek ye, televizyon seyret. Toplumu düşün...Etrafına asla bakma, bu boşanmak, kriz ve depresyon demektir... Üstelik biri seni izliyor olabilir, bu onu da ayartabilir... Bütün fotoğraflarda gülümse, fotoğrafları salonu koy, böylece herkes onları görebilir... Bir sporla uğraş, uzun süre hareketsiz kalacağın için mutlaka spor yapmalısın... Unutma, bu kurallar çok yıllar önce ortaya çıktı, onlara saygı göstermek gerekiyor. Bu kuralları kim koydu? Bu önemli değil. Onları sorgulamayın, çünkü insanlar daima bu kuralları uygulayacaklar, hatta siz istemesiniz bile..."
Ayşe Arman(2006)
Hürriyet Gazetesi
Zonguldak Nostalji
Evet, bildiğiniz tren rayları...
Meğer trenlerin üzerinde hareket ettiği o rayların birbirine uzaklığı, dünyanın her yerinde aynıymış: 4 fit ve 8.5 inç.
Yani hep ve daima 143.5 santim.
Burada bir duralım.
Size tuhaf gelmiyor mu?
Bana geliyor da.
Neden yuvarlak bir sayı değil de, 143.5 santim.
Niye 150 değil mesela.
Kimin ne zoru varmış ki, iki ray arası 143.5 santim olmuş.
Nerede böyle lüzumsuz soru var, benim kafamı meşgul ediyor.
Ve mantıklı bir yanıtı varsa da, öğrendiklerim beni baştan çıkarıyor.
***
İşte bu yazı, baştan çıkmış bir kadının yazısıdır!
Çünkü Coelho’nun son kitabı Záhir’de bu sorunun cevabını öğrendim.
Efendim, insanlar ilk tren vagonlarını yaptıklarında, at arabalarını yaparken kullandıkları aletlerin aynısını kullanıyorlarmış. O yüzden vagonların tekerleklerinin arası, tıpkı at arabalarındaki gibi 143.5 santim olmuş.
Peki at arabalarında neden öyleymiş?
Çünkü arabaların geçtiği eski yolların genişliği bu kadarmış.
Neden?
Çünkü o eski güzel insanların savaş arabaları, iki atla çekiliyormuş.
Eeeee?
Atlar yan yana durduğunda, genişlikleri 143.5 santim oluyormuş.
Yani bugün gördüğünüz bütün trenlerin -en en son teknoloji ürünü hızlı trenler dahil- üzerinde ilerlediği rayların arasındaki uzaklık, Romalılar tarafından belirlenmiş.
Çok acayip değil mi?
Bitmediiiiiii.
Amerika kıtası keşfedildiğinde ve tren yolları inşa etmeye başladığında, bu sihirli 143.5 santimlik genişlik korunmuş.
Neden?
Öyle işte.
İnsanlar bir takım şeyleri muhafaza etmeyi seviyorlar.
Bu durum, uzay mekiklerinin yapımını bile etkilemiş.
Şöyle ki Amerikalı mühendisler, yakıt tanklarının daha geniş olması gerektiğini düşünmüşler fakat yakıt tankları Utah’da imal ediliyor ve Florida’daki uzay merkezine trenle nakledilmeleri gerekiyormuş.
Yolda da tüneller varmış.
Bildiniiiiiiz...
Yakıt tankları daha geniş olursa, tünellerden geçemiyormuş, o zaman da ulaşım gerçekleşemiyormuş.
Madem öyle, işte böyle demişler, Romalıların ideal olduğuna karar verdikleri bu ölçüyü onlar da kabul etmişler.
Şimdi yeryüzündeki bütün tren raylarının arası 143.5 santimetre.
Nereden nereye değil mi?
***
Daha da acayibi...
Coelho’nun roman kahramanı, tren raylarıyla evlilik arasında bir ilişki kuruyor, gelin birlikte okuyalım:
"Şimdi ne alakası var bütün bunların evlilikle demeyin, var. Tarihte bir noktada birisi dönüyor ve diyor ki: İki insan evlendiğinde hayatlarının geri kalanı boyunca, donmuş gibi bir arada kalmalılar.’ Aynı iki ray gibi yan yana uzayıp gideceksin, daima aranda aynı uzaklığı bırakarak. Zaman zaman biriniz daha uzağa gitmeyi ya da biraz yakınlaşmayı istese bile, bu kurallara aykırı. Kurallar diyor ki, ’Mantıklı ol, geleceğini düşün, çocuklarını düşün. Değişemezsin, hareket noktasından varacağın yere kadar, birbirileriyle aralarında aynı uzaklığı koruyan iki tren rayı gibi olmak zorundasın... Çocukların da sizin öyle kalmanızdan mutlu olacaktırlar: 143. 5 santimetre uzaklıkta... Komşularını düşün. Onlara mutlu olduğunu göster, pazar günleri kızarmış biftek ye, televizyon seyret. Toplumu düşün...Etrafına asla bakma, bu boşanmak, kriz ve depresyon demektir... Üstelik biri seni izliyor olabilir, bu onu da ayartabilir... Bütün fotoğraflarda gülümse, fotoğrafları salonu koy, böylece herkes onları görebilir... Bir sporla uğraş, uzun süre hareketsiz kalacağın için mutlaka spor yapmalısın... Unutma, bu kurallar çok yıllar önce ortaya çıktı, onlara saygı göstermek gerekiyor. Bu kuralları kim koydu? Bu önemli değil. Onları sorgulamayın, çünkü insanlar daima bu kuralları uygulayacaklar, hatta siz istemesiniz bile..."
Ayşe Arman(2006)
Hürriyet Gazetesi
Zonguldak Nostalji
22 gün önce
Ya Ahiru! Ey nihayeti olmayan ezelden ebede kadar var olan “ahıru”. Bütün şey’lerin nihayeti sendedir, sen den başka herşey fanidir baki olan senin vechindir, yüceler yücesisin.
23 gün önce
#Oruç__Aşktır ...💞
Ímsaktan íftara kadar sűren #Sâbır makamıdır
#Ezanı duyunca tűm hűcreLerín bayramıdır
Műkafatı íse #ÂLLÂH 'tan bekLeyíşín huzurudur sení tutanLara sana tutunanLara
#SELÂM🙋♂️ oLsun...💞
#HayırLı__BereketLí__ÍftarLar
#Râbbímíz__KãbuL__Etsín__ÍnşÂLLÂH☝️
#ÂmííííííN🤲🌸🕊️🌸
herkes
Ímsaktan íftara kadar sűren #Sâbır makamıdır
#Ezanı duyunca tűm hűcreLerín bayramıdır
Műkafatı íse #ÂLLÂH 'tan bekLeyíşín huzurudur sení tutanLara sana tutunanLara
#SELÂM🙋♂️ oLsun...💞
#HayırLı__BereketLí__ÍftarLar
#Râbbímíz__KãbuL__Etsín__ÍnşÂLLÂH☝️
#ÂmííííííN🤲🌸🕊️🌸
herkes
23 gün önce
👍GÜNEŞİ TOPLAYAN ADAMIN HİKAYESİ👍
Osmanlı’nın Bulgaristan’da hakimiyetini sürdürdüğü son dönemler olan 1800’lü yıllarda geçen hikayeye göre; o dönem Osmanlı toprağı olan Bulgaristan’ın Tırnova (Tırnovo) şehrinde yaşayan bir aile vardır.
Dizide geçen kalburla güneş toplayan adamın gerçek hikâyesi de işte burada yaşanmıştır.
Mehmet ve Fatme, Tırnova şehrinin kırsal kesimlerinde çiftçilik yapmakta olan Müslüman bir ailedir.
Evliliklerinin üzerinden 10 yıl geçmiş ama halen çocukları olmamıştır.
Mehmet ve Fatme birbirlerini o kadar çok sevmişlerdir ki, hikayelerde anlatılan aşklar bu ikisi için basit kalabilecek bir seviyededir.
Fakat Fatme’nin o dönemlerde çaresi olmayan bir hastalığa yakalanması ile bu büyük aşk gölgelenmiş, Mehmet ile Fatme’nin sevgilerini doya doya yaşamalarına fırsat kalmamıştır.
O bölgede yaşayan herkes neredeyse istisnasız bu hikâyeyi dedelerinden ve ninelerinden dinlemişlerdir.
Birbirlerini büyük bir aşkla seven Mehmet ve Fatme’nin imtihanı da çok büyük olmuştur. Fatme evliliklerinin onuncu yılında hastalığından ötürü iki gözünü de kaybetmiştir.
Mehmet onun gözlerini açtırabilmek için her yolu denemiş hatta elinde ne var ne yoksa bu uğurda satarak harcamıştır.
Gitmediği doktor, çalmadığı şifacı kapısı kalmamıştır, ama olumlu bir sonuç alamamışlardır.
Mehmet ise Fatme’sini kurtarmak için ellerinde avuçlarında olan her şeyi satar ve o dönem Osmanlı'nın başkenti olan İstanbul'a büyük hekimlere götürmek için yola revan olurlar. İstanbul’un hekimlerinin karısının gözlerini açacağı umuduyla yola çıkarken ise başına geleceklerden habersizdir.
Mehmet ve Fatme’nin İstanbul yolculuğu tam bir yıl sürer.
Gitmedik doktor, uygulanmadık şifacı ilacı bırakmazlar.
Ellerinde avuçlarında olanı tüketince de gerisin geriye memleketleri Tırnova’ya dönmeye karar verirler.
O dönem şartlarında yolculuk yapmak hiç kolay değildir.
İstanbul Tırnova arası yaklaşık 500 Km’dir.
Yola çıktıktan kısa bir süre sonra ise Fatme’nin rahatsızlığı iyice artar ve artık onun için yaşadığı sancılar dayanılmaz hal almaya başlamıştır.
Fatme yolculuğun sonuna doğru çok sevdiği eşi Mehmet’in kolları arasında hayata gözlerini yumar.
O an her şeyini kaybeden Mehmet ise eşine tekrar güneşi gösteremediği, o güzel gözlerine bakamadığı için suçlu hisseder kendisini.
Mehmet ve Fatme’nin beraber yolculuk yaptığı kafile, Tırnova’ya yakın bir yerde mola verir mecburen.
Vefat eden Fatme’yi defin ederler oraya.
Yıkanır, kefenlenir ve bir kabre konulur.
Aslında Fatme ile beraber Mehmet’ de o kabre konulmuştur.
Kafile tüm uğraşlara rağmen Mehmet’i kabrin başından ayırmayı başaramazlar.
Mehmet’i kabrin başında bırakıp yollarına devam etmek zorunda kalırlar.
Mehmet ise eşi Fatme’nin kabrinin yanına bir kabir daha kazar ve o kabirde yatmaya başlar. Eşinin ebedi âleme göçüşünden sonra onun için artık hayatın bir anlamı kalmamıştır.
Bir süre sonra taşlardan ve ağaç parçalarından bir baraka yapar ve orada yaşamaya başlar.
İşte diziye de konu olan bölüm bundan sonra başlar.
Bir gün bir yolcu grubu şehre uğrar.
Uzaklardan gelen bu yolcu grubu yolda gördükleri bir olayı anlattıklarında kimse buna inanamaz.
Yolcu grubunun anlattığı adam, hasta karısı ile birlikte yıllar önce şehirden ayrılan Mehmet’tir. Şehirden hemen birkaç atlı tarif edilen yere varırlar.
Gittiklerinde de gerçekten o adamın Mehmet olduğunu görürler ve uzaktan onu izlemeye başlarlar.
Adam elinde bir kalburla yıkık dökük bir kulübeye güneş taşımaya çalışmaktadır.
Adamı kısa bir süre izleyenler sonrasında yanına giderler, ama adam hiç birisini tanımaz. Adam için her şey silinmiştir, zaman donmuştur.
Kulübenin içine baktıklarında biri dolu diğeri boş iki kabir görürler.
Boş olanı kendisi için hazırladığı her halinden bellidir.
Şehre dönmek için ikna etmeye çalışsalar da, Mehmet dönmeyi kabul etmez.
“Tuttum seni, attım içeri, tuttum seni attım içeri…” sözünden başka bir şey söylemez. Gelenlere göre adam aklını yitirmiştir.
Ama adamın tüm dünya hırkalarını çıkarıp derviş olduğunu kimse düşünmez.
Kalburla güneş toplayan bu meczup adamın köylüleri elleri boş geri dönerler, ancak aralarında da karar verirler.
Her hafta bir kişi bu adama azık götürecektir. Bu sayede her hafta adama bir kişi yemek götürmeye başlar.
Adam azığı getiren herkese tek bir soru sorar.
