20 saat önce
UYURSAK, UYANDIRMAZLAR!
EY TÜRK MİLLİYETÇİLERİ, ŞİMDİYE KADAR İKTİDARA GELEN BÜTÜN PARTİLER ÜLKÜCÜ ENERJİYİ KULLANDI, YETER ARTIK!..
UYAN EY TÜRK OĞLU!..
Er meydanlarından çekilir oldun
Çorak iklimlere ekilir oldun
Eğilmek bilmezdin bükülür oldun…
Sürer mi bu gaflet; daha kaç sene?
Uyan ey Türk uyan! Uyumak nene?
🇹🇷
Boşaldın boşaldın.. Dolabilmedin,
Gidişin o gidiş.. Gelebilmedin…
Döktüğün kanları alabilmedin…
Şah damarlarına yapışan kene
Sömürür mü seni; daha kaç sene?
Bakın şu Oğuz’un torunlarına;
Kara taş bağlamış karınlarına!
Umutsuz gözlerle yarınlarına
Bakarlar mı dersin; daha kaç sene?
Uyan ey! … Kendine dönmeyi dene!
🇹🇷
Eski sandıklarda harsın, tören ey!
Hain, çaşıt dolu; yanın, yören ey!
Bağlı tutsak sanır seni gören ey!
Bu böyle sürer mi; daha kaç sene?
Uyan ey! … Kendine dönmeyi dene.
🇹🇷
Bak ne der Oğuz Han, Alparslan, Tuğrul:
Ey Bozkurtlar soyu! Yerinden doğrul!
Silkin! … Öz mâyanla yeniden yoğrul!
İnsanlığı nûra kavuştur yine
Uyan ey! … Kendine dönmeyi dene.
🇹🇷
Acunda ne varsa kurudan, yaştan
Al Dede Korkut’tan, Hacı Bektaş’tan
Malazgirt ufkuna doğ yeni baştan…
Dilerim Tanrı’dan bu devran döne,
Uyan ey Türk! … Uyan! Uyumak nene?
🇹🇷
Seni aldatmasın ‘Batı’ denilen,
Onun mayasıdır ‘katı’ denilen,
Onun iç yüzüdür ‘kötü’ denilen…
Odur özsuyunu sömüren kene!
Sen uyan; onu da düşün!
Kaç parçaya bölmüşler seni?
Sonsuz bir sahraya salmışlar seni…
Kanadını kırıp yolmuşlar seni..
Kalk, doğrul yerinden! Yürü, geç öne!
Uyan ey! … Kendine dönmeyi dene.
🇹🇷
Yıkıldın, yakıldın: ‘devrim’ dediler,
Soysuzlaştırıldın ‘evrim’ dediler,
Bozkurt'a it, ite ‘yavrum’ dediler..
Kalk, doğrul yerinden! Yürü, geç öne!
Uyan ey! … Kendine dönmeyi dene.
🇹🇷
Türk Bilge Kağan der ‘İşitin beni!
Benim çağlar aşan, benim en yeni.
Ey Türk! Bir gün gaflet basarsa seni
Gönül ver, kulak tut bendeki üne,
Uyan Ey! Kendine dönmeyi dene! ‘
🇹🇷
Üstten gök basmayıp yer çökmeyince
Hainler türeyip bel bükmeyince
Seni gafil bulup kan dökmeyince
Türk’ün bir düşmanı çıksa da bine
İlini, töreni bozamaz yine! ‘
🇹🇷
Köklerinden koptu okumuşların,
Batıyı put yaptı okumuşların,
Yaptığına taptı okumuşların…
Ey Türk! Kendine dön! Yad, yaban nene
Kalk, doğrul yerinden, yürü geç öne!
🇹🇷
Dinle! Dövülmekte… Çağrı kösleri,
Dinle! Yakındadır… Ayak sesleri,
Bozkurtların sıcak, hür nefesleri
Ufkunu doğudan sarsın da yine
Kalk! Doğrul yerinden! Yürü, geç öne!
🇹🇷
Sen, Oğuz Ata’nın has milleti, sen!
Sen, son Peygamberin has ümmeti, sen!
O seni boğmadan, boğ zilleti sen! …
Uyan! Ey Türk oğlu! Uyumak nene?
Kalk, doğrul yerinden! Yürü, geç öne!
🇹🇷
Medet ummaya gör kızıl surattan,
Seni mahrum koyar aşktan, muraddan,
Çağla Sakarya’dan, kükre Fırat’tan..
Kara, kızıl, sarı.. Sür, topla yine;
Bunlardır özünü sömüren kene!
🇹🇷
Destanlar yazılır, şanına lâyık,
Yine de erişmez ününe lâyık,
Olursan soyuna, dinine lâyık…
Geçer bu gafletin; sürmez çok sene,
Uyan ey Türk oğlu! Uyumak nene?
Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU
EY TÜRK MİLLİYETÇİLERİ, ŞİMDİYE KADAR İKTİDARA GELEN BÜTÜN PARTİLER ÜLKÜCÜ ENERJİYİ KULLANDI, YETER ARTIK!..
UYAN EY TÜRK OĞLU!..
Er meydanlarından çekilir oldun
Çorak iklimlere ekilir oldun
Eğilmek bilmezdin bükülür oldun…
Sürer mi bu gaflet; daha kaç sene?
Uyan ey Türk uyan! Uyumak nene?
🇹🇷
Boşaldın boşaldın.. Dolabilmedin,
Gidişin o gidiş.. Gelebilmedin…
Döktüğün kanları alabilmedin…
Şah damarlarına yapışan kene
Sömürür mü seni; daha kaç sene?
Bakın şu Oğuz’un torunlarına;
Kara taş bağlamış karınlarına!
Umutsuz gözlerle yarınlarına
Bakarlar mı dersin; daha kaç sene?
Uyan ey! … Kendine dönmeyi dene!
🇹🇷
Eski sandıklarda harsın, tören ey!
Hain, çaşıt dolu; yanın, yören ey!
Bağlı tutsak sanır seni gören ey!
Bu böyle sürer mi; daha kaç sene?
Uyan ey! … Kendine dönmeyi dene.
🇹🇷
Bak ne der Oğuz Han, Alparslan, Tuğrul:
Ey Bozkurtlar soyu! Yerinden doğrul!
Silkin! … Öz mâyanla yeniden yoğrul!
İnsanlığı nûra kavuştur yine
Uyan ey! … Kendine dönmeyi dene.
🇹🇷
Acunda ne varsa kurudan, yaştan
Al Dede Korkut’tan, Hacı Bektaş’tan
Malazgirt ufkuna doğ yeni baştan…
Dilerim Tanrı’dan bu devran döne,
Uyan ey Türk! … Uyan! Uyumak nene?
🇹🇷
Seni aldatmasın ‘Batı’ denilen,
Onun mayasıdır ‘katı’ denilen,
Onun iç yüzüdür ‘kötü’ denilen…
Odur özsuyunu sömüren kene!
Sen uyan; onu da düşün!
Kaç parçaya bölmüşler seni?
Sonsuz bir sahraya salmışlar seni…
Kanadını kırıp yolmuşlar seni..
Kalk, doğrul yerinden! Yürü, geç öne!
Uyan ey! … Kendine dönmeyi dene.
🇹🇷
Yıkıldın, yakıldın: ‘devrim’ dediler,
Soysuzlaştırıldın ‘evrim’ dediler,
Bozkurt'a it, ite ‘yavrum’ dediler..
Kalk, doğrul yerinden! Yürü, geç öne!
Uyan ey! … Kendine dönmeyi dene.
🇹🇷
Türk Bilge Kağan der ‘İşitin beni!
Benim çağlar aşan, benim en yeni.
Ey Türk! Bir gün gaflet basarsa seni
Gönül ver, kulak tut bendeki üne,
Uyan Ey! Kendine dönmeyi dene! ‘
🇹🇷
Üstten gök basmayıp yer çökmeyince
Hainler türeyip bel bükmeyince
Seni gafil bulup kan dökmeyince
Türk’ün bir düşmanı çıksa da bine
İlini, töreni bozamaz yine! ‘
🇹🇷
Köklerinden koptu okumuşların,
Batıyı put yaptı okumuşların,
Yaptığına taptı okumuşların…
Ey Türk! Kendine dön! Yad, yaban nene
Kalk, doğrul yerinden, yürü geç öne!
🇹🇷
Dinle! Dövülmekte… Çağrı kösleri,
Dinle! Yakındadır… Ayak sesleri,
Bozkurtların sıcak, hür nefesleri
Ufkunu doğudan sarsın da yine
Kalk! Doğrul yerinden! Yürü, geç öne!
🇹🇷
Sen, Oğuz Ata’nın has milleti, sen!
Sen, son Peygamberin has ümmeti, sen!
O seni boğmadan, boğ zilleti sen! …
Uyan! Ey Türk oğlu! Uyumak nene?
Kalk, doğrul yerinden! Yürü, geç öne!