”Bu azığı kim gönderdi”
Karşısında ki kişi, azığı getiren bir isim yani Ali, Ahmet gibi isimler söylerse bu azığı kabul etmez geri gönderir.
Bir gün kalburla güneş toplayan adamın azığını köyün imamı götürmeye karar verir ve o gün adamla alakalı tüm gerçeklik ortaya çıkar.
İmam efendi adamın yanına vardığında adam yine kalburla güneş toplamaktadır, ‘tuttum seni attım içeri’ diye diye.
Selam verir ve azık getirdiğini söyler.
Meczup adam diğerlerine sorduğu soruyu bu sefer imama sorar ve “Bu azığı kim gönderdi” der.
İmam efendi “Allah! Senin, benim dahi her şeyin sahibi olan Allah gönderdi” der.
Adam anca şimdi kabul eder azığı.
İmam da şehre döndüğünde yaşadıklarını tüm ahaliye olduğu gibi anlatır.
Adama bir daha gideceklerin de vermesi gereken cevap ise artık bellidir.
Ama insanların gözünde artık o bir deli değil velidir.
Bir süre bu şekilde devam eder ve şehirden her hafta bir kişi meczup adama azık götürür.
Sıra yine imama geldiğinde imam azığını alır ve yola koyulur.
Kulübeye geldiğinde ise kalburla güneş toplayan adam kulübenin önünde yoktur.
Çevreye bakar ve dervişi arasa da bulamaz ve kulübeye girer.
Hani kulübenin içinde biri boş diğeri dolu iki kabir vardı ya artı o boş kabir de dolmuştur. Derviş ruhunu hakka teslim etmiş, çok sevdiğine kavuşmuştur.😪
alıntı
Osmanlı’nın Bulgaristan’da hakimiyetini sürdürdüğü son dönemler olan 1800’lü yıllarda geçen hikayeye göre; o dönem Osmanlı toprağı olan Bulgaristan’ın Tırnova (Tırnovo) şehrinde yaşayan bir aile vardır.
Dizide geçen kalburla güneş toplayan adamın gerçek hikâyesi de işte burada yaşanmıştır.
Mehmet ve Fatme, Tırnova şehrinin kırsal kesimlerinde çiftçilik yapmakta olan Müslüman bir ailedir.
Evliliklerinin üzerinden 10 yıl geçmiş ama halen çocukları olmamıştır.
Mehmet ve Fatme birbirlerini o kadar çok sevmişlerdir ki, hikayelerde anlatılan aşklar bu ikisi için basit kalabilecek bir seviyededir.
Fakat Fatme’nin o dönemlerde çaresi olmayan bir hastalığa yakalanması ile bu büyük aşk gölgelenmiş, Mehmet ile Fatme’nin sevgilerini doya doya yaşamalarına fırsat kalmamıştır.
O bölgede yaşayan herkes neredeyse istisnasız bu hikâyeyi dedelerinden ve ninelerinden dinlemişlerdir.
Birbirlerini büyük bir aşkla seven Mehmet ve Fatme’nin imtihanı da çok büyük olmuştur. Fatme evliliklerinin onuncu yılında hastalığından ötürü iki gözünü de kaybetmiştir.
Mehmet onun gözlerini açtırabilmek için her yolu denemiş hatta elinde ne var ne yoksa bu uğurda satarak harcamıştır.
Gitmediği doktor, çalmadığı şifacı kapısı kalmamıştır, ama olumlu bir sonuç alamamışlardır.
Mehmet ise Fatme’sini kurtarmak için ellerinde avuçlarında olan her şeyi satar ve o dönem Osmanlı'nın başkenti olan İstanbul'a büyük hekimlere götürmek için yola revan olurlar. İstanbul’un hekimlerinin karısının gözlerini açacağı umuduyla yola çıkarken ise başına geleceklerden habersizdir.
Mehmet ve Fatme’nin İstanbul yolculuğu tam bir yıl sürer.
Gitmedik doktor, uygulanmadık şifacı ilacı bırakmazlar.
Ellerinde avuçlarında olanı tüketince de gerisin geriye memleketleri Tırnova’ya dönmeye karar verirler.
O dönem şartlarında yolculuk yapmak hiç kolay değildir.
İstanbul Tırnova arası yaklaşık 500 Km’dir.
Yola çıktıktan kısa bir süre sonra ise Fatme’nin rahatsızlığı iyice artar ve artık onun için yaşadığı sancılar dayanılmaz hal almaya başlamıştır.
Fatme yolculuğun sonuna doğru çok sevdiği eşi Mehmet’in kolları arasında hayata gözlerini yumar.
O an her şeyini kaybeden Mehmet ise eşine tekrar güneşi gösteremediği, o güzel gözlerine bakamadığı için suçlu hisseder kendisini.
Mehmet ve Fatme’nin beraber yolculuk yaptığı kafile, Tırnova’ya yakın bir yerde mola verir mecburen.
Vefat eden Fatme’yi defin ederler oraya.
Yıkanır, kefenlenir ve bir kabre konulur.
Aslında Fatme ile beraber Mehmet’ de o kabre konulmuştur.
Kafile tüm uğraşlara rağmen Mehmet’i kabrin başından ayırmayı başaramazlar.
Mehmet’i kabrin başında bırakıp yollarına devam etmek zorunda kalırlar.
Mehmet ise eşi Fatme’nin kabrinin yanına bir kabir daha kazar ve o kabirde yatmaya başlar. Eşinin ebedi âleme göçüşünden sonra onun için artık hayatın bir anlamı kalmamıştır.
Bir süre sonra taşlardan ve ağaç parçalarından bir baraka yapar ve orada yaşamaya başlar.
İşte diziye de konu olan bölüm bundan sonra başlar.
Bir gün bir yolcu grubu şehre uğrar.
Uzaklardan gelen bu yolcu grubu yolda gördükleri bir olayı anlattıklarında kimse buna inanamaz.
Yolcu grubunun anlattığı adam, hasta karısı ile birlikte yıllar önce şehirden ayrılan Mehmet’tir. Şehirden hemen birkaç atlı tarif edilen yere varırlar.
Gittiklerinde de gerçekten o adamın Mehmet olduğunu görürler ve uzaktan onu izlemeye başlarlar.
Adam elinde bir kalburla yıkık dökük bir kulübeye güneş taşımaya çalışmaktadır.
Adamı kısa bir süre izleyenler sonrasında yanına giderler, ama adam hiç birisini tanımaz. Adam için her şey silinmiştir, zaman donmuştur.
Kulübenin içine baktıklarında biri dolu diğeri boş iki kabir görürler.
Boş olanı kendisi için hazırladığı her halinden bellidir.
Şehre dönmek için ikna etmeye çalışsalar da, Mehmet dönmeyi kabul etmez.
“Tuttum seni, attım içeri, tuttum seni attım içeri…” sözünden başka bir şey söylemez. Gelenlere göre adam aklını yitirmiştir.
Ama adamın tüm dünya hırkalarını çıkarıp derviş olduğunu kimse düşünmez.
Kalburla güneş toplayan bu meczup adamın köylüleri elleri boş geri dönerler, ancak aralarında da karar verirler.
Her hafta bir kişi bu adama azık götürecektir. Bu sayede her hafta adama bir kişi yemek götürmeye başlar.
Adam azığı getiren herkese tek bir soru sorar.
”Bu azığı kim gönderdi”
Karşısında ki kişi, azığı getiren bir isim yani Ali, Ahmet gibi isimler söylerse bu azığı kabul etmez geri gönderir.
Bir gün kalburla güneş toplayan adamın azığını köyün imamı götürmeye karar verir ve o gün adamla alakalı tüm gerçeklik ortaya çıkar.
İmam efendi adamın yanına vardığında adam yine kalburla güneş toplamaktadır, ‘tuttum seni attım içeri’ diye diye.
Selam verir ve azık getirdiğini söyler.
Meczup adam diğerlerine sorduğu soruyu bu sefer imama sorar ve “Bu azığı kim gönderdi” der.
İmam efendi “Allah! Senin, benim dahi her şeyin sahibi olan Allah gönderdi” der.
Adam anca şimdi kabul eder azığı.
İmam da şehre döndüğünde yaşadıklarını tüm ahaliye olduğu gibi anlatır.
Adama bir daha gideceklerin de vermesi gereken cevap ise artık bellidir.
Ama insanların gözünde artık o bir deli değil velidir.
Bir süre bu şekilde devam eder ve şehirden her hafta bir kişi meczup adama azık götürür.
Sıra yine imama geldiğinde imam azığını alır ve yola koyulur.
Kulübeye geldiğinde ise kalburla güneş toplayan adam kulübenin önünde yoktur.
Çevreye bakar ve dervişi arasa da bulamaz ve kulübeye girer.
Hani kulübenin içinde biri boş diğeri dolu iki kabir vardı ya artı o boş kabir de dolmuştur. Derviş ruhunu hakka teslim etmiş, çok sevdiğine kavuşmuştur.😪
alıntı
23 gün önce
Pazartesiymiş, Cumaymış, Cumartesiymiş, Pazarmış, tatilmiş. Hiç farketmiyor ruh halim hep aynı sabah uyanmaya üşeniyorum (:
#HeştegYok
#HeştegYok
24 gün önce
İyi pazarlar sizlerle paylaşmak istedim YİRMİ BEŞ KURUŞUN AĞLATAN HİKAYESİ
Seferberliğin ilânıyla beraber, Ayvalıktaki
9. Tümene bağlı 23. Alay ağırlıklarıyla birlikte Somaya gelerek, trenle Bandırma üzerinden Tekirdağa sevk edildi.
23. Alayın Burhaniyede bulunan bir piyade taburu, mesafenin daha kısa olacağı hesabıyla, Burhaniye–Edremit– Çanakkale yoluyla cepheye sevk edildi.
Bu tabur yürüyüşe geçmeden önce, geçecekleri yollara yakın köylere, gönderdikleri çavuşlar vasıtasıyla, geçecekleri gün ve saat belirtilerek, köylülerden asker için yemek hazırlamalarını, misafir olarak geceleyecekleri yerleri hazırlamalarını istedi.
Böylece yürüyüş sırasında, asker için iaşe ve ibate (yeme ve barınma) telaşından bir ölçüde kurtulmuş olunuyordu. Aynı şekilde, o yıllarda henüz bir köy olan Havrana gelen çavuşlar, muhtardan kendilerine kaç kişilik, yemek ve yatak hazırlayabileceklerini sorunca.
Muhtar burasının köy olduğuna bakmayın. Burası büyük bir köydür. Sizin taburun hepsini ağırlayabiliriz, yedirir içiririz.. Merak etmeyin deyince askerler, köyden ayrıldı. Gerçektende belirtilen günde Havranlılar, bir tabur askeri doyuracak kadar yemek hazırlamışlar, yatacak yerlerini hazırlamışlardı.
Tabur Havran yakınlarına geldiğinde, Tabur Kumandanı, Edremitin çok yakın olduğu ve çok daha büyük olduğunu düşünerek, Havrana sadece bir bölük asker yollamıştı. Bir taburluk hazırlanan yemek, bir bölüğe göre çok çok fazla gelmiş, artmış, hattâ ertesi güne bile kalmıştı.
Bir taburluk yatacak yer hazırlayan Havran Muhtarı, gelen askerleri sadece büyük evlere taksim ederek, küçük ve fakir evlere yük olmasın diye kimseyi göndermemişti.
Bölük kumandanı şöyle anlatıyor
Ben her zaman, seferi durumlarda en geç yatar ve en erken kalkarım. Askerleri evlere dağıttıktan sonra, sokaklarda dolaşmaya başladım. Yavaş yavaş evlerin ışıkları sönüyordu. Asker yatmaya, uyumaya başlamıştı. Aydınlatma olmadığı için sokaklar zifiri karanlıktı. En son birkaç evde ışık kalmıştı. Onlarda sönünce bende gidip yatacaktım. Sokakta, birden, iki büklüm, bastonuna dayanarak yürüyen, ihtiyar bir kadına rastladım. Neredeyse çarpışacaktık. Aklıma çeşit çeşit şeyler geldi. Kadına
Nene, sen bu saatte sokakta ne arıyorsun diye sordum.
Evlatlarımı arıyorum… Oğullarımı arıyorum…
Kim senin evlâtların
Dün bana muhtar, askerler gelecek, sanada misafir etmen için dokuz evlât vereceğim, dediydi… Onlara yataklar hazırladım… Yemekler hazırladım… Gelmediler… Onları arıyorum..
Bir tabura göre hazırlık yapan muhtar, bir bölük asker gelince, ağırlık olmasın diye, bu ihtiyar nineye, misafir etmesi için asker yollamamış.