🇹🇷
Medet ummaya gör kızıl surattan,
Seni mahrum koyar aşktan, muraddan,
Çağla Sakarya’dan, kükre Fırat’tan..
Kara, kızıl, sarı.. Sür, topla yine;
Bunlardır özünü sömüren kene!
🇹🇷
Destanlar yazılır, şanına lâyık,
Yine de erişmez ününe lâyık,
Olursan soyuna, dinine lâyık…
Geçer bu gafletin; sürmez çok sene,
Uyan ey Türk oğlu! Uyumak nene?
Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU
3 gün önce
Atatürk’ün Tabutunun Açıldığı Gün, 9 Kasım 1953.
Atatürk'ün tabutu açıldı! Görenler inanamadı...
(Lütfen zaman ayırıp okuyunuz.)
Etnografya Müzesi’ndeki, Atatürk’ün tabutunun açıldığı gün, Ankara. (09.11.1953)
Atatürk’ün Tabutunun Açıldığı Gün, 9 Kasım 1953.
Kasım 1953 Pazar gecesi saat 23:30’da, Prof. Dr. Kâmile Şevki Mutlu’nun ev telefonu çaldı. Prof. Mutlu, Ankara Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji Kürsüsü başkanıydı. Patalogdu. Arayansa Ankara Valisi Kemal Aygün’dü. Aygün,
-“Hocam” dedi, “10 Kasım günü Ata’mızın naaşını Anıtkabir’e taşıyacağız. Bunun için bir komite kurduk. Naaşı geleneklere uygun olarak toprağa defnedeceğiz. Ancak bozulmadan korunduğunu belgelemek için muayene etmenizi rica ediyoruz.”
Prof. Mutlu önce reddetti. Mutlu, o sırada 40 derece ateşle yatıyordu. Hastalığını gerekçe göstererek, bu görevi bir başka meslektaşının yapmasını rica etti. Ancak Vali Aygün ısrarcıydı:
-“Ben sizi sarar, sarmalar götürürüm. Bu tarihi bir görev.”
Mutlu kabul etti ve 9 Kasım sabahı Etnografya Müzesi’ne gitti. Başbakan Adnan Menderes, Meclis Başkanı Refik Koraltan ve eski Başkan Abdülhalik Renda oradaydılar. Mutlu, görevden affını istemekle ne kadar büyük hata ettiğini o zaman anladı. Gerçekten tarihi bir tanıklıktı bu...
Anıtkabir yapılana değin, Atatürk’ün naaşının korunabilmesi için “tahnit” denilen bir işlem uygulanmıştı. Gülhane Patolojik Anatomi Profesörü Dr. Lütfi Aksu tarafından gerçekleştirilen bu işlem sırasında naaşa, şırıngayla özel bir formül enjekte edilmiş ve üzerine formüllerin yapıştırıldığı iki küçük ilaç şişesi, Ata’nın koltuk altlarına yerleştirilmişti. Bu işlemden dolayı Atatürk’ün naaşı o günkü biçimiyle korunabilmişti. Ancak İslam dini, ölünün defnini şart koştuğundan, geçici tahnitin bozulması koşuldu. Atatürk’ün Anıtkabir’e naklinden önce bu işlem için bir komite kurulmuş, Başbakan Adnan Menderes’in huzurunda, tahnitin bozulması için Atatürk’ün tabutunun açılması kararlaştırılmıştı.
Tabutun açılma günü gelip de, komite üyeleri toplanınca; Prof. Dr. Kâmile Mutlu “Başlayın” talimatını verdi. Mermer lahid sökülüyor, sonra betonlar kırılıyor ve tabutu kaldıracak olan makaralar, lahid salonunun tavanına yerleştiriliyordu.
Meclis Başkanı Refik Koraltan, Başbakan Adnan Menderes ve devletin üst düzey temsilcileri tabutun çevresinde toplanmış, soluklar tutulmuştu. Tabut salonun zeminine yerleştirildikten sonra, Başbakan Menderes, “Hanımefendi, buyurunuz” diyerek, Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan’ı tabutun yanına götürüyordu.
Ve tabutun vidaları söküldü. Tahta tabutun içinde madeni bir sanduka bulunuyordu. Bu sandukada gaz birikmiş olma olasılığı düşünülerek, önce bir burgu ile delik açıldı. Gaz ya da koku çıkmadı.
Sanduka talaş doluydu. Koruma solisyonuyla ıslatılmış tahta talaşıydı bunlar! Talaş, naaşın ayak yönüne doğru toplandı. Ağzı kapalı ve içi sıvı dolu bir şise bulundu talaş arasında. Bu, naaşı koruma için kullanılan solüsyondan bir örnekti, üzerinde terkibi yazılıydı. Atatürk'ün naaşı beyaz kefene sarılmış, sonra kahverengi bir muşambayla kaplanmıştı. Sargıları açmaya başladılar. Soluklar tutulmuştu... Onbeş yıl sonra ilk kez Ata’nın yüzünü göreceklerdi.
Halk arasında, “Naaş çürüyüp bozulmuş”, “Çıkan gazlar tabutu patlatmış”, “Nöbetçi er kokudan bayılmış” gibi, bir yığın söylenti dolaşıyordu. Kefenin sargıları açılınca, Prof. Dr. Kâmile şevki Mutlu, orada bulunanların yardımıyla katafalka çıktı ve Atatürk’ün yüzüne baktı. Atatürk’ün derisi kahverengi bir hal almış; ama yüz hatları bozulmamıştı.
Atatürk araştırmacısı Prof. Dr. Utkan Kocatürk’ün, Prof. Dr. Kâmile şevki Mutlu ile yaptığı sohbetten aktardıklarına göre, Prof. Mutlu, gördüğü tabloyu şöyle anlatıyordu:
“Yüzünü örten ıslak pamuk kitlesi kaldırılınca, Atatürk'ün heykel gibi duran yüzü ile karşılaştım. Uzun sarı saçlarından ince bir tutam, sol göz kapağının üzerine düşmüştü. Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’ndaki yatağında uyuyor gibiydi.”
Prof. Mutlu, kenarda bekleyen komite üyelerini tabutun başına çağırdı. Onlar da tek tek tabutun içine baktılar. En başta Başbakan Adnan Menderes vardı. Koyu renk takım elbisesi içindeki Menderes de, yanındakilerin yardımıyla katafalka çıktı, ürkek bir biçimde aşağı, tabuta doğru baktı.
O an neler olduğunu Prof. Mutlu şöyle anlatıyor:
-“Menderes çok heyecanlandı. Rengi sapsarı oldu. Bir de baktım ki, müzenin kapısına doğru gidiyor. Atatürk’ün yüzüne bakmadı. Tahmin ediyorum, kendinde o kuvveti bulamadı.”
En sona Abdülhalik Renda kalmıştı. O da Ata’yla karşı karşıya gelir gelmez, tabutun yanına yığılıverdi.
Salondaki herkes Atatürk’ü tek tek gördükten sonra naaş, tekrar solüsyonla ıslatıldı. Ata’nın başı pamuklarla örtüldü ve vücudu beyaz kefenle sarıldı.
Bu sırada bir komiser, orada görevli adli tıp doçenti Doç. Dr. Cahit Özen’in yanına yaklaşıp avucunda taşıdığı bir kağıdı gösterdi ve şöyle dedi:
-“Bu kağıdı Atatürk’ün hemşiresi Makbule Hanım gönderdi. Kefenin içine, Atatürk’ün göğsü üstüne konmasını istiyor.”
Doç. Dr. Özen kağıda bir göz attı. Eski Türkçe bir şeyler yazılıydı.
-“Böyle bir kağıdı Atatürk kabul etmez. Bize kızar, darılır” dedi. Komiser kağıdı katlayıp, cebine koydu ve uzaklaştı. Tüm işlemler bittikten sonra, salonda bulunanlar naaşın iki yanından geçip hep bir ağızdan besmele çektiler ve naaşı yeni tabuta yerleştirdiler. Bu tabut da, 15 yıl içinde yattığı büyük gülağacı tabutun içine konuldu. Üzeri bayrakla örtüldükten sonra, kapağı kapatıldı.
Ve 10 Kasım 1953 sabahı, Atatürk'ün naaşı 12 askerin omuzları üzerinde, 15 yıl önce onu Dolmabahçe’den Ankara’ya getiren top arabasına yerleştirilip, 136 asteğmenin çektiği bu arabayla, matem marşı eşliğinde, son durağı olacak Anıtkabir’e taşınıyordu. Etnografya Müzesi’nden Anıtkabir’e doğru yol alan korteji, Atatürk’ün kardeşi Makbule Hanım hıçkırıklar içinde izliyordu.
Bu arada ülkemizdeki tüm din cemaatlerinin temsilcileri de kortejde yerlerini almıştı. Ermeni, Yahudi, Katolik ve Rum temsilcilerle, dönemin Diyanet İşleri Başkanı birlikte yürüyorlardı. Radyodan yayımlanan o görkemli tören, en az 15 yıl önceki denli hüzünlü geçiyor, başkent cadde ve sokakları, insan yığınlarıyla dolup taşıyordu. Atatürk, sonsuza değin kalacağı Anıtkabir’e taşınıyordu!