O yıllarda, kadınların hiçbir sosyal güvenceleri yoktu. Kimsesiz kadınlar, çok zor durumda kalıyorlar, çok zor geçiniyorlardı. Hiçbir gelirleri olmayan, bu yaşlı ve yoksul insanlar, bazen zeytinler silkildikten sonra gidip yerlerde kalan zeytinleri toplayarak, biraz gelir elde etmeye çalışıyorlar, bunada Başakçılık deniyordu.
Bu nenede böyle birisi olduğu için, muhtar acımış, ona kimse göndermemişti. Ama nene büyük sevinç içinde dokuz kişilik yer hazırlamış, yiyecek hazırlamıştı. Nenenin çok üzüleceğini anladığımdan, ışıkları henüz sönmemiş bir eve gidip, daha yatmamış olan dokuz askeri neneyle birlikte yolladım…
Kadıncağız nasıl sevindi bir görseniz… Ertesi gün sabah erkenden bölüğü yol üzerinde topladım, yoklamayı yaptıktan sonra, tam yürüyüş emri verecekken, iki büklüm, yaşlı bir kadın, bastonuna dayanarak elinde bir torba yanıma geldi. Galiba akşam karşılaştığım nene idi.
Kumandan oğlum, bu torbada, evdeki bütün zeytinleri ne varsa koydum. Üstünede biraz çökeleğim vardı onu koydum… Bunları benim asker oğullarıma yedir emi…
Almasam, nenenin çok üzüleceğini anladığımdan, çavuşlardan birine işaret edip, elindeki torbayı aldırdım. Nene bu sefer, sevinç içinde, avucunda sımsıkı tuttuğu bir mendili açtı.
İçinden tek bir 25 kuruş çıktı. Bana uzattı.
Kumandan oğlum… biliyorum, çok az. Ama bütün param bu kadar… Bunu al, benim asker oğullarıma, hiç olmazsa bir çay içir, olurmu
Şaşırdım..
Biliyordumki, nenenin başka parası yoktu… Bütün servetini getirmişti. Yirmi beş kuruşu aldım. Kaldırarak bölüğe gösterdim..
“Bölük… Bakın neneniz, size bütün servetini bağışladı.. Bunu ona helâl ettirin..
Yürüyüş emrini verdim.. Nene arkamızdan el sallıyordu.. Bölüğüm.. O yirmi beş kuruşu helâl ettirdi… Yarısından çok fazlası Çanakkalede, şehit oldu
Mübarek ruhları şâd olsun
Mekânları Cennet Olsun
Seferberliğin ilânıyla beraber, Ayvalıktaki
9. Tümene bağlı 23. Alay ağırlıklarıyla birlikte Somaya gelerek, trenle Bandırma üzerinden Tekirdağa sevk edildi.
23. Alayın Burhaniyede bulunan bir piyade taburu, mesafenin daha kısa olacağı hesabıyla, Burhaniye–Edremit– Çanakkale yoluyla cepheye sevk edildi.
Bu tabur yürüyüşe geçmeden önce, geçecekleri yollara yakın köylere, gönderdikleri çavuşlar vasıtasıyla, geçecekleri gün ve saat belirtilerek, köylülerden asker için yemek hazırlamalarını, misafir olarak geceleyecekleri yerleri hazırlamalarını istedi.
Böylece yürüyüş sırasında, asker için iaşe ve ibate (yeme ve barınma) telaşından bir ölçüde kurtulmuş olunuyordu. Aynı şekilde, o yıllarda henüz bir köy olan Havrana gelen çavuşlar, muhtardan kendilerine kaç kişilik, yemek ve yatak hazırlayabileceklerini sorunca.
Muhtar burasının köy olduğuna bakmayın. Burası büyük bir köydür. Sizin taburun hepsini ağırlayabiliriz, yedirir içiririz.. Merak etmeyin deyince askerler, köyden ayrıldı. Gerçektende belirtilen günde Havranlılar, bir tabur askeri doyuracak kadar yemek hazırlamışlar, yatacak yerlerini hazırlamışlardı.
Tabur Havran yakınlarına geldiğinde, Tabur Kumandanı, Edremitin çok yakın olduğu ve çok daha büyük olduğunu düşünerek, Havrana sadece bir bölük asker yollamıştı. Bir taburluk hazırlanan yemek, bir bölüğe göre çok çok fazla gelmiş, artmış, hattâ ertesi güne bile kalmıştı.
Bir taburluk yatacak yer hazırlayan Havran Muhtarı, gelen askerleri sadece büyük evlere taksim ederek, küçük ve fakir evlere yük olmasın diye kimseyi göndermemişti.
Bölük kumandanı şöyle anlatıyor
Ben her zaman, seferi durumlarda en geç yatar ve en erken kalkarım. Askerleri evlere dağıttıktan sonra, sokaklarda dolaşmaya başladım. Yavaş yavaş evlerin ışıkları sönüyordu. Asker yatmaya, uyumaya başlamıştı. Aydınlatma olmadığı için sokaklar zifiri karanlıktı. En son birkaç evde ışık kalmıştı. Onlarda sönünce bende gidip yatacaktım. Sokakta, birden, iki büklüm, bastonuna dayanarak yürüyen, ihtiyar bir kadına rastladım. Neredeyse çarpışacaktık. Aklıma çeşit çeşit şeyler geldi. Kadına
Nene, sen bu saatte sokakta ne arıyorsun diye sordum.
Evlatlarımı arıyorum… Oğullarımı arıyorum…
Kim senin evlâtların
Dün bana muhtar, askerler gelecek, sanada misafir etmen için dokuz evlât vereceğim, dediydi… Onlara yataklar hazırladım… Yemekler hazırladım… Gelmediler… Onları arıyorum..
Bir tabura göre hazırlık yapan muhtar, bir bölük asker gelince, ağırlık olmasın diye, bu ihtiyar nineye, misafir etmesi için asker yollamamış.
O yıllarda, kadınların hiçbir sosyal güvenceleri yoktu. Kimsesiz kadınlar, çok zor durumda kalıyorlar, çok zor geçiniyorlardı. Hiçbir gelirleri olmayan, bu yaşlı ve yoksul insanlar, bazen zeytinler silkildikten sonra gidip yerlerde kalan zeytinleri toplayarak, biraz gelir elde etmeye çalışıyorlar, bunada Başakçılık deniyordu.
Bu nenede böyle birisi olduğu için, muhtar acımış, ona kimse göndermemişti. Ama nene büyük sevinç içinde dokuz kişilik yer hazırlamış, yiyecek hazırlamıştı. Nenenin çok üzüleceğini anladığımdan, ışıkları henüz sönmemiş bir eve gidip, daha yatmamış olan dokuz askeri neneyle birlikte yolladım…
Kadıncağız nasıl sevindi bir görseniz… Ertesi gün sabah erkenden bölüğü yol üzerinde topladım, yoklamayı yaptıktan sonra, tam yürüyüş emri verecekken, iki büklüm, yaşlı bir kadın, bastonuna dayanarak elinde bir torba yanıma geldi. Galiba akşam karşılaştığım nene idi.
Kumandan oğlum, bu torbada, evdeki bütün zeytinleri ne varsa koydum. Üstünede biraz çökeleğim vardı onu koydum… Bunları benim asker oğullarıma yedir emi…
Almasam, nenenin çok üzüleceğini anladığımdan, çavuşlardan birine işaret edip, elindeki torbayı aldırdım. Nene bu sefer, sevinç içinde, avucunda sımsıkı tuttuğu bir mendili açtı.
İçinden tek bir 25 kuruş çıktı. Bana uzattı.
Kumandan oğlum… biliyorum, çok az. Ama bütün param bu kadar… Bunu al, benim asker oğullarıma, hiç olmazsa bir çay içir, olurmu
Şaşırdım..
Biliyordumki, nenenin başka parası yoktu… Bütün servetini getirmişti. Yirmi beş kuruşu aldım. Kaldırarak bölüğe gösterdim..
“Bölük… Bakın neneniz, size bütün servetini bağışladı.. Bunu ona helâl ettirin..
Yürüyüş emrini verdim.. Nene arkamızdan el sallıyordu.. Bölüğüm.. O yirmi beş kuruşu helâl ettirdi… Yarısından çok fazlası Çanakkalede, şehit oldu
Mübarek ruhları şâd olsun
Mekânları Cennet Olsun
26 gün önce
YÜK VE YOL...
Eski zamanlardı. Yolların düzgün olmadığı zamanlar... Fakirdi çoğunluk, bu nedenle taşınacak yüklere talip olacak hamallar bulmak zor olmuyordu... Hamal isen iki şey önemli oluyor senin için: Yük ve yol... Ancak sırtına aldığın yükle bu mesafeyi aşabilirsen, ücret mevzu bahis oluyor. Aksi olursa, cereme çekiyorsun! Bunu düşünüyordum, yanımdaki hamalla yola çıkarken, ihtiyardı. Kendinden büyük bir yük almıştı. Benim sırtımda ise birkaç bavul vardı sadece, onunkinin çeyreği... Diyordum ki içimden: "Çok gitmeden kıvrılırsa titreyen bacakları, yüklenirim sırtındaki yükün yarısını!"
Nitekim çok geçmeden dedi ki: "Mola vakti. Gel biraz dinlenelim!.. "Ne molası, dedim ona hayretle. Ben daha terlemedim!. . "Sözüme aldırmadı. Durdu. Çöktü. Salarken yükünün ipini: "Sen de dinlen hadi" dedi. Benim canım sıkılmıştı bu işe. Genç olduğumu, ondan kuvvetli olduğumu, bunun gibi bir bunakla yola çıkmamın ne büyük hata olduğunu düşünüyordum. O ihtiyar, bir bacağını azıcık uzatmış halde sessizce dinleniyorken, ben huzursuz bir şekilde ayakta dolanıyordum. Bir saat kadar sonra yine durdu, oturdu, dinlendi. Ben kızgınlıkla dolandım etrafında...
"Yükünü indirip sen de dinlen", demesine aldırmadım, ona daha çok kızdım... Sonra yine durdu. Bana da "dinlenmemi" söyledi yine ama dinlenmedim. Yarım saat sonra "dinlenelim mi" diye sordu, aksi aksi başımı salladım...
Kaçıncı molasıydı hatırlamıyorum, birden bire dizlerimin bağı çözüldü. Kafamın içinde uçuşan karasinekler sustu, çöküp kaldım. Kayış kolumdan çıktı, sırtımdaki bavullar kaydı. Ne kadar zaman geçtiğini fark etmedim. Uyumuştum da uyandım mı, yoksa bayılmıştım da ayıldım mı anlamadım... Baktım kendi kocaman yükünün üzerine benim bavullarımı da bağlamıştı. Küçük tasına birazcık su koyup dudağıma dayadı, içtim. Sonra koluma girerek; "Hadi kalk, dedi. Bana yaslan. Ağır ağır gider ve bir süre sonra gene dinleniriz." Dediğini yaptım. Omzundan güç aldım, ama asıl anlattıkları iyi geldi bana.
"Ben yılların hamalıyım, dedi. Nice pehlivan yapılı adamlar gördüm. Çoğu, dinlenmek istemediklerinden yükleriyle birlikte kendilerini de toprağa serdi sonunda... Yolda gördüğümüz saçılmış kuru kemiklerin çoğu, anlattığım bu insanlara ait...
Halbuki bir yükü "taşımak" bizim işimiz, "altında ezilmek" değil!.. Unutma ki bir yük taşıdıkça ağırlaşır. Dinlenerek sen yükünü hafifletiyorsun! Belki günün birinde hamallığın şekli değişir. Belki o günleri ben göremem…
Lakin sen kavuşursan o zamanlara, aman ha, kafanın içinde de sakın yük taşıma... Akşamları bırak ve hafifle... Sabah dinlenmiş olarak yeniden tekrar taşırsın yükünü. Bizim işimiz, bugünü yarına taşımak, bugünün altında yok olmak değil. Çünkü yarınlarda bizi bekleyenler var, taşıdıklarımızı bekleyenler var...
Gerçek şu ki, hepimiz şu kısacık hayatın hırsla koşuşturan, bilinçsiz hamallarıyız. Herkesin yükü ağırdır kendince. Bari akşamları yüklerinizi indirin omuzlarınızdan. Hafifleyerek gidin evinize. Gülümseyerek girin kapıdan içeri. Sabaha, elbette daha kolay bulacaksınız ayağa kalkıp yükünüzü sırtlanacak o gücü!