Osman Ersoy ve Halide İntepe, 10 Kasım 1953’te Etnografya Müzesi’nde asistan olarak çalışıyorlardı. Bu nedenle müzede yapılan töreni ve tabutun içindeki Atatürk’ü son kez görme fırsatını buldular. Osman Ersoy izlenimlerini şöyle anlatıyor:
-“Sağlığında görmemiştim Atatürk’ü... Korkunç heyecanlıydım. Biz çalışanlar, asistanlar, memurlar sırayla katafalka çıktık. Oldukça sararmış ve küçülmüş bir çehre... Bir, iki günlük sakalı vardı. Kaşları fevkalâde iyi şekilde fark ediliyordu.”
Halide İntepe ise şunları söylüyor:
-“Tabut kapanmadan en son gittim baktım. Başı yana doğru eğikti. Yüzü hiç bozulmamıştı. Azıcık sakalları çıkmıştı. Hani insan hasret giderek ölürse, gözleri aralık kalırmış ya, öyle aralıktı gözleri... Ama bir ölü yüzü yoktu. Uyuyor gibiydi...
Kaynak: Semra Atay, Başkent Üniversitesi Kültür Yayını Bütün Dünya Dergisi, Sayı: 2008/11. Sayfa: 27-31
TC.YT
Atatürk'ün tabutu açıldı! Görenler inanamadı...
(Lütfen zaman ayırıp okuyunuz.)
Etnografya Müzesi’ndeki, Atatürk’ün tabutunun açıldığı gün, Ankara. (09.11.1953)
Atatürk’ün Tabutunun Açıldığı Gün, 9 Kasım 1953.
Kasım 1953 Pazar gecesi saat 23:30’da, Prof. Dr. Kâmile Şevki Mutlu’nun ev telefonu çaldı. Prof. Mutlu, Ankara Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji Kürsüsü başkanıydı. Patalogdu. Arayansa Ankara Valisi Kemal Aygün’dü. Aygün,
-“Hocam” dedi, “10 Kasım günü Ata’mızın naaşını Anıtkabir’e taşıyacağız. Bunun için bir komite kurduk. Naaşı geleneklere uygun olarak toprağa defnedeceğiz. Ancak bozulmadan korunduğunu belgelemek için muayene etmenizi rica ediyoruz.”
Prof. Mutlu önce reddetti. Mutlu, o sırada 40 derece ateşle yatıyordu. Hastalığını gerekçe göstererek, bu görevi bir başka meslektaşının yapmasını rica etti. Ancak Vali Aygün ısrarcıydı:
-“Ben sizi sarar, sarmalar götürürüm. Bu tarihi bir görev.”
Mutlu kabul etti ve 9 Kasım sabahı Etnografya Müzesi’ne gitti. Başbakan Adnan Menderes, Meclis Başkanı Refik Koraltan ve eski Başkan Abdülhalik Renda oradaydılar. Mutlu, görevden affını istemekle ne kadar büyük hata ettiğini o zaman anladı. Gerçekten tarihi bir tanıklıktı bu...
Anıtkabir yapılana değin, Atatürk’ün naaşının korunabilmesi için “tahnit” denilen bir işlem uygulanmıştı. Gülhane Patolojik Anatomi Profesörü Dr. Lütfi Aksu tarafından gerçekleştirilen bu işlem sırasında naaşa, şırıngayla özel bir formül enjekte edilmiş ve üzerine formüllerin yapıştırıldığı iki küçük ilaç şişesi, Ata’nın koltuk altlarına yerleştirilmişti. Bu işlemden dolayı Atatürk’ün naaşı o günkü biçimiyle korunabilmişti. Ancak İslam dini, ölünün defnini şart koştuğundan, geçici tahnitin bozulması koşuldu. Atatürk’ün Anıtkabir’e naklinden önce bu işlem için bir komite kurulmuş, Başbakan Adnan Menderes’in huzurunda, tahnitin bozulması için Atatürk’ün tabutunun açılması kararlaştırılmıştı.
Tabutun açılma günü gelip de, komite üyeleri toplanınca; Prof. Dr. Kâmile Mutlu “Başlayın” talimatını verdi. Mermer lahid sökülüyor, sonra betonlar kırılıyor ve tabutu kaldıracak olan makaralar, lahid salonunun tavanına yerleştiriliyordu.
Meclis Başkanı Refik Koraltan, Başbakan Adnan Menderes ve devletin üst düzey temsilcileri tabutun çevresinde toplanmış, soluklar tutulmuştu. Tabut salonun zeminine yerleştirildikten sonra, Başbakan Menderes, “Hanımefendi, buyurunuz” diyerek, Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan’ı tabutun yanına götürüyordu.
Ve tabutun vidaları söküldü. Tahta tabutun içinde madeni bir sanduka bulunuyordu. Bu sandukada gaz birikmiş olma olasılığı düşünülerek, önce bir burgu ile delik açıldı. Gaz ya da koku çıkmadı.
Sanduka talaş doluydu. Koruma solisyonuyla ıslatılmış tahta talaşıydı bunlar! Talaş, naaşın ayak yönüne doğru toplandı. Ağzı kapalı ve içi sıvı dolu bir şise bulundu talaş arasında. Bu, naaşı koruma için kullanılan solüsyondan bir örnekti, üzerinde terkibi yazılıydı. Atatürk'ün naaşı beyaz kefene sarılmış, sonra kahverengi bir muşambayla kaplanmıştı. Sargıları açmaya başladılar. Soluklar tutulmuştu... Onbeş yıl sonra ilk kez Ata’nın yüzünü göreceklerdi.
Halk arasında, “Naaş çürüyüp bozulmuş”, “Çıkan gazlar tabutu patlatmış”, “Nöbetçi er kokudan bayılmış” gibi, bir yığın söylenti dolaşıyordu. Kefenin sargıları açılınca, Prof. Dr. Kâmile şevki Mutlu, orada bulunanların yardımıyla katafalka çıktı ve Atatürk’ün yüzüne baktı. Atatürk’ün derisi kahverengi bir hal almış; ama yüz hatları bozulmamıştı.
Atatürk araştırmacısı Prof. Dr. Utkan Kocatürk’ün, Prof. Dr. Kâmile şevki Mutlu ile yaptığı sohbetten aktardıklarına göre, Prof. Mutlu, gördüğü tabloyu şöyle anlatıyordu:
“Yüzünü örten ıslak pamuk kitlesi kaldırılınca, Atatürk'ün heykel gibi duran yüzü ile karşılaştım. Uzun sarı saçlarından ince bir tutam, sol göz kapağının üzerine düşmüştü. Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’ndaki yatağında uyuyor gibiydi.”
Prof. Mutlu, kenarda bekleyen komite üyelerini tabutun başına çağırdı. Onlar da tek tek tabutun içine baktılar. En başta Başbakan Adnan Menderes vardı. Koyu renk takım elbisesi içindeki Menderes de, yanındakilerin yardımıyla katafalka çıktı, ürkek bir biçimde aşağı, tabuta doğru baktı.
O an neler olduğunu Prof. Mutlu şöyle anlatıyor:
-“Menderes çok heyecanlandı. Rengi sapsarı oldu. Bir de baktım ki, müzenin kapısına doğru gidiyor. Atatürk’ün yüzüne bakmadı. Tahmin ediyorum, kendinde o kuvveti bulamadı.”
En sona Abdülhalik Renda kalmıştı. O da Ata’yla karşı karşıya gelir gelmez, tabutun yanına yığılıverdi.
Salondaki herkes Atatürk’ü tek tek gördükten sonra naaş, tekrar solüsyonla ıslatıldı. Ata’nın başı pamuklarla örtüldü ve vücudu beyaz kefenle sarıldı.
Bu sırada bir komiser, orada görevli adli tıp doçenti Doç. Dr. Cahit Özen’in yanına yaklaşıp avucunda taşıdığı bir kağıdı gösterdi ve şöyle dedi:
-“Bu kağıdı Atatürk’ün hemşiresi Makbule Hanım gönderdi. Kefenin içine, Atatürk’ün göğsü üstüne konmasını istiyor.”
Doç. Dr. Özen kağıda bir göz attı. Eski Türkçe bir şeyler yazılıydı.
-“Böyle bir kağıdı Atatürk kabul etmez. Bize kızar, darılır” dedi. Komiser kağıdı katlayıp, cebine koydu ve uzaklaştı. Tüm işlemler bittikten sonra, salonda bulunanlar naaşın iki yanından geçip hep bir ağızdan besmele çektiler ve naaşı yeni tabuta yerleştirdiler. Bu tabut da, 15 yıl içinde yattığı büyük gülağacı tabutun içine konuldu. Üzeri bayrakla örtüldükten sonra, kapağı kapatıldı.
Ve 10 Kasım 1953 sabahı, Atatürk'ün naaşı 12 askerin omuzları üzerinde, 15 yıl önce onu Dolmabahçe’den Ankara’ya getiren top arabasına yerleştirilip, 136 asteğmenin çektiği bu arabayla, matem marşı eşliğinde, son durağı olacak Anıtkabir’e taşınıyordu. Etnografya Müzesi’nden Anıtkabir’e doğru yol alan korteji, Atatürk’ün kardeşi Makbule Hanım hıçkırıklar içinde izliyordu.
Bu arada ülkemizdeki tüm din cemaatlerinin temsilcileri de kortejde yerlerini almıştı. Ermeni, Yahudi, Katolik ve Rum temsilcilerle, dönemin Diyanet İşleri Başkanı birlikte yürüyorlardı. Radyodan yayımlanan o görkemli tören, en az 15 yıl önceki denli hüzünlü geçiyor, başkent cadde ve sokakları, insan yığınlarıyla dolup taşıyordu. Atatürk, sonsuza değin kalacağı Anıtkabir’e taşınıyordu!
Osman Ersoy ve Halide İntepe, 10 Kasım 1953’te Etnografya Müzesi’nde asistan olarak çalışıyorlardı. Bu nedenle müzede yapılan töreni ve tabutun içindeki Atatürk’ü son kez görme fırsatını buldular. Osman Ersoy izlenimlerini şöyle anlatıyor:
-“Sağlığında görmemiştim Atatürk’ü... Korkunç heyecanlıydım. Biz çalışanlar, asistanlar, memurlar sırayla katafalka çıktık. Oldukça sararmış ve küçülmüş bir çehre... Bir, iki günlük sakalı vardı. Kaşları fevkalâde iyi şekilde fark ediliyordu.”
Halide İntepe ise şunları söylüyor:
-“Tabut kapanmadan en son gittim baktım. Başı yana doğru eğikti. Yüzü hiç bozulmamıştı. Azıcık sakalları çıkmıştı. Hani insan hasret giderek ölürse, gözleri aralık kalırmış ya, öyle aralıktı gözleri... Ama bir ölü yüzü yoktu. Uyuyor gibiydi...
Kaynak: Semra Atay, Başkent Üniversitesi Kültür Yayını Bütün Dünya Dergisi, Sayı: 2008/11. Sayfa: 27-31
TC.YT
3 gün önce
10 yıl önceki yazım.
Resimlerde V. Murad’ın torunu SELMA SULTAN IN Paris’teki Bobigny müslüman mezarlığındaki kabri ve sağ alt resimde şu anda pariste yaşayan kızı Kenize MURAD var.
Hatice Sultan'ın en küçük çocuğu Selmâ Hanımsultan (1914-1941), aynı zamanda ailenin en farklı şahsiyetlerinden biridir. 1937'de Hindistan'ın Müslüman hükümdarlarından Kutvâre Nevvâbı Seyyid Hüseyin Sâcid Zeydî (1910-1991) ile evlendi. Meşhur gazeteci ve yazar Kenize Murad'ı doğurduktan hemen sonrada ölmüştür. Kendisinin ve kızının hayatı, romanlara mevzuu olacak derecede dikkat çekicidir.
SELMA SULTANIN KIZI KENİZE MURAD'IN ANLATIMI İLE ATATÜRK VE CUMHURİYET hakkında ;
"İmparatorluklar elbet bir gün son bulur fakat Türklerin Varlığı sorun yaratıyordu Batılılar için. Gerçekten de Türkiye’yi esaretten Mustafa Kemal kurtarmıştır. Pek çok kişi yokluk içinde hayatını kaybetti ama bilirsiniz devrimler böyledir, birilerinin canı yanar.
Sürgünden başka bir çözüm olabilir miydi ?
Bence de bu Türkiye’de olamazdı. Daima ayrılıklar, ikilikler çıkardı, Burada işlemezdi. Belki iç karışıklıklar savaşa kadar giderdi. En doğrusu yapıldı. Bugün bile çok anlamsız ve saçma bir ikilik var Türkiye’de. Bunlara hiç gerek yok oysa." Demiştir...
Şu anda dünyanın farklı ülkelerinde modern, yenilikci bir yaşam süren osmanlı padişahlarının soyu ve torunlarından'da anlışılacağı gibi ; Türkiyede osmanlı torunuyuz diyerek gerici ve banaz tutum içinde bulunanlar, aslında Türkiyenin ileriye gitmesini istemeyen, sürekli geriye gitmesini isteyen dış güçlerin bilinçli yada bilinçsiz olarak emellerine alet olmaktadırlar. Bu bağlamda Türk milleti olarak yapmamız gereken tek şey cumhuriyetin ve mustafa Kemal ATATÜRK ün izinden devam ederek Türkiyeyi ve Türk milletini aydınlığa ve daha ileriye götürebilmektir. Bu arada Paris'e geldiğinizde bobigny müslüman mezarlığında ebedi ikametgahında yatan Selma sultanı ziyaret etmenizi tavsiye ederim. Sevgi ve Saygılarımla esenkalın.
☪︎ ЋץҐИ ☪︎
Süleyman Efe KOCAZEYBEK. 🇹🇷🇦🇿🇰🇬🇹🇲🇺🇿🇰🇿🇭🇺
Resimlerde V. Murad’ın torunu SELMA SULTAN IN Paris’teki Bobigny müslüman mezarlığındaki kabri ve sağ alt resimde şu anda pariste yaşayan kızı Kenize MURAD var.
Hatice Sultan'ın en küçük çocuğu Selmâ Hanımsultan (1914-1941), aynı zamanda ailenin en farklı şahsiyetlerinden biridir. 1937'de Hindistan'ın Müslüman hükümdarlarından Kutvâre Nevvâbı Seyyid Hüseyin Sâcid Zeydî (1910-1991) ile evlendi. Meşhur gazeteci ve yazar Kenize Murad'ı doğurduktan hemen sonrada ölmüştür. Kendisinin ve kızının hayatı, romanlara mevzuu olacak derecede dikkat çekicidir.
SELMA SULTANIN KIZI KENİZE MURAD'IN ANLATIMI İLE ATATÜRK VE CUMHURİYET hakkında ;
"İmparatorluklar elbet bir gün son bulur fakat Türklerin Varlığı sorun yaratıyordu Batılılar için. Gerçekten de Türkiye’yi esaretten Mustafa Kemal kurtarmıştır. Pek çok kişi yokluk içinde hayatını kaybetti ama bilirsiniz devrimler böyledir, birilerinin canı yanar.
Sürgünden başka bir çözüm olabilir miydi ?
Bence de bu Türkiye’de olamazdı. Daima ayrılıklar, ikilikler çıkardı, Burada işlemezdi. Belki iç karışıklıklar savaşa kadar giderdi. En doğrusu yapıldı. Bugün bile çok anlamsız ve saçma bir ikilik var Türkiye’de. Bunlara hiç gerek yok oysa." Demiştir...
Şu anda dünyanın farklı ülkelerinde modern, yenilikci bir yaşam süren osmanlı padişahlarının soyu ve torunlarından'da anlışılacağı gibi ; Türkiyede osmanlı torunuyuz diyerek gerici ve banaz tutum içinde bulunanlar, aslında Türkiyenin ileriye gitmesini istemeyen, sürekli geriye gitmesini isteyen dış güçlerin bilinçli yada bilinçsiz olarak emellerine alet olmaktadırlar. Bu bağlamda Türk milleti olarak yapmamız gereken tek şey cumhuriyetin ve mustafa Kemal ATATÜRK ün izinden devam ederek Türkiyeyi ve Türk milletini aydınlığa ve daha ileriye götürebilmektir. Bu arada Paris'e geldiğinizde bobigny müslüman mezarlığında ebedi ikametgahında yatan Selma sultanı ziyaret etmenizi tavsiye ederim. Sevgi ve Saygılarımla esenkalın.
☪︎ ЋץҐИ ☪︎
Süleyman Efe KOCAZEYBEK. 🇹🇷🇦🇿🇰🇬🇹🇲🇺🇿🇰🇿🇭🇺
5 gün önce
... Türkler; İslam'ı seçmekle kalmamış, kendilerini hak bildiklerine savunmaya adamıştır. Bir yerden sonra savunmayla birlikte Liderlik de üzerlerine farz olmuş, İslam'ın ilk yeşerdiği ve geliştiği Arap Milletinden daha fazla Halifelik süresine sahip olmuşturlar. Bu süreçteÜmmet'in en dar ve sıkıntılı anlarında abilik, yer yer babalık, yapmış; Çin'den İspanya'ya, Hidnistan'dan İngiltere'ye kadar kâfirin kabusu olmuştur.
Günümüzde Türklerin en güçlü devleti olan Türkiye; Selçuklu ve Osmanlı'nın devamı olan, 1000 küsurlük bir devlet olmasının yanı sıra, Cihan Devleti vasfını ve üzerine Halifelik makamını (tırtışmasız bir biçimde) birçok milletin bütün tarihinden daha fazla taşımış, güçlü ordusu ve bağımsızlığıyla -daha önce hiç sömürgeleşmemesiyle- milli hafızasıyla, liderlik için gereken şartları büyük oranda sağlamasıyla, Ümmet'in ekseriyetiyle kurduğu güçlü bağlarla tekrardan Halifeliği (ilk etapta İslam Birliği Başkanlığına) en güçlü adaydır.