Yüklerimizi en doğru ve bilinçli şekilde taşımak ve hayatın güçlükleri altında ezilmemek dileğiyle…
Eski zamanlardı. Yolların düzgün olmadığı zamanlar... Fakirdi çoğunluk, bu nedenle taşınacak yüklere talip olacak hamallar bulmak zor olmuyordu... Hamal isen iki şey önemli oluyor senin için: Yük ve yol... Ancak sırtına aldığın yükle bu mesafeyi aşabilirsen, ücret mevzu bahis oluyor. Aksi olursa, cereme çekiyorsun! Bunu düşünüyordum, yanımdaki hamalla yola çıkarken, ihtiyardı. Kendinden büyük bir yük almıştı. Benim sırtımda ise birkaç bavul vardı sadece, onunkinin çeyreği... Diyordum ki içimden: "Çok gitmeden kıvrılırsa titreyen bacakları, yüklenirim sırtındaki yükün yarısını!"
Nitekim çok geçmeden dedi ki: "Mola vakti. Gel biraz dinlenelim!.. "Ne molası, dedim ona hayretle. Ben daha terlemedim!. . "Sözüme aldırmadı. Durdu. Çöktü. Salarken yükünün ipini: "Sen de dinlen hadi" dedi. Benim canım sıkılmıştı bu işe. Genç olduğumu, ondan kuvvetli olduğumu, bunun gibi bir bunakla yola çıkmamın ne büyük hata olduğunu düşünüyordum. O ihtiyar, bir bacağını azıcık uzatmış halde sessizce dinleniyorken, ben huzursuz bir şekilde ayakta dolanıyordum. Bir saat kadar sonra yine durdu, oturdu, dinlendi. Ben kızgınlıkla dolandım etrafında...
"Yükünü indirip sen de dinlen", demesine aldırmadım, ona daha çok kızdım... Sonra yine durdu. Bana da "dinlenmemi" söyledi yine ama dinlenmedim. Yarım saat sonra "dinlenelim mi" diye sordu, aksi aksi başımı salladım...
Kaçıncı molasıydı hatırlamıyorum, birden bire dizlerimin bağı çözüldü. Kafamın içinde uçuşan karasinekler sustu, çöküp kaldım. Kayış kolumdan çıktı, sırtımdaki bavullar kaydı. Ne kadar zaman geçtiğini fark etmedim. Uyumuştum da uyandım mı, yoksa bayılmıştım da ayıldım mı anlamadım... Baktım kendi kocaman yükünün üzerine benim bavullarımı da bağlamıştı. Küçük tasına birazcık su koyup dudağıma dayadı, içtim. Sonra koluma girerek; "Hadi kalk, dedi. Bana yaslan. Ağır ağır gider ve bir süre sonra gene dinleniriz." Dediğini yaptım. Omzundan güç aldım, ama asıl anlattıkları iyi geldi bana.
"Ben yılların hamalıyım, dedi. Nice pehlivan yapılı adamlar gördüm. Çoğu, dinlenmek istemediklerinden yükleriyle birlikte kendilerini de toprağa serdi sonunda... Yolda gördüğümüz saçılmış kuru kemiklerin çoğu, anlattığım bu insanlara ait...
Halbuki bir yükü "taşımak" bizim işimiz, "altında ezilmek" değil!.. Unutma ki bir yük taşıdıkça ağırlaşır. Dinlenerek sen yükünü hafifletiyorsun! Belki günün birinde hamallığın şekli değişir. Belki o günleri ben göremem…
Lakin sen kavuşursan o zamanlara, aman ha, kafanın içinde de sakın yük taşıma... Akşamları bırak ve hafifle... Sabah dinlenmiş olarak yeniden tekrar taşırsın yükünü. Bizim işimiz, bugünü yarına taşımak, bugünün altında yok olmak değil. Çünkü yarınlarda bizi bekleyenler var, taşıdıklarımızı bekleyenler var...
Gerçek şu ki, hepimiz şu kısacık hayatın hırsla koşuşturan, bilinçsiz hamallarıyız. Herkesin yükü ağırdır kendince. Bari akşamları yüklerinizi indirin omuzlarınızdan. Hafifleyerek gidin evinize. Gülümseyerek girin kapıdan içeri. Sabaha, elbette daha kolay bulacaksınız ayağa kalkıp yükünüzü sırtlanacak o gücü!
Yüklerimizi en doğru ve bilinçli şekilde taşımak ve hayatın güçlükleri altında ezilmemek dileğiyle…
28 gün önce
MHP'li İzzet Ulvi Yönter Özgür Özel'i hedef aldı! "Çanlar senin için çalıyor" https://tarikhaber.com/hab...
1 ay önce
Tatlı bir yalan söylersin on kişi seni alkışlar.
Acı bir gerçek söylersin sekiz kişi sana saldırır ama iki kişi sorgulamaya başlar.
O iki kişiye selam olsun!!
Acı bir gerçek söylersin sekiz kişi sana saldırır ama iki kişi sorgulamaya başlar.
O iki kişiye selam olsun!!
1 ay önce
AMİRAL PAŞA..
Sevgili dostlarım bugün sizlerle okurken çok duygulandığım, ömrünü Deniz Kuvvetlerine ve vatanına adamış emekli bir Amiralin hayat hikayesini paylaşmak istiyorum..
Amiral Paşa eşini kısa süre önce kaybetmişti; oğlu, gelini ve torunlarıyla birlikte yaşıyordu.. Bir gece ansızın yattığı yerden fırladı telâş içinde! Odanın loş ışığında doğruldu ve saatine baktı. Saat 03:00'dü. Bir gayretle doğruldu ve parmak uçlarına basarak sessizce banyoya yöneldi. Tıraş takımını çıkardı aynanın karşısında günlük sakal tıraşını oldu, elini yüzünü yıkadı ve saçlarına bir şekil vererek yine parmak uçlarında yürüyerek elbise dolabını açtı.
Her törende giydiği üniformasını çıkarıp yatağın üzerine koydu. Özenle pijamalarını katlayıp yatağın üzerine bıraktı. Üniformasını giyerken bir şey fark etti. Biraz kilo almıştı, pantolonun beli biraz sıkmıştı. Kendi kendine emir astsubayına söyleyeyim de yeni bir üniforma için terziyi getirsin diye düşündü.
Özenle bembeyaz üniformasını giydi. Harp okulunu birincilikle bitirdiğinde aldığı sapsarı işlemeli kılıcını özenle kuşandı. Ayna karşısında son bir kez kendine baktı ve ayna karşısındaki görüntüsüne selam vererek kapıya doğru sessiz adımlarla ilerledi. Kimseyi uyandırmak istemedi.
Hafifçe kapıyı çekti ve merdivenlerden dikkatlice inmeye başladı. Sokağa çıktığında saatine bir kez daha baktı ve onu bekleyen silah arkadaşları ile buluşacağı yere doğru ilerledi. Nasıl olsa vakit var daha dedi ve sakin adımlarla aklındaki o buluşma yerine yürümeye başladı.
Evde herkes uyuyordu; oğlu Barbaros ve gelini saatin alarmı ile uyandılar. İki torunu vardı; Mustafa Deniz ve Kemal Ege, odalarında bir gün öncenin yorgunluğu ile derin bir uykuda idiler.
Gelini Rengin mutfağa girdi önce ve çay suyu koydu ocağa. Daha sonra banyoda elini yüzünü yıkadı. Bir ara babasının açık olan oda kapısını gördü ve içeri usulca baktı yatak her zamanki gibi toplanmıştı. Balkona doğru gitti orada mı diye fakat balkonda da yoktu salonda da yoktu telâşlandı.
Eşinin yanına gitti telâşla. "Barbaros kalk babam yok." Adam uyku sersemi yataktan fırladı. Telâşla kapıya koştu. Ayakkabılarının yerinde olduğunu ama beyaz ayakkabılarının olmadığını görünce telâşla çocukların odasına gitti ve büyük oğluna sordu. "Gece sen geldikten sonra kapıyı kitlenmedin mi?“
Genç adam "Baba unuttum." dedi üzgün..
"Ben kaç kere söyleyeceğim dış kapı kilitlenecek!“ diye bağırdı.
Saat 09:30 olmuştu. Adam bir yandan giyiniyor, bir yandan da söyleniyordu "Niye dikkat etmiyorsunuz!" Adam henüz giyinmişti ki telefonu çaldı. Heyecanla telefonda konuştu, adresi doğruladı, evet dedi. Aradan 5 dakika geçti kapı çaldı. Evin bütün sakinleri kapı önünde toplandı. Kapıyı açtıklarında iki resmi kıyafetli polis ve ortalarında bembeyaz üniforması ile babası duruyordu dimdik gururlu.
Babasına sarıldı Barbaros sıkıca. "Babam canım babam!..."
İçeri aldılar amiral Yavuz paşa'yı.
Adam polislere dönerek "Babamı nerde buldunuz?“ dedi. Polislerden biri "Saat 06:00'da Atatürk heykelinin önünde subay kıyafetli bir şahıs var diye anons duyduk. Gittiğimizde beyefendiyi Atatürk' ün önünde durduğunu ve ağladığını gördük. Bir müddet bekledik. Sonra kendisine sorular sorduk. Arkadaşlarını beklediğini ve bugün Mustafa Kemal' in askerlerinin burada toplanacağını söyledi.
Biraz sohbetten sonra durumu anladık kolundaki bileklikte adres ve Alzheimer hastası yazısını gördük." dedi. Barbaros babasının rahatsızlığını ve durumu izah etti.
"Kendisi emekli amiraldir. Bizleri torunlarını kimseyi tanımıyor. Unutmadığı tek şey Mustafa Kemal ATATÜRK..."
Barbaros polislere teşekkür ederek gönderir ve babasının yanına gider. Asker selâmını verir ve babasına gururla bir kez daha sarılarak;
"Babam canım babam bizi unut her şeyi unut ama Mustafa Kemal ATATÜRK'ü unutma. Çünkü o senin yaşama sebebin!" der..
Yüreği vatan ve Atatürk sevgisiyle çarpan tüm askerlere selam olsun..
Dr. Vecdet Öz
Sevgili dostlarım bugün sizlerle okurken çok duygulandığım, ömrünü Deniz Kuvvetlerine ve vatanına adamış emekli bir Amiralin hayat hikayesini paylaşmak istiyorum..
Amiral Paşa eşini kısa süre önce kaybetmişti; oğlu, gelini ve torunlarıyla birlikte yaşıyordu.. Bir gece ansızın yattığı yerden fırladı telâş içinde! Odanın loş ışığında doğruldu ve saatine baktı. Saat 03:00'dü. Bir gayretle doğruldu ve parmak uçlarına basarak sessizce banyoya yöneldi. Tıraş takımını çıkardı aynanın karşısında günlük sakal tıraşını oldu, elini yüzünü yıkadı ve saçlarına bir şekil vererek yine parmak uçlarında yürüyerek elbise dolabını açtı.
Her törende giydiği üniformasını çıkarıp yatağın üzerine koydu. Özenle pijamalarını katlayıp yatağın üzerine bıraktı. Üniformasını giyerken bir şey fark etti. Biraz kilo almıştı, pantolonun beli biraz sıkmıştı. Kendi kendine emir astsubayına söyleyeyim de yeni bir üniforma için terziyi getirsin diye düşündü.
Özenle bembeyaz üniformasını giydi. Harp okulunu birincilikle bitirdiğinde aldığı sapsarı işlemeli kılıcını özenle kuşandı. Ayna karşısında son bir kez kendine baktı ve ayna karşısındaki görüntüsüne selam vererek kapıya doğru sessiz adımlarla ilerledi. Kimseyi uyandırmak istemedi.
Hafifçe kapıyı çekti ve merdivenlerden dikkatlice inmeye başladı. Sokağa çıktığında saatine bir kez daha baktı ve onu bekleyen silah arkadaşları ile buluşacağı yere doğru ilerledi. Nasıl olsa vakit var daha dedi ve sakin adımlarla aklındaki o buluşma yerine yürümeye başladı.
Evde herkes uyuyordu; oğlu Barbaros ve gelini saatin alarmı ile uyandılar. İki torunu vardı; Mustafa Deniz ve Kemal Ege, odalarında bir gün öncenin yorgunluğu ile derin bir uykuda idiler.
Gelini Rengin mutfağa girdi önce ve çay suyu koydu ocağa. Daha sonra banyoda elini yüzünü yıkadı. Bir ara babasının açık olan oda kapısını gördü ve içeri usulca baktı yatak her zamanki gibi toplanmıştı. Balkona doğru gitti orada mı diye fakat balkonda da yoktu salonda da yoktu telâşlandı.
Eşinin yanına gitti telâşla. "Barbaros kalk babam yok." Adam uyku sersemi yataktan fırladı. Telâşla kapıya koştu. Ayakkabılarının yerinde olduğunu ama beyaz ayakkabılarının olmadığını görünce telâşla çocukların odasına gitti ve büyük oğluna sordu. "Gece sen geldikten sonra kapıyı kitlenmedin mi?“
Genç adam "Baba unuttum." dedi üzgün..
"Ben kaç kere söyleyeceğim dış kapı kilitlenecek!“ diye bağırdı.
Saat 09:30 olmuştu. Adam bir yandan giyiniyor, bir yandan da söyleniyordu "Niye dikkat etmiyorsunuz!" Adam henüz giyinmişti ki telefonu çaldı. Heyecanla telefonda konuştu, adresi doğruladı, evet dedi. Aradan 5 dakika geçti kapı çaldı. Evin bütün sakinleri kapı önünde toplandı. Kapıyı açtıklarında iki resmi kıyafetli polis ve ortalarında bembeyaz üniforması ile babası duruyordu dimdik gururlu.
Babasına sarıldı Barbaros sıkıca. "Babam canım babam!..."
İçeri aldılar amiral Yavuz paşa'yı.
Adam polislere dönerek "Babamı nerde buldunuz?“ dedi. Polislerden biri "Saat 06:00'da Atatürk heykelinin önünde subay kıyafetli bir şahıs var diye anons duyduk. Gittiğimizde beyefendiyi Atatürk' ün önünde durduğunu ve ağladığını gördük. Bir müddet bekledik. Sonra kendisine sorular sorduk. Arkadaşlarını beklediğini ve bugün Mustafa Kemal' in askerlerinin burada toplanacağını söyledi.
Biraz sohbetten sonra durumu anladık kolundaki bileklikte adres ve Alzheimer hastası yazısını gördük." dedi. Barbaros babasının rahatsızlığını ve durumu izah etti.
"Kendisi emekli amiraldir. Bizleri torunlarını kimseyi tanımıyor. Unutmadığı tek şey Mustafa Kemal ATATÜRK..."
Barbaros polislere teşekkür ederek gönderir ve babasının yanına gider. Asker selâmını verir ve babasına gururla bir kez daha sarılarak;
"Babam canım babam bizi unut her şeyi unut ama Mustafa Kemal ATATÜRK'ü unutma. Çünkü o senin yaşama sebebin!" der..
Yüreği vatan ve Atatürk sevgisiyle çarpan tüm askerlere selam olsun..
Dr. Vecdet Öz
1 ay önce
TÜRKİYE CUMHURİYETİ BİZLERE NELER VERDİ
Tarihçi Sinan Meydan’dan DEM’li Sırrı Süreyya Önder’e cevap!
DEM Partili Sırrı Süreyya Önder:
"Türkiye Cumhuriyeti kurulurken kendisini Allah'ın yerine koydu.
Allah'ı sildiler." demiş.
Allah ile aldatan Sırrı Süreyya'ya yanıt Sinan Meydan'dan...
"Cumhuriyetin nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyorsunuz.
Her şeyden önce Cumhuriyet sayesinde kul değil birey, tebaa değil yurttaşsınız.
Hatta; bugün o Cumhuriyetin meclisini yönetiyorsunuz.
Ama; her fırsatta, o Cumhuriyete saldırıyorsunuz.
Nasıl, rahat mı meclis koltukları? Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyetin, Atatürk'ün kurduğu meclisinden Atatürk'ün devrimleriyle elde ettiğiniz kazanımlarla Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyeti olur olmaz eleştirmek müthiş bir lüks olsa gerek?
Eğleniyor musunuz?
Suriye'de, Irak'ta, Filistin'de, Ortadoğu'da sizin gibi iyi koşullara sahip vekiller yok.
Ne vekili?
Meclis bile yok...
Bugün Türkiye'nin etrafında dinciliğin, mezhepçiliğin, etnik bölünmenin girdabında cihatçı çetelerin, terör örgütlerinin cirit attığı, yıllardır dikta rejimlerinin halkın kanını emdiği, emperyalizmin oyun alanına dönen Ortadoğu'da oluk oluk kan akarken, her gün çocuklar öldürülürken, insanlar demokrasi ve barışa hasret kalmışken, sizin hala Atatürk'ün kurduğu laik cumhuriyetin anlam ve önemini kavrayamamanız trajik doğrusu.
Cumhuriyet tabi ki eleştirilebilir. Ancak; cumhuriyeti şeriat hukuku yerine laik hukuku kabul ettiği için eleştirmek bağnazlık veya cehalet göstergesinden başka bir şey değildir.
Klasik siyasal İslamcı ağzıyla konuşuyorsunuz.
Neymiş?
Cumhuriyet kendini Allah'ın yerine koymuş!
Koca bir palavra...
● Benim manevi mirasım ilim ve akıldır.
diyen Atatürk'ün kurduğu bu cumhuriyet, egemenliği saraydan, sultandan alıp asıl sahibine, ulusa verdi.
Bu amaçla Atatürk; savaşın ortasında, orduyu kurmadan önce meclisi kurdu. Bu meclis, saray saltanatına, şeriat hukukuna son verdi.
Atatürk; Türkiye'yi dinsel kurallarla değil, insan aklının eseri çağdaş kurallarla yönetecek laik bir düzen kurdu.
Çok da doğru yaptı.
Laiklik olmadan o dilinize doladığınız demokrasinin kurulması olanaksızdır.
İyi kötü işleyen bir Türk demokrasisi varsa, daha doğrusu yakın zamanlara kadar vardı, bunun temelinde Atatürk'ün laik karakterli devrimlerinin olduğunu biraz tarih ve sosyoloji bilen herkes görebilir.
Kaç tane pkk var biliyor musunuz?
Kaç tane pkk var biliyor musunuz?
Cumhuriyet, kendini Allah'ın yerine falan koymadı.
Cumhuriyet; halkçı bir anlayışla, 7'den 70'e halkın aydınlanması için bir eğitim devrimi yaptı. Cumhuriyet, köye okul ve öğretmen götürdü.
Siz de cumhuriyetin o okullarından yetişmediniz mi?
Cumhuriyet; halkın kanını emen aşiret yapısına, ağalık düzenine, tarikat, cemaat baskısına, medrese kafasına karşı çıktı. Çağdaş uygarlık değerlerini savundu.
Cumhuriyet, kadına insanlık onuruna yakışır haklar verdi.
Cumhuriyet; bağımsız, üniter, laik bir ulus devlet olarak kuruldu.
Atatürk; Lozan'da elde edilen barışı, yurtta barış, dünyada barış formülüyle bir barış düzeni haline getirdi.
Cumhuriyet; uzak, yakın, neredeyse tüm ülkelerle iyi ilişkiler kurdu.
O cumhuriyet; etrafı ateş çemberi ile çevrili bu coğrafyada, şimdilik 101 yıldır yeni bir savaşın parçası olmadı.
Başı sıkışan herkes soluğu Türkiye'de aldı, alıyor.
Cumhuriyet dine değil yobazlığa karşı çıktı.
Camiler açıktı.
Cumhuriyeti kuranlar savaşta zarar görmüş ve tarihi değeri olan camileri tamir ettiler.
Kuran'ı Türkçeye tefsir ettirdiler. Dini bayramlar özgürce kutlandı. Ezan hep okundu.
Ezanın 1932'den itibaren Türkçe okunmasını 'Allah'ı yasakladılar!' diye açıklamak ise düpedüz bir aldatmacadır.
Türk ulusunun Allah'a, kendi dilinde, tanrı diye seslenmesinden daha doğal ne olabilir.
Bundan ancak Arap hayranları ve Türkçeye düşman olanlar rahatsız olur.
Bu Cumhuriyeti sokakta bulmadık. Bu Cumhuriyetin nimetlerinden yararlanıp her fırsatta bu cumhuriyete saldırdığınızda karşınızda beni bulacaksınız."
Sinan Meydan
DİP NOT:
—Mevlâ : Farsça
—Rab : İbranice
—Allâh : Arapça
— Tanrı : Türkçe.
CIAsal İslamcılar ve CIAsal Kürkçüler ele vererek "aman Tanrı derseniz günah" derler..
Ülen, Mevlâ ve Râb deyince cennete mi gidiyorsunuz?!..
Tarihçi Sinan Meydan’dan DEM’li Sırrı Süreyya Önder’e cevap!
DEM Partili Sırrı Süreyya Önder:
"Türkiye Cumhuriyeti kurulurken kendisini Allah'ın yerine koydu.
Allah'ı sildiler." demiş.
Allah ile aldatan Sırrı Süreyya'ya yanıt Sinan Meydan'dan...
"Cumhuriyetin nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyorsunuz.
Her şeyden önce Cumhuriyet sayesinde kul değil birey, tebaa değil yurttaşsınız.
Hatta; bugün o Cumhuriyetin meclisini yönetiyorsunuz.
Ama; her fırsatta, o Cumhuriyete saldırıyorsunuz.
Nasıl, rahat mı meclis koltukları? Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyetin, Atatürk'ün kurduğu meclisinden Atatürk'ün devrimleriyle elde ettiğiniz kazanımlarla Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyeti olur olmaz eleştirmek müthiş bir lüks olsa gerek?
Eğleniyor musunuz?
Suriye'de, Irak'ta, Filistin'de, Ortadoğu'da sizin gibi iyi koşullara sahip vekiller yok.
Ne vekili?
Meclis bile yok...
Bugün Türkiye'nin etrafında dinciliğin, mezhepçiliğin, etnik bölünmenin girdabında cihatçı çetelerin, terör örgütlerinin cirit attığı, yıllardır dikta rejimlerinin halkın kanını emdiği, emperyalizmin oyun alanına dönen Ortadoğu'da oluk oluk kan akarken, her gün çocuklar öldürülürken, insanlar demokrasi ve barışa hasret kalmışken, sizin hala Atatürk'ün kurduğu laik cumhuriyetin anlam ve önemini kavrayamamanız trajik doğrusu.
Cumhuriyet tabi ki eleştirilebilir. Ancak; cumhuriyeti şeriat hukuku yerine laik hukuku kabul ettiği için eleştirmek bağnazlık veya cehalet göstergesinden başka bir şey değildir.
Klasik siyasal İslamcı ağzıyla konuşuyorsunuz.
Neymiş?
Cumhuriyet kendini Allah'ın yerine koymuş!
Koca bir palavra...
● Benim manevi mirasım ilim ve akıldır.
diyen Atatürk'ün kurduğu bu cumhuriyet, egemenliği saraydan, sultandan alıp asıl sahibine, ulusa verdi.
Bu amaçla Atatürk; savaşın ortasında, orduyu kurmadan önce meclisi kurdu. Bu meclis, saray saltanatına, şeriat hukukuna son verdi.
Atatürk; Türkiye'yi dinsel kurallarla değil, insan aklının eseri çağdaş kurallarla yönetecek laik bir düzen kurdu.
Çok da doğru yaptı.
Laiklik olmadan o dilinize doladığınız demokrasinin kurulması olanaksızdır.
İyi kötü işleyen bir Türk demokrasisi varsa, daha doğrusu yakın zamanlara kadar vardı, bunun temelinde Atatürk'ün laik karakterli devrimlerinin olduğunu biraz tarih ve sosyoloji bilen herkes görebilir.
Kaç tane pkk var biliyor musunuz?
Kaç tane pkk var biliyor musunuz?
Cumhuriyet, kendini Allah'ın yerine falan koymadı.
Cumhuriyet; halkçı bir anlayışla, 7'den 70'e halkın aydınlanması için bir eğitim devrimi yaptı. Cumhuriyet, köye okul ve öğretmen götürdü.
Siz de cumhuriyetin o okullarından yetişmediniz mi?
Cumhuriyet; halkın kanını emen aşiret yapısına, ağalık düzenine, tarikat, cemaat baskısına, medrese kafasına karşı çıktı. Çağdaş uygarlık değerlerini savundu.
Cumhuriyet, kadına insanlık onuruna yakışır haklar verdi.
Cumhuriyet; bağımsız, üniter, laik bir ulus devlet olarak kuruldu.
Atatürk; Lozan'da elde edilen barışı, yurtta barış, dünyada barış formülüyle bir barış düzeni haline getirdi.
Cumhuriyet; uzak, yakın, neredeyse tüm ülkelerle iyi ilişkiler kurdu.
O cumhuriyet; etrafı ateş çemberi ile çevrili bu coğrafyada, şimdilik 101 yıldır yeni bir savaşın parçası olmadı.
Başı sıkışan herkes soluğu Türkiye'de aldı, alıyor.
Cumhuriyet dine değil yobazlığa karşı çıktı.
Camiler açıktı.
Cumhuriyeti kuranlar savaşta zarar görmüş ve tarihi değeri olan camileri tamir ettiler.
Kuran'ı Türkçeye tefsir ettirdiler. Dini bayramlar özgürce kutlandı. Ezan hep okundu.