Diğer adayları saymak gerekirse; Suudi Arabistan, İran ve Mısır diye biliriz. Bu üç ülkedense ilk ikisi (S.Arabistan ve İran) meshepsel bakış açıları sebebiyle gerçek bir liderlikten bahsedemez. Nitekim görüşleri Ümmet'in kahir ekseriyetiyle alakasız olup, kendileri dışında kalanlara karşıda düşmanca bir tavır sergilemektedirler. (İran için Suriye İç Savaşı, Suudlar için Yemen'e bakılması yererlidir.) Gerçke bir liderlik içinse kapsayıcı bir bakış açısı şarttır. Birlik sağlanacak yerde bir azınlığın liderlik yapması mümkün değildir.
Bilhassa Şia, devlet politikası olarak zaman zaman ortaya çıkan ve devletin dağılmasıyla hızla güç kaybedip asimile olan ve zayıf bir görüştür. Ehli-Sünnet'e bakışlarıysa onları kendi içlerinde yaşamaya sevk etmiş, kendilerini Ümmette yabancılaştırmıştır. Bunun yansımaları Suriye İç Savaşında görülmüş ve Şia, Ümmet için ciddi bir risk olarak kabul görmüştür.
Suudlarında Vehhabilik anlayışı Şia'ya benzer bir serüven yaşasa da 1800'lede ortaya çıkması ve gelişimini tamamlayamayışla toy kalmış, bu toylukları onlara "Devlet" tanımı yapmaktan bile alı koymuştur. Yansımalarınıysa Yemen'de gördük. İkisinin de Ümmet tarafından kabul görmesi muhtemel değildir.
Mısır; zayıf devlet yapısı, kendini kanıtlayan ayan ordusu, siyasi sorunları ve halkın liderlikten uzaklığı gibi ciddi sorunlarından dolayı potansiyeli yüksek lakin pratikte olmayan bir adaydır. Yaşadığı sorunlar bir yana; Mısır, İslam Medeniyeti için vaz geçilemeyecek yerlerden birisidir. Tarihi ve kültürü ile, İslam'ın geliştiği ve yayıldığı en önemli yerlerden birisi olmasıyla, halen devam eden Alimler silsilesiyle, Halifelik makamına ev sahipliği yapmışlığıyla, geçmişiyle ve gelecek potansiyeliyle -Halifelik için olmasa bile- önemli bir konumdadır.
Türkiye ise halkının böylesi ağır bir vazifeye hazır olmaması uğraşmak zorundadır.
Allah, bizleri vazife vaktinde hazır eylesin.
İstesek de istemesek de vazife omuzlarıma yüklenecek. O vakit kabul etmez yahut kaldıramazsak, altında bir biz değil, bütün bir Ümmet kalacaktır. Biz bunu Haçlılarda, Moğollarda, Sömürgecilik döneminde yaşadık. Bugün yaşananların mesluliyeti bizdedir. Bunu inkar etmek de fayda sağlamaz. Tarih birkez daha başrolü bize yazdı, oynamak zorundayız.
Günümüzde Türklerin en güçlü devleti olan Türkiye; Selçuklu ve Osmanlı'nın devamı olan, 1000 küsurlük bir devlet olmasının yanı sıra, Cihan Devleti vasfını ve üzerine Halifelik makamını (tırtışmasız bir biçimde) birçok milletin bütün tarihinden daha fazla taşımış, güçlü ordusu ve bağımsızlığıyla -daha önce hiç sömürgeleşmemesiyle- milli hafızasıyla, liderlik için gereken şartları büyük oranda sağlamasıyla, Ümmet'in ekseriyetiyle kurduğu güçlü bağlarla tekrardan Halifeliği (ilk etapta İslam Birliği Başkanlığına) en güçlü adaydır.
Diğer adayları saymak gerekirse; Suudi Arabistan, İran ve Mısır diye biliriz. Bu üç ülkedense ilk ikisi (S.Arabistan ve İran) meshepsel bakış açıları sebebiyle gerçek bir liderlikten bahsedemez. Nitekim görüşleri Ümmet'in kahir ekseriyetiyle alakasız olup, kendileri dışında kalanlara karşıda düşmanca bir tavır sergilemektedirler. (İran için Suriye İç Savaşı, Suudlar için Yemen'e bakılması yererlidir.) Gerçke bir liderlik içinse kapsayıcı bir bakış açısı şarttır. Birlik sağlanacak yerde bir azınlığın liderlik yapması mümkün değildir.
Bilhassa Şia, devlet politikası olarak zaman zaman ortaya çıkan ve devletin dağılmasıyla hızla güç kaybedip asimile olan ve zayıf bir görüştür. Ehli-Sünnet'e bakışlarıysa onları kendi içlerinde yaşamaya sevk etmiş, kendilerini Ümmette yabancılaştırmıştır. Bunun yansımaları Suriye İç Savaşında görülmüş ve Şia, Ümmet için ciddi bir risk olarak kabul görmüştür.
Suudlarında Vehhabilik anlayışı Şia'ya benzer bir serüven yaşasa da 1800'lede ortaya çıkması ve gelişimini tamamlayamayışla toy kalmış, bu toylukları onlara "Devlet" tanımı yapmaktan bile alı koymuştur. Yansımalarınıysa Yemen'de gördük. İkisinin de Ümmet tarafından kabul görmesi muhtemel değildir.
Mısır; zayıf devlet yapısı, kendini kanıtlayan ayan ordusu, siyasi sorunları ve halkın liderlikten uzaklığı gibi ciddi sorunlarından dolayı potansiyeli yüksek lakin pratikte olmayan bir adaydır. Yaşadığı sorunlar bir yana; Mısır, İslam Medeniyeti için vaz geçilemeyecek yerlerden birisidir. Tarihi ve kültürü ile, İslam'ın geliştiği ve yayıldığı en önemli yerlerden birisi olmasıyla, halen devam eden Alimler silsilesiyle, Halifelik makamına ev sahipliği yapmışlığıyla, geçmişiyle ve gelecek potansiyeliyle -Halifelik için olmasa bile- önemli bir konumdadır.
Türkiye ise halkının böylesi ağır bir vazifeye hazır olmaması uğraşmak zorundadır.
Allah, bizleri vazife vaktinde hazır eylesin.
İstesek de istemesek de vazife omuzlarıma yüklenecek. O vakit kabul etmez yahut kaldıramazsak, altında bir biz değil, bütün bir Ümmet kalacaktır. Biz bunu Haçlılarda, Moğollarda, Sömürgecilik döneminde yaşadık. Bugün yaşananların mesluliyeti bizdedir. Bunu inkar etmek de fayda sağlamaz. Tarih birkez daha başrolü bize yazdı, oynamak zorundayız.
9 gün önce
Hamidiye Alayları...
Ermeniler " Bizim Türklerle toprak davamız, Kürtlerle kan davamız var" derler.
Bu sözün bu şekilde ifade edilişinin nedeni de 2. Abdülhamid tarafından 1891 yılında Rus ve Ermeni tehdidine karşı kurulmuş Hamidiye Alaylarıdır.
Yapısı itibarı ile Rusya'nın Kazak birliklerine benzeyen öncü hafif süvari birliklerine benzer.
Hem Rusya'nın Kafkaslar ve Doğu Anadolu’daki yayılmacı politikasına karşı, hem de Ermeni militan örgütlerinin (Hınçak, Taşnak gibi) isyanlarına karşı, sınır güvenliğini sağlamak ve isyanları bastırmak amacıyla Kürt aşiretlerinden savaşçı bir güç oluşturulmak istemiş.
2. Abdülhamid, Panislamizm politikasına uygun olarak, Sünni-Kürt aşiretlerini merkeze bağlamak, onları hem militarize hem de sadık hale getirmek istiyordu.
Kürtleri Osmanlı sistemine entegre ederek hem etnik hem de mezhepsel çatışmalara karşı bir denge kurmak istedi.
Alaylar genelde Kürt aşiret reislerinin komutasında idi.
Başlangıçta 50’den fazla alay kuruldu.
Resmî askeri eğitim almamışlar, ancak devlet tarafından silah, maaş ve unvan ile desteklenmişler.
Doğu Anadolu, Erzurum, Bitlis, Van, Diyarbakır gibi vilayetlerde aktif görev yapmışlar.
İlk etapta Doğu sınırında askeri caydırıcılık sağlanmış, devlete sadık aşiretler üzerinden bölgesel kontrol kurulmuş olsa da, Alaylar çoğu zaman yerel halka zulmetmeye başlamışlar.
Özellikle Ermeni köylerine yönelik saldırılar ve yağmalar yaygındı.
Bu saldırılardan bazı Türk köyleri de nasibini almıştır.