Ezanın 1932'den itibaren Türkçe okunmasını 'Allah'ı yasakladılar!' diye açıklamak ise düpedüz bir aldatmacadır.
Türk ulusunun Allah'a, kendi dilinde, tanrı diye seslenmesinden daha doğal ne olabilir.
Bundan ancak Arap hayranları ve Türkçeye düşman olanlar rahatsız olur.
Bu Cumhuriyeti sokakta bulmadık. Bu Cumhuriyetin nimetlerinden yararlanıp her fırsatta bu cumhuriyete saldırdığınızda karşınızda beni bulacaksınız."
Sinan Meydan
DİP NOT:
—Mevlâ : Farsça
—Rab : İbranice
—Allâh : Arapça
— Tanrı : Türkçe.
CIAsal İslamcılar ve CIAsal Kürkçüler ele vererek "aman Tanrı derseniz günah" derler..
Ülen, Mevlâ ve Râb deyince cennete mi gidiyorsunuz?!..
1 ay önce
1 ay önce
YAŞANMIŞ GERÇEK BİR HİKAYE OKUYUNUZ
Balıkesir’de Ali Sururi İlkokulu karşısındaki boşlukta, eski ayakkabı tamircisi, kır,
pala bıyıklı bir ihtiyar olan Cevdet (Alkalp)
dede vardı.
Bir akşamüstü konu Çanakkale’ye gelince ağlamaya başladı. Ve devam etti…:
“Rahmetli babam, Hafız Ali Çanakkale’de kaldığında, anamın karnında yedi aylıkmışım. Onu hiç tanımadım. Bir fotoğrafı bile yoktu.
O günler çok zor günlerdi. Seferberliğin sıkıntıları, kuvayi milliye zamanı, işgal yılları, kurtuluş, yokluk, sıkıntı… Çocukluğumuz
hep ekmek peşinde, sıkıntıyla geçti.
Ama anam, benim çocukluğumdan itibaren
her sokağa çıkışta, her nereye giderse
yanıma gelir ve:
– Oğlum ben pazara gidiyorum.
Baban gelirse beni hemen çağır ha..!
– Ben teyzenlere gidiyorum.
Baban gelirse beni hemen çağır ha..!
– Ben komşulara gidiyorum.
Baban gelirse beni hemen çağır ha..! derdi.
Anam babamı bekledi durdu..
Büyüdüm, dükkân açtım.
Annem yine her bir yere gidişte dükkâna gelir, gideceği yeri söyler ve “Baban gelirse beni
çağır ha..!” diye eklerdi.
Aradan yıllar geçti. Anacığım ihtiyarladı.
Gene hep değneğini kaparak bana gelir ve “Baban gelirse beni çağır ha..!” diye tembihlerdi.
Günü geldi ağırlaştı.
Ölüm döşeğinde bizimle helalleşti.
“Bana iyi baktınız, hakkınızı helal edin” dedi.
Bana döndü yavaşça:
“Baban gelirse ona:
‘Annem hep seni bekledi’ de!” dedi.
Birden irkilerek doğruldu ve kapıya doğru gülümseyerek:
“Hoş geldin bey, Hoş geldin!” diyerek ruhunu teslim etti.”😔
(Cevdet Alkalp’le Röportaj Yapan Kişi Araştırmacı Yazar ve Bursa Çınar Anadolu Lisesi Coğrafya Öğretmeni Mustafa Doğru)
Balıkesir’de Ali Sururi İlkokulu karşısındaki boşlukta, eski ayakkabı tamircisi, kır,
pala bıyıklı bir ihtiyar olan Cevdet (Alkalp)
dede vardı.
Bir akşamüstü konu Çanakkale’ye gelince ağlamaya başladı. Ve devam etti…:
“Rahmetli babam, Hafız Ali Çanakkale’de kaldığında, anamın karnında yedi aylıkmışım. Onu hiç tanımadım. Bir fotoğrafı bile yoktu.
O günler çok zor günlerdi. Seferberliğin sıkıntıları, kuvayi milliye zamanı, işgal yılları, kurtuluş, yokluk, sıkıntı… Çocukluğumuz
hep ekmek peşinde, sıkıntıyla geçti.
Ama anam, benim çocukluğumdan itibaren
her sokağa çıkışta, her nereye giderse
yanıma gelir ve:
– Oğlum ben pazara gidiyorum.
Baban gelirse beni hemen çağır ha..!
– Ben teyzenlere gidiyorum.
Baban gelirse beni hemen çağır ha..!
– Ben komşulara gidiyorum.
Baban gelirse beni hemen çağır ha..! derdi.
Anam babamı bekledi durdu..
Büyüdüm, dükkân açtım.
Annem yine her bir yere gidişte dükkâna gelir, gideceği yeri söyler ve “Baban gelirse beni
çağır ha..!” diye eklerdi.
Aradan yıllar geçti. Anacığım ihtiyarladı.
Gene hep değneğini kaparak bana gelir ve “Baban gelirse beni çağır ha..!” diye tembihlerdi.
Günü geldi ağırlaştı.
Ölüm döşeğinde bizimle helalleşti.
“Bana iyi baktınız, hakkınızı helal edin” dedi.
Bana döndü yavaşça:
“Baban gelirse ona:
‘Annem hep seni bekledi’ de!” dedi.
Birden irkilerek doğruldu ve kapıya doğru gülümseyerek:
“Hoş geldin bey, Hoş geldin!” diyerek ruhunu teslim etti.”😔
(Cevdet Alkalp’le Röportaj Yapan Kişi Araştırmacı Yazar ve Bursa Çınar Anadolu Lisesi Coğrafya Öğretmeni Mustafa Doğru)
1 ay önce
"Seni İbadet Yapmaya Layık Görmesi,
ALLAH'IN Armağanı Olarak Sana Yeter."
#Boykotadevam
#filistin
#Doğutürkistan
#Afrika
#Arakan
ALLAH'IN Armağanı Olarak Sana Yeter."
#Boykotadevam
#filistin
#Doğutürkistan
#Afrika
#Arakan
1 ay önce
"Eğer Bir Gün Yolunuzu Kaybederseniz Bir Çocuğun Gözlerinin İçine Bakın;
Çünkü Bir çocuğun Bir Yetişkine Öğretebileceği Her Zaman Üç Şey Vardır:
Nedensiz Yere Mutlu Olmak,
Her Zaman Meşgul Olabilecek Bir Şey Bulmak ve Elde Etmek İstediği Şey İçin Var Gücüyle Dayatmaktır."
Çünkü Bir çocuğun Bir Yetişkine Öğretebileceği Her Zaman Üç Şey Vardır:
Nedensiz Yere Mutlu Olmak,
Her Zaman Meşgul Olabilecek Bir Şey Bulmak ve Elde Etmek İstediği Şey İçin Var Gücüyle Dayatmaktır."
1 ay önce
Üç gündür yemek saatinde aynı ekmek ve içinde salça ile kahvaltısını ettiğini görünce bunda bir iş var dedim.
... Çünkü bu çocuk sınıfa her gün değişik yemek ile gelirdi ve mutlaka yanında bir şeylerde içerdi.
... Ama üç gündür aynı ekmek , yanında içecek ise yok maalesef. Farkettim ki ekmeği bitince benden izin alıyor, tuvalete diye çıkıyor. Bugün gittim koridorda peşinden, baktım ki su içiyor doya doya tuvaletteki çeşmeden. Anladım ki 2,25 TL’ si de yok su alacak. Annesi de üç gündür unutmaz ki yoksa çocuğu susuz kalacak. Var bunda bir iş dedim, ‘’Kızım yarın annen bana bir gelsin’’ diye tembihledim. ‘’Annem gelemez’’ deyince sebebini öğrenmek istedim. Annem babama bakıyor, evden çıkamıyor dedi. Ayrıntıları sormadım. Öğlen okul çıkışı bir süt alıp onunla beraber evlerine vardım. Bir hasta ziyareti yapalım diye geldim dedim annesine. Bir abi yatıyor içeride, yaşı 35 belki de. Ama tartsan 40 kilo gelmez bence. Mutfağa geçtik, biraz dertleştik Ayfer abla ile. Önce arabalarını satmışlar, o bitince borç almışlar. Kanser tedavisi için ne duydularsa yapmışlar. Ama çare bulamamışlar. Ölüyor benim eşim dedi. Hasta olunca işten de çıkmış, elde avuçta ne varsa da harcanmış. Ayfer abla ne yapsın, bir işe de giremiyor. Evde eşi, okula giden Zeynep’i ve 4 yaşında kardeşine bakacak kimse bulamıyor. ‘’İki ay oldu, defter doldu, bakkal da artık her istediğimizi vermiyor. Evimiz kira değil ama duvarlar yenmiyor. Haklısınız, üç gündür bir şey koyamadım yanına Zeynep’in. Ama peynir ekmek de olsa aç kalmasın dedim’’. İki su, bir elektrik faturası vardı masanın üstünde. Bu ay doğalgazı ödeyebilmişler sadece. Baktım son tarihlerine, elektrik de kesilmek üzere. Dönüp baktım Ayfer ablanın yüzüne. Sanki ne olur al der gibi bakıyor benim gözlerime. Aynı rahmetli annemin bakışı, o böyle bakardı mahçup olup bir şey diyemediğinde. Ben evli değilim. Emekli imam babam ile beraber bir hayat sürmekteyim. Onunda maaşı var, benimde. Bu ay ki maaşım feda olsun dedim bu aileye. Postaneye gidip faturaları ödedim. Market, kasap işlerini de hallettim. Okula gittim tekrar, kantinci ablaya bir aylık Zeynep için parayı peşin ödedim. Ama sıkı tembih ettim. Çocuk beni bilmeyecek, dua ederse sana edecek. Eve gelip ayağa kalkamayan babama yemeğini koyayım sonra oraya varayım dedim. Sordu tabii hayırdır sen nereye diye..? Anlattım. Demez mi bundan sonra her ay onların faturalarını ben yatırayım. Allah razı olsun. Baba da olsa, her şey hikaye içinde yoksa. Ayfer ablaya vardım. Faturaları anlattım. Aldıklarımı da bıraktım. Şimdi sırada bakkal vardı, onu da kapatalım. Tarif et, sen gelme dedim. Tarifi üzerine gidip hepsini ödedim. Kalan parayı da götürüp, Ayfer ablaya verdim. Vedalaşıp yola çıktım. Ailenin ettiği duayı, yaşadığı duyguları anlatmayacağım şimdi size. Çünkü benimkisi başka bir hikaye. O gün bu aile için 3.910 TL para harcamıştım. Artık akşam oluyordu, arabam ile eve yaklaşmıştım. Benim annenim ablası var, öz teyzem yani. Ara sıra uğrar görürüm tüm işlerini. Çocuğu yoktu, ama iki emekli maaşı almakta idi. Aradı, gel bakalım evladım diye beni çağırdı. Harcayamadığı paraları bir cüzdana koymuş. Valla baktım ki bir deste olmuş. ‘’Al bunları, ben düğününü göremem ama alırsın sana lazım olanları. Tamamı senindir, inşaallah bunlar senin ihtiyaçlarını giderir’’ dedi. Allah’ım… Ben maaşımın hepsini harcamıştım. Hatta babamdan istemeyeyim diye arabama bir ay benzin bile alamayacaktım. Bugün aklıma gelmezdi bana bunları vereceğin. Borcunu iki saat içinde ödeyeceğin… Harcadığımın beş katından fazlası vardı şimdi cebimde.
Ben şimdi bu paranın bereketiyle benzin de alacağım, kalanı ile de Zeynep’in ailesini birkaç ay daha ekmeksiz bırakmayacağım…
👏🇹🇷🇹🇷
Hayat ve Farkındalık
... Çünkü bu çocuk sınıfa her gün değişik yemek ile gelirdi ve mutlaka yanında bir şeylerde içerdi.