1894–1896 Hamidiye Katliamları olarak bilinen olaylarda Hamidiye Alayları’nın aktif rolü çok tartışmalıdır.
Diğer Kürt aşiretleriyle de çatışmalara girdiler.
Bu aşiretlerin de bu durum karşısında hızla silahlı ve özerk hale gelmesi merkezi otoritenin zayıflamasına sebep olmuştur.
II. Meşrutiyet’in ilanıyla (1908) birlikte Hamidiye Alayları gözden düşmüş,
1910’lara gelindiğinde ise Hamidiye adı kaldırılmıştır, bazıları ya aşiret hafif süvari alaylarına dönüştürülmüş ya da tamamen kaldırılmıştır.
Sonuç olarak uzun vadede bu yapı,
Hem etnik/mezhepsel gerilimleri artırmış,
Hem de aşiretlerin silahlı özerkliğini meşrulaştırarak merkezi otoriteyi zayıflatmıştır.
Ermeniler " Bizim Türklerle toprak davamız, Kürtlerle kan davamız var" derler.
Bu sözün bu şekilde ifade edilişinin nedeni de 2. Abdülhamid tarafından 1891 yılında Rus ve Ermeni tehdidine karşı kurulmuş Hamidiye Alaylarıdır.
Yapısı itibarı ile Rusya'nın Kazak birliklerine benzeyen öncü hafif süvari birliklerine benzer.
Hem Rusya'nın Kafkaslar ve Doğu Anadolu’daki yayılmacı politikasına karşı, hem de Ermeni militan örgütlerinin (Hınçak, Taşnak gibi) isyanlarına karşı, sınır güvenliğini sağlamak ve isyanları bastırmak amacıyla Kürt aşiretlerinden savaşçı bir güç oluşturulmak istemiş.
2. Abdülhamid, Panislamizm politikasına uygun olarak, Sünni-Kürt aşiretlerini merkeze bağlamak, onları hem militarize hem de sadık hale getirmek istiyordu.
Kürtleri Osmanlı sistemine entegre ederek hem etnik hem de mezhepsel çatışmalara karşı bir denge kurmak istedi.
Alaylar genelde Kürt aşiret reislerinin komutasında idi.
Başlangıçta 50’den fazla alay kuruldu.
Resmî askeri eğitim almamışlar, ancak devlet tarafından silah, maaş ve unvan ile desteklenmişler.
Doğu Anadolu, Erzurum, Bitlis, Van, Diyarbakır gibi vilayetlerde aktif görev yapmışlar.
İlk etapta Doğu sınırında askeri caydırıcılık sağlanmış, devlete sadık aşiretler üzerinden bölgesel kontrol kurulmuş olsa da, Alaylar çoğu zaman yerel halka zulmetmeye başlamışlar.
Özellikle Ermeni köylerine yönelik saldırılar ve yağmalar yaygındı.
Bu saldırılardan bazı Türk köyleri de nasibini almıştır.
1894–1896 Hamidiye Katliamları olarak bilinen olaylarda Hamidiye Alayları’nın aktif rolü çok tartışmalıdır.
Diğer Kürt aşiretleriyle de çatışmalara girdiler.
Bu aşiretlerin de bu durum karşısında hızla silahlı ve özerk hale gelmesi merkezi otoritenin zayıflamasına sebep olmuştur.
II. Meşrutiyet’in ilanıyla (1908) birlikte Hamidiye Alayları gözden düşmüş,
1910’lara gelindiğinde ise Hamidiye adı kaldırılmıştır, bazıları ya aşiret hafif süvari alaylarına dönüştürülmüş ya da tamamen kaldırılmıştır.
Sonuç olarak uzun vadede bu yapı,
Hem etnik/mezhepsel gerilimleri artırmış,
Hem de aşiretlerin silahlı özerkliğini meşrulaştırarak merkezi otoriteyi zayıflatmıştır.
9 gün önce
Evet arkadaşlar paylaşımda ne yazıyordu askeri istihbarat bilgilerini siyonistlere verenler yazıyordu dimi? Evet.bu payı paylaştıktan tam 2 saatten fazla sayfama giremedim ekranım bir tuhaf oldu ve bir okadarda anında sayfam şikayet edildi👇🏻 kim üstüne alındı acaba !?
Türkleri Şehit Eden Siyonist Birliği...
Sultan Abdülhamid tahtta bulunduğu süre boyunca toplam sayısı 40 bin civarı olan Yahudi yerleşimcinin sultanın tahttan indirilmesini izleyen birkaç sene içerisinde 80 bin gibi ciddi rakamlara ulaşmıştı.
Nihayet I. Cihan Harbi başladığında Siyonist Yahudiler itidalli davranmayı bir kenara bırakarak tüm güçleri ile İngilizlerin yanında yer aldı.
İngilizlere sanıldığının aksine yalnızca maddi güç vermediler bizzat silahaltına girip Siyon Birlikleri kurdular ve istihbarat toplayarak sayısız Türk askerinin şehit olmasına neden oldular.
Tarihin cilvesi olsa gerek Türkler için bu gerilimdeki en büyük kırılma noktası Gazze olmuştu.
Siyon Birliği, başta İngilizler olmak üzere Batılı devletlerin desteğini elde etmek için kurulmuş başında Vladimir Jabotinsk isimli bir subayın olduğu ve Siyonistlerden oluşan yaklaşık 600 kişilik bir gönüllü birliği idi.
Bu birlik 1915 yılında Gelibolu'ya çıkarak son kurşun atılana kadar Türklerle amansız bir şekilde savaşmıştı.
Çanakkale'de Türk kanı akıtan bu birlikteki askerler bugün hala İsrail'de milli kahraman olarak görülüyor.
Binyamin Netenyahu 2014 yılında bu birliğin komutanların mezarlarını ziyaret ederek tekrar gündeme getirmişti.
Zira Netenyahu'nun babası bu birliklerin kuruluşunda fiilen yer almış birisiydi...
Not: Tüm yahudiler aynı değildir. Bunun en bariz örnegi Gazze için bir seneden fazla dünyanın her yerinden vicdan sahibi Yahudiler Gazze katliamı dursun diğe sayısız protestolara katılmıştırlar.
Bizim bahsettiğimiz ise Siyonist Yahudilerdir.
Osmanlı vatandaşı olan Yahudilerdi; ama göçmen olarak gelenler büyük bir Türk düşmanlığı ile hareket ediyorlardı.
Türk Yahudileri içerisinde kayda değer bir ihanet söz konusu olmadığı gibi en az Müslüman Türkler kadar Osmanlı'yı vatan olarak görüyorlardı.
Siyonistlerin aksine özellikle Yahudi şeriatına yürekten bağlı Yahudiler, bir devlet fikrinin, hele bunu Türk cinayetiyle elde edilmesinin, haram olduğunu ilan etmişlerdi.
ve gerçek Yahudilerde onların inanışlarında bir devlet kurmaları Haramdır ve bir devlet kurma gibi bir iddiaları olmamıştır.sorun ise şurda Siyonist Yahudilerde bu Yahudilerin aksine davranırlar.
Türkleri Şehit Eden Siyonist Birliği...
Sultan Abdülhamid tahtta bulunduğu süre boyunca toplam sayısı 40 bin civarı olan Yahudi yerleşimcinin sultanın tahttan indirilmesini izleyen birkaç sene içerisinde 80 bin gibi ciddi rakamlara ulaşmıştı.
Nihayet I. Cihan Harbi başladığında Siyonist Yahudiler itidalli davranmayı bir kenara bırakarak tüm güçleri ile İngilizlerin yanında yer aldı.
İngilizlere sanıldığının aksine yalnızca maddi güç vermediler bizzat silahaltına girip Siyon Birlikleri kurdular ve istihbarat toplayarak sayısız Türk askerinin şehit olmasına neden oldular.
Tarihin cilvesi olsa gerek Türkler için bu gerilimdeki en büyük kırılma noktası Gazze olmuştu.
Siyon Birliği, başta İngilizler olmak üzere Batılı devletlerin desteğini elde etmek için kurulmuş başında Vladimir Jabotinsk isimli bir subayın olduğu ve Siyonistlerden oluşan yaklaşık 600 kişilik bir gönüllü birliği idi.
Bu birlik 1915 yılında Gelibolu'ya çıkarak son kurşun atılana kadar Türklerle amansız bir şekilde savaşmıştı.
Çanakkale'de Türk kanı akıtan bu birlikteki askerler bugün hala İsrail'de milli kahraman olarak görülüyor.
Binyamin Netenyahu 2014 yılında bu birliğin komutanların mezarlarını ziyaret ederek tekrar gündeme getirmişti.
Zira Netenyahu'nun babası bu birliklerin kuruluşunda fiilen yer almış birisiydi...
Not: Tüm yahudiler aynı değildir. Bunun en bariz örnegi Gazze için bir seneden fazla dünyanın her yerinden vicdan sahibi Yahudiler Gazze katliamı dursun diğe sayısız protestolara katılmıştırlar.