... Ama üç gündür aynı ekmek , yanında içecek ise yok maalesef. Farkettim ki ekmeği bitince benden izin alıyor, tuvalete diye çıkıyor. Bugün gittim koridorda peşinden, baktım ki su içiyor doya doya tuvaletteki çeşmeden. Anladım ki 2,25 TL’ si de yok su alacak. Annesi de üç gündür unutmaz ki yoksa çocuğu susuz kalacak. Var bunda bir iş dedim, ‘’Kızım yarın annen bana bir gelsin’’ diye tembihledim. ‘’Annem gelemez’’ deyince sebebini öğrenmek istedim. Annem babama bakıyor, evden çıkamıyor dedi. Ayrıntıları sormadım. Öğlen okul çıkışı bir süt alıp onunla beraber evlerine vardım. Bir hasta ziyareti yapalım diye geldim dedim annesine. Bir abi yatıyor içeride, yaşı 35 belki de. Ama tartsan 40 kilo gelmez bence. Mutfağa geçtik, biraz dertleştik Ayfer abla ile. Önce arabalarını satmışlar, o bitince borç almışlar. Kanser tedavisi için ne duydularsa yapmışlar. Ama çare bulamamışlar. Ölüyor benim eşim dedi. Hasta olunca işten de çıkmış, elde avuçta ne varsa da harcanmış. Ayfer abla ne yapsın, bir işe de giremiyor. Evde eşi, okula giden Zeynep’i ve 4 yaşında kardeşine bakacak kimse bulamıyor. ‘’İki ay oldu, defter doldu, bakkal da artık her istediğimizi vermiyor. Evimiz kira değil ama duvarlar yenmiyor. Haklısınız, üç gündür bir şey koyamadım yanına Zeynep’in. Ama peynir ekmek de olsa aç kalmasın dedim’’. İki su, bir elektrik faturası vardı masanın üstünde. Bu ay doğalgazı ödeyebilmişler sadece. Baktım son tarihlerine, elektrik de kesilmek üzere. Dönüp baktım Ayfer ablanın yüzüne. Sanki ne olur al der gibi bakıyor benim gözlerime. Aynı rahmetli annemin bakışı, o böyle bakardı mahçup olup bir şey diyemediğinde. Ben evli değilim. Emekli imam babam ile beraber bir hayat sürmekteyim. Onunda maaşı var, benimde. Bu ay ki maaşım feda olsun dedim bu aileye. Postaneye gidip faturaları ödedim. Market, kasap işlerini de hallettim. Okula gittim tekrar, kantinci ablaya bir aylık Zeynep için parayı peşin ödedim. Ama sıkı tembih ettim. Çocuk beni bilmeyecek, dua ederse sana edecek. Eve gelip ayağa kalkamayan babama yemeğini koyayım sonra oraya varayım dedim. Sordu tabii hayırdır sen nereye diye..? Anlattım. Demez mi bundan sonra her ay onların faturalarını ben yatırayım. Allah razı olsun. Baba da olsa, her şey hikaye içinde yoksa. Ayfer ablaya vardım. Faturaları anlattım. Aldıklarımı da bıraktım. Şimdi sırada bakkal vardı, onu da kapatalım. Tarif et, sen gelme dedim. Tarifi üzerine gidip hepsini ödedim. Kalan parayı da götürüp, Ayfer ablaya verdim. Vedalaşıp yola çıktım. Ailenin ettiği duayı, yaşadığı duyguları anlatmayacağım şimdi size. Çünkü benimkisi başka bir hikaye. O gün bu aile için 3.910 TL para harcamıştım. Artık akşam oluyordu, arabam ile eve yaklaşmıştım. Benim annenim ablası var, öz teyzem yani. Ara sıra uğrar görürüm tüm işlerini. Çocuğu yoktu, ama iki emekli maaşı almakta idi. Aradı, gel bakalım evladım diye beni çağırdı. Harcayamadığı paraları bir cüzdana koymuş. Valla baktım ki bir deste olmuş. ‘’Al bunları, ben düğününü göremem ama alırsın sana lazım olanları. Tamamı senindir, inşaallah bunlar senin ihtiyaçlarını giderir’’ dedi. Allah’ım… Ben maaşımın hepsini harcamıştım. Hatta babamdan istemeyeyim diye arabama bir ay benzin bile alamayacaktım. Bugün aklıma gelmezdi bana bunları vereceğin. Borcunu iki saat içinde ödeyeceğin… Harcadığımın beş katından fazlası vardı şimdi cebimde.
Ben şimdi bu paranın bereketiyle benzin de alacağım, kalanı ile de Zeynep’in ailesini birkaç ay daha ekmeksiz bırakmayacağım…
👏🇹🇷🇹🇷
Hayat ve Farkındalık
1 ay önce
OSMANLI’NIN EFSANE SİLAHŞÖRÜ:
YAKUP CEMİL - 1
1903'te Harp Okulunu bitirdi, dağlarda yıllarca eşkiya kovaladı. Başarılarının yanında sertliği ve acımasızlığı ile dillere destan olmuştu.
Sonra İttihad ve Teraki Cemiyeti'ne girdi. 1908'de Meşrutiyet ilán edilince askerlikten ayrıldı. Artık sadece İttihat Terakki için çalışacaktı. 1911'de İtalyanlar Libya'yı işgal edince, Yakup Cemil Enver Bey ve Mustafa Kemal'e birlikte gönüllü olarak Libya'ya gitti. Göğüs göğüse çarpışmalarda yıldızı daha da parladı.
İttihatçılar 1913'ün 23 Ocak günü Babıali'yi basıp yönetimi ele geçirdiler. Yakup Cemil baskın sırasında olayın baş kahramanı olan Enver Bey'in yanıbaşında ve en önde idi. Binaya girmelerinden sonra Harbiye Nazırı Nazım Paşa'yı şakağından vurdu. ‘‘Ne yaptın Yakup Cemil?’’ diye soran Enver'e yanıtı şöyle oldu:
"Bu işin şakası yok, ihtilal yapıyoruz Enver Bey!.. Başaramazsak bizim kellemiz gidecek’’
Eğer Yakup Cemil Nazım Paşa’yı vurmasaydı her şey tersine dönebilirdi.
Sonraki yıllarda Osmanlı 1. Dünya Savaşına girdi. Enver Paşa, ta Rumeli'de eşkiya kovaladıkları günlerden beri siláh arkadaşı olan Yakup Cemil'e Nazım Paşa cinayeti için ceza vermek istemedi ve onu Teşkilatı Mahsusa’ya müfreze komutanı olarak aldı. Ama Yakup Cemil’in bir şartı vardı müfreze subaylarını ve askerlerini kendisi seçecekti. İsteği kabul edildi ve beraberindeki subaylarla atını Sinop Cezaevine topukladı.
Sinop Cezaevi imparatorluğun en azılı mahkumlarının toplandığı yerdi. Değil gardiyanlar, Jandarmalar bile mahkumların arasına giremezdi. Ama Yakup Cemil avluya tek başına indi. Avluda bir sandalyenin üstüne çıktı ve gür bir sesle onlara seslendi:
“Hepiniz hayatı beş para etmeyen adamlarsınız!..Burada lağım fareleri gibi yasayıp it gibi öleceksiniz... Benim adım Yakup Cemil... Namımı duyanlar duymayanlara anlatsın... Sizi vatan hizmetinde savaşmak için buradan almaya geldim. Ya benim emrimde “öl” dediğimde onurunuzla şehit olacaksınız ya da burada it gibi gebereceksiniz.”
Avludaki katillerden birinin 14 cinayeti vardı. Berberdi ve bütün cinayetlerini ustura ile boğazları keserek işlemişti. Bu bilgileri katilden öğrenen Yakup Cemil elini cebine atıp usturasını çıkardı:
“Al bakalım usturayı, elin hafif mi ağır mı görelim" dedi.
Yakup Cemil sandalyeyi altına çekip oturdu. Berber usturayı eline aldı. 14 kişinin boğazını kesen berberin elinde ustura, elinin altında Yakup Cemil'in boğazı vardı. Cezaevi subayları, askerleri, avludaki mahkumlar, herkes nefesini tutmuş olayı izliyordu. Berber traşa başladığında bütün kalpler duracak gibiydi. Ölüm ile liderlik arasındaki süre saniyeden de kısaydı. Yakup Cemil’in verdiği liderlik sınavını herkes önce korku sonra hayranlıkla izledi.
Traş bittikten sonra Yakup Cemil ayağa kalktı:
“Aferin” dedi, “elin baya hafifmiş. Seni özel berberim tayin ettim.”
Sinop Cezaevi katilleri atlandırılıp Kafkasya Cephesi'ne doğru dizgin doldurdular. İlk geceyi geçirecekleri yer Çorum idi. Bütün hanlar dolunca emrindekilerin bir kısmını evlere dağıttı. Sabah Çorum Saat Kulesi’nin çevresinde toplanılacaktı. Sinop Cezaevi katillerinin hiçbirisi kaçmamıştı.
Yakup Cemil buna sevinirken yaşlı bir adam ağlayarak yanına geldi.
“Cepheye giden asker diye evimize alıp konuk ettik. Böyle asker mi olur? Evimize aldığımız iki kişi gece kızıma ve gelinime tecavüz ettiler. Ne biçim subaysın sen beee!..” diye bağırıyordu yaşlı adam.
Yakup Cemil’in tepesi atmıştı. “Göster o iki kişiyi bana” diye bağırdı. Yaşlı adam onları bulup gösterdi. Yakup Cemil tecavüzcü mahkumları iki ağaca urganla bağlattı. 14 kişiyi ustura ile öldüren berberi çağırdı yanına.
“Bunların başındaki saçları kazı hemen” diye bağırdı. Denilen yapıldıktan sonra Yakup Cemil yine sertleşti. “Şimdi ustura ile arkadan öne doğru bir elif çiz, yarık derin olsun ama.”
Tecavüzcülerin başlarında derin bir yarık açıldığında yüzü, boynu kanlar içinde kalmıştı. Acı bir sesle bağırıyorlardı. Bu bağrış arasında Yakup Cemil toplanma alanındaki askerlere seslendi:
“Herkes üstündeki elbislerinden üç tane bit bulup bu şerefsizlerin başına atacaksınız.”
Elbiselerde bitin çok olduğu yıllardı. Üç bit bulmak zor olmadı. Bulunan bitler tecavüzcülerin başına bırakıldığında binlerce bit kanı görünce baş etinin altında gidebildiği kadar gidip bayram ediyorlardı. Ortalık tecavüzcü mahkumların çığlıkları ile inliyordu. Bir süre sonra da beyinlerine giren bitlere mağlup olup sesleri kesildi. Diğer mahkumlar korku içinde olanları izlerken Yakup Cemil’in gür sesi yükseliyordu:
“İçinizden her kim ki benim emrime uymaz, vatanın namusunu, vatandaşın namusunu kirletirse sonunuz işte böyle olacaktır.”
Ve o günden sonra Sinop Cezaevi mahkumları Kafkasya Cephesinde kahramanca savaştılar, hiçbir disiplinsizlik olmadı. Çünkü komutanları Yakup Cemil’di.
Rusların gemilerle Batum Limanı'na indirdiği askerlere daha onlar silah kuşanmadan gece karanlığında baskın yaptılar. Binlerce askeri Batum Limanı'nda etkisiz duruma getirip karanlıkta kayboldular. Artık Kafkasya Cephesinde Yakup Cemil efsanesi dağlarda yankılanıyordu.
Alper Aksoy
YAKUP CEMİL - 1
1903'te Harp Okulunu bitirdi, dağlarda yıllarca eşkiya kovaladı. Başarılarının yanında sertliği ve acımasızlığı ile dillere destan olmuştu.
Sonra İttihad ve Teraki Cemiyeti'ne girdi. 1908'de Meşrutiyet ilán edilince askerlikten ayrıldı. Artık sadece İttihat Terakki için çalışacaktı. 1911'de İtalyanlar Libya'yı işgal edince, Yakup Cemil Enver Bey ve Mustafa Kemal'e birlikte gönüllü olarak Libya'ya gitti. Göğüs göğüse çarpışmalarda yıldızı daha da parladı.
İttihatçılar 1913'ün 23 Ocak günü Babıali'yi basıp yönetimi ele geçirdiler. Yakup Cemil baskın sırasında olayın baş kahramanı olan Enver Bey'in yanıbaşında ve en önde idi. Binaya girmelerinden sonra Harbiye Nazırı Nazım Paşa'yı şakağından vurdu. ‘‘Ne yaptın Yakup Cemil?’’ diye soran Enver'e yanıtı şöyle oldu:
"Bu işin şakası yok, ihtilal yapıyoruz Enver Bey!.. Başaramazsak bizim kellemiz gidecek’’
Eğer Yakup Cemil Nazım Paşa’yı vurmasaydı her şey tersine dönebilirdi.
Sonraki yıllarda Osmanlı 1. Dünya Savaşına girdi. Enver Paşa, ta Rumeli'de eşkiya kovaladıkları günlerden beri siláh arkadaşı olan Yakup Cemil'e Nazım Paşa cinayeti için ceza vermek istemedi ve onu Teşkilatı Mahsusa’ya müfreze komutanı olarak aldı. Ama Yakup Cemil’in bir şartı vardı müfreze subaylarını ve askerlerini kendisi seçecekti. İsteği kabul edildi ve beraberindeki subaylarla atını Sinop Cezaevine topukladı.
Sinop Cezaevi imparatorluğun en azılı mahkumlarının toplandığı yerdi. Değil gardiyanlar, Jandarmalar bile mahkumların arasına giremezdi. Ama Yakup Cemil avluya tek başına indi. Avluda bir sandalyenin üstüne çıktı ve gür bir sesle onlara seslendi:
“Hepiniz hayatı beş para etmeyen adamlarsınız!..Burada lağım fareleri gibi yasayıp it gibi öleceksiniz... Benim adım Yakup Cemil... Namımı duyanlar duymayanlara anlatsın... Sizi vatan hizmetinde savaşmak için buradan almaya geldim. Ya benim emrimde “öl” dediğimde onurunuzla şehit olacaksınız ya da burada it gibi gebereceksiniz.”
Avludaki katillerden birinin 14 cinayeti vardı. Berberdi ve bütün cinayetlerini ustura ile boğazları keserek işlemişti. Bu bilgileri katilden öğrenen Yakup Cemil elini cebine atıp usturasını çıkardı:
“Al bakalım usturayı, elin hafif mi ağır mı görelim" dedi.
Yakup Cemil sandalyeyi altına çekip oturdu. Berber usturayı eline aldı. 14 kişinin boğazını kesen berberin elinde ustura, elinin altında Yakup Cemil'in boğazı vardı. Cezaevi subayları, askerleri, avludaki mahkumlar, herkes nefesini tutmuş olayı izliyordu. Berber traşa başladığında bütün kalpler duracak gibiydi. Ölüm ile liderlik arasındaki süre saniyeden de kısaydı. Yakup Cemil’in verdiği liderlik sınavını herkes önce korku sonra hayranlıkla izledi.
Traş bittikten sonra Yakup Cemil ayağa kalktı:
“Aferin” dedi, “elin baya hafifmiş. Seni özel berberim tayin ettim.”
Sinop Cezaevi katilleri atlandırılıp Kafkasya Cephesi'ne doğru dizgin doldurdular. İlk geceyi geçirecekleri yer Çorum idi. Bütün hanlar dolunca emrindekilerin bir kısmını evlere dağıttı. Sabah Çorum Saat Kulesi’nin çevresinde toplanılacaktı. Sinop Cezaevi katillerinin hiçbirisi kaçmamıştı.
Yakup Cemil buna sevinirken yaşlı bir adam ağlayarak yanına geldi.
“Cepheye giden asker diye evimize alıp konuk ettik. Böyle asker mi olur? Evimize aldığımız iki kişi gece kızıma ve gelinime tecavüz ettiler. Ne biçim subaysın sen beee!..” diye bağırıyordu yaşlı adam.
Yakup Cemil’in tepesi atmıştı. “Göster o iki kişiyi bana” diye bağırdı. Yaşlı adam onları bulup gösterdi. Yakup Cemil tecavüzcü mahkumları iki ağaca urganla bağlattı. 14 kişiyi ustura ile öldüren berberi çağırdı yanına.
“Bunların başındaki saçları kazı hemen” diye bağırdı. Denilen yapıldıktan sonra Yakup Cemil yine sertleşti. “Şimdi ustura ile arkadan öne doğru bir elif çiz, yarık derin olsun ama.”
Tecavüzcülerin başlarında derin bir yarık açıldığında yüzü, boynu kanlar içinde kalmıştı. Acı bir sesle bağırıyorlardı. Bu bağrış arasında Yakup Cemil toplanma alanındaki askerlere seslendi:
“Herkes üstündeki elbislerinden üç tane bit bulup bu şerefsizlerin başına atacaksınız.”
Elbiselerde bitin çok olduğu yıllardı. Üç bit bulmak zor olmadı. Bulunan bitler tecavüzcülerin başına bırakıldığında binlerce bit kanı görünce baş etinin altında gidebildiği kadar gidip bayram ediyorlardı. Ortalık tecavüzcü mahkumların çığlıkları ile inliyordu. Bir süre sonra da beyinlerine giren bitlere mağlup olup sesleri kesildi. Diğer mahkumlar korku içinde olanları izlerken Yakup Cemil’in gür sesi yükseliyordu:
“İçinizden her kim ki benim emrime uymaz, vatanın namusunu, vatandaşın namusunu kirletirse sonunuz işte böyle olacaktır.”
Ve o günden sonra Sinop Cezaevi mahkumları Kafkasya Cephesinde kahramanca savaştılar, hiçbir disiplinsizlik olmadı. Çünkü komutanları Yakup Cemil’di.
Rusların gemilerle Batum Limanı'na indirdiği askerlere daha onlar silah kuşanmadan gece karanlığında baskın yaptılar. Binlerce askeri Batum Limanı'nda etkisiz duruma getirip karanlıkta kayboldular. Artık Kafkasya Cephesinde Yakup Cemil efsanesi dağlarda yankılanıyordu.
Alper Aksoy
1 ay önce
ÇANAKKALE ASLANLARI FİLMİNDEN
BİR SAHNE. GERÇEK HİKAYE OKUYUNUZ
SAKA HÜSEYİN
Çanakkale savaşında yaşanmış bir hikayedir. Hüseyin gönüllü olarak savaşa katılmıştır. Bıyıkları yeni terlemeye başlamıştır. Üstelik gözleri gece pek iyi görmemektedir. Kumandan bu genç çocuğa bakarak :
_Senin yaşın küçük, eline silah veremem. Ama sana başka bir vazife vereceğim. Seni su sakası yaptım der.
Bundan sonra görevi 35.alayın 2. bölüğüne su taşımaktır. Su taşıyan görevliye su sakası denirmiş o zamanlar. Hüseyine bir katır verirler. Adı artık saka Hüseyin olmuştur.
Saka Hüseyin çok maytap, neşeli esprili, hazır cevap bir çocuktur. Bölükte herkes onu çok sever.
Mevsim yaz mevsimi, hava çok sıcaktır. Saka Hüseyin akşama kadar yakınlardaki Bigali köyüne kadar gider su kaplarını doldurur tekrar bölüğüne dönerdi. Gide gele katır yolu öğrenmişti.
Akşam olduğu için gözleri pek iyi görmemektedir. Katırın kulağına eğilip :
_ Haydi bakalım der, bu gün çok geç kaldık. 2. bölük bizden su bekler en çok da yaralılar bekler. Katır nasıl olsa yolu biliyor diyerek bir türkü tutturur:
Pınar baştan bulanır,
İner dağı dolanır.
Al başımdan sevdayı
Buna can mı dayanır.
Rinna yarim rinna
Riiinna rinna
Artık birliğe az kalmıştır.
Tam o sırada bilmediği bir dilden konuşan
iki düşman askeri dur işareti yapar.
Hüseyin durumum vehametini kavrar.
Katır birliği hiç şaşırmaz. Demekki birlik düşman eline geçmiştir.
Hemen o pratik zekasını kullanır. Gülümseyerek askerleri selamlar.
Gömleğini çıkarıp beyaz bayrak niyetine sallar.
Askerler O'nu alıp komutana götürürler.
Komutanı selamlayarak katırı gösterir.
Komutan meraklanır, tercüman ister.
Hemen tercüman bulunur.
_ Komutanım Mülazım Efendi size selam gönderdi. Hava sıcaktır yaralıları vardır,
su bizim tarafta kalmıştır suları yoktur
diye size su gönderdi der. Gider sulardan
birer bardak içerek :
_Önce sen iç zehirli olmadığını anlasınlar dedi diye ilave eder. Gerçekten o kadar susuz kalmışlardır ki belki zehirli bile olsa gene
içen çıkardı.
Komutanın gözleri dolar. Gene de zehirli olma ihtimaline karşı Onu sabaha kadar misafir edip karnını doyururlar.
Sabah olunca ellerinde ne varsa peksimet, bisküvi, çikolata, sigara katırı alabildiğine yüklerler. Meğerse onların yiyeceği çoktur,
ama bir damla suları kalmamıştır. Katırdaki suları mataralara doldururlar. Düşman askeri çok sevinir, adeta bayram eder.
Komutan gözyaşları içinde O'nun yanaklarından öper. Komutanına selam söyler. Çok minnettar olduklarını bunu hiç unutmayacaklarını bildirir.
Saka Hüseyin birliğine ulaşana kadar kimse ateş etmez. Bir katır yükü erzakla döner birliğine bizim saka Hüseyin.
Birliğine gelince olanı biteni anlatır.
Meğer bizim de yiyeceğimiz bitmiştir.
Hemen askere dağıtılır. Pek bir ikrama geçer. Artık sevinme sırası bizim askere gelmiştir.
O gün herkes saka Hüseyin'in cinliğini konuşup gülüşür. O gün öyle geçer.
Saka Hüseyin bu savaştan gazi olarak çıkar. Memleketi olan TEKİRDAĞ Hayrabolu' da
1975 yılında vefat eder.
#ZaferHaftasıKutluOlsun 🇹🇷🇹🇷
BİR SAHNE. GERÇEK HİKAYE OKUYUNUZ
SAKA HÜSEYİN
Çanakkale savaşında yaşanmış bir hikayedir. Hüseyin gönüllü olarak savaşa katılmıştır. Bıyıkları yeni terlemeye başlamıştır. Üstelik gözleri gece pek iyi görmemektedir. Kumandan bu genç çocuğa bakarak :
_Senin yaşın küçük, eline silah veremem. Ama sana başka bir vazife vereceğim. Seni su sakası yaptım der.
Bundan sonra görevi 35.alayın 2. bölüğüne su taşımaktır. Su taşıyan görevliye su sakası denirmiş o zamanlar. Hüseyine bir katır verirler. Adı artık saka Hüseyin olmuştur.
Saka Hüseyin çok maytap, neşeli esprili, hazır cevap bir çocuktur. Bölükte herkes onu çok sever.
Mevsim yaz mevsimi, hava çok sıcaktır. Saka Hüseyin akşama kadar yakınlardaki Bigali köyüne kadar gider su kaplarını doldurur tekrar bölüğüne dönerdi. Gide gele katır yolu öğrenmişti.
Akşam olduğu için gözleri pek iyi görmemektedir. Katırın kulağına eğilip :
_ Haydi bakalım der, bu gün çok geç kaldık. 2. bölük bizden su bekler en çok da yaralılar bekler. Katır nasıl olsa yolu biliyor diyerek bir türkü tutturur:
Pınar baştan bulanır,
İner dağı dolanır.
Al başımdan sevdayı
Buna can mı dayanır.
Rinna yarim rinna
Riiinna rinna
Artık birliğe az kalmıştır.
Tam o sırada bilmediği bir dilden konuşan
iki düşman askeri dur işareti yapar.
Hüseyin durumum vehametini kavrar.
Katır birliği hiç şaşırmaz. Demekki birlik düşman eline geçmiştir.
Hemen o pratik zekasını kullanır. Gülümseyerek askerleri selamlar.
Gömleğini çıkarıp beyaz bayrak niyetine sallar.
Askerler O'nu alıp komutana götürürler.
Komutanı selamlayarak katırı gösterir.
Komutan meraklanır, tercüman ister.
Hemen tercüman bulunur.
_ Komutanım Mülazım Efendi size selam gönderdi. Hava sıcaktır yaralıları vardır,
su bizim tarafta kalmıştır suları yoktur
diye size su gönderdi der. Gider sulardan
birer bardak içerek :
_Önce sen iç zehirli olmadığını anlasınlar dedi diye ilave eder. Gerçekten o kadar susuz kalmışlardır ki belki zehirli bile olsa gene
içen çıkardı.
Komutanın gözleri dolar. Gene de zehirli olma ihtimaline karşı Onu sabaha kadar misafir edip karnını doyururlar.
Sabah olunca ellerinde ne varsa peksimet, bisküvi, çikolata, sigara katırı alabildiğine yüklerler. Meğerse onların yiyeceği çoktur,
ama bir damla suları kalmamıştır. Katırdaki suları mataralara doldururlar. Düşman askeri çok sevinir, adeta bayram eder.
Komutan gözyaşları içinde O'nun yanaklarından öper. Komutanına selam söyler. Çok minnettar olduklarını bunu hiç unutmayacaklarını bildirir.
Saka Hüseyin birliğine ulaşana kadar kimse ateş etmez. Bir katır yükü erzakla döner birliğine bizim saka Hüseyin.
Birliğine gelince olanı biteni anlatır.
Meğer bizim de yiyeceğimiz bitmiştir.
Hemen askere dağıtılır. Pek bir ikrama geçer. Artık sevinme sırası bizim askere gelmiştir.
O gün herkes saka Hüseyin'in cinliğini konuşup gülüşür. O gün öyle geçer.
Saka Hüseyin bu savaştan gazi olarak çıkar. Memleketi olan TEKİRDAĞ Hayrabolu' da
1975 yılında vefat eder.
#ZaferHaftasıKutluOlsun 🇹🇷🇹🇷