Bizim bahsettiğimiz ise Siyonist Yahudilerdir.
Osmanlı vatandaşı olan Yahudilerdi; ama göçmen olarak gelenler büyük bir Türk düşmanlığı ile hareket ediyorlardı.
Türk Yahudileri içerisinde kayda değer bir ihanet söz konusu olmadığı gibi en az Müslüman Türkler kadar Osmanlı'yı vatan olarak görüyorlardı.
Siyonistlerin aksine özellikle Yahudi şeriatına yürekten bağlı Yahudiler, bir devlet fikrinin, hele bunu Türk cinayetiyle elde edilmesinin, haram olduğunu ilan etmişlerdi.
ve gerçek Yahudilerde onların inanışlarında bir devlet kurmaları Haramdır ve bir devlet kurma gibi bir iddiaları olmamıştır.sorun ise şurda Siyonist Yahudilerde bu Yahudilerin aksine davranırlar.
11 gün önce
atv'de 6 sezondur çarşamba akşamları ekranlara gelen ve başrolünde Burak Özçivit'in bulunduğu Kuruluş Osman dizisinin 191. bölümünde bir ayrılık yaşandı. https://tarikhaber.com/hab...
12 gün önce
Pakistan-Hindistan Savaşı ve Türkiye ile Azerbaycan’ın Tarihî Sorumluluğu
Dr. Seyfullah Türksoy’un kaleminden…
7 Mayıs 2025 itibarıyla, Hindistan’ın “Operasyon Sindoor” kapsamında Pakistan ve Pakistan kontrolündeki Keşmir’e yönelik başlattığı hava saldırıları, Güney Asya’da tansiyonu zirveye taşıdı. Hindistan, bu saldırıların, Pahalgam’da 26 kişinin hayatını kaybettiği terör eylemine misilleme olduğunu açıkladı. Pakistan ise saldırıları “savaş ilanı” olarak nitelendirerek sert karşılık verdi. İki nükleer gücün karşı karşıya gelmesi, uluslararası toplumda büyük bir endişe yarattı.
Bu kritik dönemde, Türkiye ve Azerbaycan’ın Pakistan’a destek vermesi, sadece stratejik bir hamle değil, aynı zamanda tarihî, kültürel ve ahlaki bir zorunluluktur. Bu dayanışmanın kökleri, yüzyıllara dayanan kardeşlik bağlarına ve ortak tarihî geçmişe dayanır.
1️⃣ Tarihî Kardeşlik: Osmanlı’dan Günümüze Uzanan Bağlar
Türkiye ve Pakistan arasındaki kardeşlik, Osmanlı İmparatorluğu dönemine kadar uzanır. Hint Müslümanları, Osmanlı Devleti’nin zor zamanlarında “Hilafet Hareketi” ile destek olmuş, İngiliz işgaline karşı İstanbul’u savunma kararlılığı göstermişlerdir. Bu hareket, Pakistan halkının Osmanlı’ya ve Türklüğe olan bağlılığının en somut göstergesidir.
Bağımsızlık sürecinde Pakistan, Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşme politikalarını örnek alarak, genç cumhuriyetin reformlarını kendi ülkesine uyarlamıştır. Muhammed Ali Cinnah, Atatürk’ü bir lider olarak örnek almış, “Türkiye’nin başardığını biz de başaracağız” demiştir.
2️⃣ Babür İmparatorluğu: Hindistan Alt Kıtasındaki Türk Mührü
Pakistan topraklarında en güçlü Türk etkisi, Babür İmparatorluğu döneminde hissedildi. 1526 yılında Babür Şah tarafından kurulan imparatorluk, Hindistan alt kıtasının tamamına Türk-İslam medeniyetini taşıdı. Babürler, Türk kökenli bir hanedan olup, saray dili olarak Türkçeyi kullanıyordu. Lahor, Peşaver ve Multan gibi şehirlerde Türk yerleşim yerleri kuruldu ve bu kültürel miras günümüze kadar uzandı.
3️⃣ Pakistan’da Etnik Türkler: Karluklar, Hazaralar ve Türkmenler
Pakistan halkı içerisinde etnik Türk toplulukları bugün hâlâ varlığını sürdürmektedir:
• Karluk Türkleri: Orta Asya’dan göç eden Karluk Türkleri, Pakistan’ın kuzeyindeki Gilgit-Baltistan bölgesinde yaşamaktadır. Geleneklerini ve dillerini büyük ölçüde korumayı başarmışlardır.
• Hazara Türkleri: Pakistan’ın Belucistan eyaletindeki Quetta şehrinde yoğun olarak yaşamaktadırlar. Afganistan’dan göç eden Hazara Türkleri, Şii Müslüman kimlikleriyle bilinirler. Günümüzde de kültürlerini koruyarak sosyal hayatta önemli bir yer tutmaktadırlar.
• Türkmenler: Afganistan sınırına yakın bölgelerde yaşayan Türkmenler, geleneksel yaşam tarzlarını devam ettirirler. Özellikle kırsal bölgelerde, çadır kültürü ve Türkmen halıları hâlâ yaygındır.
4️⃣ Türkiye, Azerbaycan ve Pakistan Üçgeni: Stratejik Ortaklık
Türkiye ve Azerbaycan, Pakistan ile stratejik düzeyde güçlü ilişkilere sahiptir.
• Savunma İşbirliği: Türkiye, Pakistan’ın savunma sanayisini güçlendirmek adına MİLGEM Projesi kapsamında savaş gemileri inşa etmektedir. Bu projeler, iki ülkenin savunma kapasitelerini artırırken ortak güvenlik stratejileri geliştirmelerini sağlamaktadır.
• Azerbaycan-Pakistan Dayanışması: Azerbaycan, Dağlık Karabağ Savaşı sırasında Pakistan’ın tam desteğini almıştır. Pakistan, Ermenistan’ı tanımayan tek ülke olarak, Azerbaycan’ın toprak bütünlüğüne olan desteğini net bir şekilde göstermiştir. Bugün de Azerbaycan, Pakistan’ın Keşmir meselesinde yanında durmaktadır.
5️⃣ Uluslararası Hukuk ve Adalet Meselesi
Hindistan’ın Pakistan kontrolündeki Keşmir’e yönelik saldırıları, BM Kararları’na ve uluslararası hukuka aykırıdır. Keşmir, 1947’den bu yana çözülmemiş bir çatışma bölgesidir ve halkın iradesine saygı gösterilmesi gerekmektedir. Türkiye ve Azerbaycan, uluslararası platformlarda Pakistan’ın yanında durarak barışçıl çözüm arayışlarını desteklemelidir.
6️⃣ Kardeşlik ve Tarihî Sorumluluk
Türkiye ve Azerbaycan’ın Pakistan’a desteği, tarihî bağların bir gereği ve aynı zamanda stratejik bir zorunluluktur. Osmanlı döneminden bu yana süregelen kardeşlik bağı, Babürler döneminde güçlenmiş, modern çağda ise savunma ve diplomasi alanında stratejik ortaklıklara dönüşmüştür.
Bölgedeki istikrar ve barışın sağlanması, sadece Pakistan için değil, tüm Türk-İslam coğrafyası için önem arz etmektedir. Bu nedenle Türkiye ve Azerbaycan, tarihî sorumluluğunu yerine getirerek Pakistan’ın yanında durmalı ve bölgesel barış için öncülük etmelidir.
Dr. Seyfullah Türksoy’un kaleminden…
7 Mayıs 2025 itibarıyla, Hindistan’ın “Operasyon Sindoor” kapsamında Pakistan ve Pakistan kontrolündeki Keşmir’e yönelik başlattığı hava saldırıları, Güney Asya’da tansiyonu zirveye taşıdı. Hindistan, bu saldırıların, Pahalgam’da 26 kişinin hayatını kaybettiği terör eylemine misilleme olduğunu açıkladı. Pakistan ise saldırıları “savaş ilanı” olarak nitelendirerek sert karşılık verdi. İki nükleer gücün karşı karşıya gelmesi, uluslararası toplumda büyük bir endişe yarattı.
Bu kritik dönemde, Türkiye ve Azerbaycan’ın Pakistan’a destek vermesi, sadece stratejik bir hamle değil, aynı zamanda tarihî, kültürel ve ahlaki bir zorunluluktur. Bu dayanışmanın kökleri, yüzyıllara dayanan kardeşlik bağlarına ve ortak tarihî geçmişe dayanır.
1️⃣ Tarihî Kardeşlik: Osmanlı’dan Günümüze Uzanan Bağlar
Türkiye ve Pakistan arasındaki kardeşlik, Osmanlı İmparatorluğu dönemine kadar uzanır. Hint Müslümanları, Osmanlı Devleti’nin zor zamanlarında “Hilafet Hareketi” ile destek olmuş, İngiliz işgaline karşı İstanbul’u savunma kararlılığı göstermişlerdir. Bu hareket, Pakistan halkının Osmanlı’ya ve Türklüğe olan bağlılığının en somut göstergesidir.
Bağımsızlık sürecinde Pakistan, Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşme politikalarını örnek alarak, genç cumhuriyetin reformlarını kendi ülkesine uyarlamıştır. Muhammed Ali Cinnah, Atatürk’ü bir lider olarak örnek almış, “Türkiye’nin başardığını biz de başaracağız” demiştir.
2️⃣ Babür İmparatorluğu: Hindistan Alt Kıtasındaki Türk Mührü
Pakistan topraklarında en güçlü Türk etkisi, Babür İmparatorluğu döneminde hissedildi. 1526 yılında Babür Şah tarafından kurulan imparatorluk, Hindistan alt kıtasının tamamına Türk-İslam medeniyetini taşıdı. Babürler, Türk kökenli bir hanedan olup, saray dili olarak Türkçeyi kullanıyordu. Lahor, Peşaver ve Multan gibi şehirlerde Türk yerleşim yerleri kuruldu ve bu kültürel miras günümüze kadar uzandı.
3️⃣ Pakistan’da Etnik Türkler: Karluklar, Hazaralar ve Türkmenler
Pakistan halkı içerisinde etnik Türk toplulukları bugün hâlâ varlığını sürdürmektedir:
• Karluk Türkleri: Orta Asya’dan göç eden Karluk Türkleri, Pakistan’ın kuzeyindeki Gilgit-Baltistan bölgesinde yaşamaktadır. Geleneklerini ve dillerini büyük ölçüde korumayı başarmışlardır.
• Hazara Türkleri: Pakistan’ın Belucistan eyaletindeki Quetta şehrinde yoğun olarak yaşamaktadırlar. Afganistan’dan göç eden Hazara Türkleri, Şii Müslüman kimlikleriyle bilinirler. Günümüzde de kültürlerini koruyarak sosyal hayatta önemli bir yer tutmaktadırlar.
• Türkmenler: Afganistan sınırına yakın bölgelerde yaşayan Türkmenler, geleneksel yaşam tarzlarını devam ettirirler. Özellikle kırsal bölgelerde, çadır kültürü ve Türkmen halıları hâlâ yaygındır.
4️⃣ Türkiye, Azerbaycan ve Pakistan Üçgeni: Stratejik Ortaklık
Türkiye ve Azerbaycan, Pakistan ile stratejik düzeyde güçlü ilişkilere sahiptir.
• Savunma İşbirliği: Türkiye, Pakistan’ın savunma sanayisini güçlendirmek adına MİLGEM Projesi kapsamında savaş gemileri inşa etmektedir. Bu projeler, iki ülkenin savunma kapasitelerini artırırken ortak güvenlik stratejileri geliştirmelerini sağlamaktadır.
• Azerbaycan-Pakistan Dayanışması: Azerbaycan, Dağlık Karabağ Savaşı sırasında Pakistan’ın tam desteğini almıştır. Pakistan, Ermenistan’ı tanımayan tek ülke olarak, Azerbaycan’ın toprak bütünlüğüne olan desteğini net bir şekilde göstermiştir. Bugün de Azerbaycan, Pakistan’ın Keşmir meselesinde yanında durmaktadır.
5️⃣ Uluslararası Hukuk ve Adalet Meselesi
Hindistan’ın Pakistan kontrolündeki Keşmir’e yönelik saldırıları, BM Kararları’na ve uluslararası hukuka aykırıdır. Keşmir, 1947’den bu yana çözülmemiş bir çatışma bölgesidir ve halkın iradesine saygı gösterilmesi gerekmektedir. Türkiye ve Azerbaycan, uluslararası platformlarda Pakistan’ın yanında durarak barışçıl çözüm arayışlarını desteklemelidir.
6️⃣ Kardeşlik ve Tarihî Sorumluluk
Türkiye ve Azerbaycan’ın Pakistan’a desteği, tarihî bağların bir gereği ve aynı zamanda stratejik bir zorunluluktur. Osmanlı döneminden bu yana süregelen kardeşlik bağı, Babürler döneminde güçlenmiş, modern çağda ise savunma ve diplomasi alanında stratejik ortaklıklara dönüşmüştür.
Bölgedeki istikrar ve barışın sağlanması, sadece Pakistan için değil, tüm Türk-İslam coğrafyası için önem arz etmektedir. Bu nedenle Türkiye ve Azerbaycan, tarihî sorumluluğunu yerine getirerek Pakistan’ın yanında durmalı ve bölgesel barış için öncülük etmelidir.
13 gün önce
Kısa kısa;
Dün Ayyüce Türkeş’e, Başbuğ Alparslan Türkeş’in mezarında saldırdılar, adeta rehin aldılar.
Bugün Özgür Özel’e saldırı oldu. Fail Kriminal bir tip, aşağılık bir figür olduğu da açık. Yardım kartı istedim vermediler görünce dayanamadım, Osmanlı torunuyum vb ifadesi zihin yapısını gösteriyor. Ama arkasında birilerinin olduğu da aşikar.
Saray yaptık diye övündükleri Adliyelere avukatı almıyor, sırf anayasal protesto hakkını kullanan gençleri ezip geçen polis, el’an bir vekili rehin tutan çakallara müdahale edemiyor, kalabalığa dokunamıyor.
Siyasi rakipleri ve muhatapları silahlı-silahsız tüm devlet gücünün başı tarafından “Telef” edilme tehdidi ile yaşıyor.
Tek parti iktidarının besleme yandaş tetikçileri, muhalefetin tüm unsurlarına saldırıları kışkırtıyor, azmettiriyorlar.
Organize biçimde suç işliyorlar ama onlara en ufak bir ceza verilmiyor.
Yandaş medyatörlerin, siyasetçilerin, kamu görevlilerinin muhalefet mensuplarının “Anasına, bacısına, çoluk, çocuğuna küfür hakaret” alkışlanıyor, ama iktidardan birinin ailesini ağzına alırsan anında gözaltında ardından zindandasın.
Adalet Bakanı her gün hukuk devletiyiz diyor da siyasal yargı yandaş/düşman “ikili hukuk” uyguluyor.
Örneğin; Ankara, Manisa, Mersin ve diğer belediye başkanları, AKP’li önceki dönemler hakkında onlarca suç duyurusunda bulunuyor, muhatapları ifadeye bile çağırılmıyor. Ama İmamoğlu, somut eylemler itibariyle hala açıkça neyle suçlandığı belli bile olmadığı bir dosyadan, bürokratları dahil 150 kişiyle birlikte hapse atılıyor.
AKP vekiliyle tartışan polis meslekten ihraç ediliyor. AKP vekilinin Hatay’daki oğlunu inciten polisler sigaya çekilip servis ediliyor. CHP vekilinin önünü polis kesince, vekil hakkında derhal soruşturma açılıyor. Otobüsü üzerine sürdü yaygarası koparılıyor.
Adaletsizliğin göğe yükseldiği devirdeyiz.
Bu zulmün, haksızlığın, şiddetin kıyamete kadar süreceğini mi sanıyorsunuz?
Zulm ile abad olunmaz. Hiçbir zalim de hep tahtta kalamaz. Devran böyle süremez, mutlaka değişecektir
Zulmün yanında durmayın, zaman geçer, o zulümler unutulmaz. Kısa çöpün uzundan hakkını alması kaçınılmaz olduğunda mazeretler de kabul olmaz.
Yargı başta herkesin hukuka uygun ve adil davranmaya davet ediyorum.
Devlet ve millet hayrına olacak budur.
Hiç kimse ölümsüz ve sorumsuz değildir.
Yasa dışı işler yapanlar yarınlarda yanlarında kimseyi bulamaz.
Kerim Yılmaz
Dün Ayyüce Türkeş’e, Başbuğ Alparslan Türkeş’in mezarında saldırdılar, adeta rehin aldılar.
Bugün Özgür Özel’e saldırı oldu. Fail Kriminal bir tip, aşağılık bir figür olduğu da açık. Yardım kartı istedim vermediler görünce dayanamadım, Osmanlı torunuyum vb ifadesi zihin yapısını gösteriyor. Ama arkasında birilerinin olduğu da aşikar.
Saray yaptık diye övündükleri Adliyelere avukatı almıyor, sırf anayasal protesto hakkını kullanan gençleri ezip geçen polis, el’an bir vekili rehin tutan çakallara müdahale edemiyor, kalabalığa dokunamıyor.
Siyasi rakipleri ve muhatapları silahlı-silahsız tüm devlet gücünün başı tarafından “Telef” edilme tehdidi ile yaşıyor.
Tek parti iktidarının besleme yandaş tetikçileri, muhalefetin tüm unsurlarına saldırıları kışkırtıyor, azmettiriyorlar.
Organize biçimde suç işliyorlar ama onlara en ufak bir ceza verilmiyor.
Yandaş medyatörlerin, siyasetçilerin, kamu görevlilerinin muhalefet mensuplarının “Anasına, bacısına, çoluk, çocuğuna küfür hakaret” alkışlanıyor, ama iktidardan birinin ailesini ağzına alırsan anında gözaltında ardından zindandasın.
Adalet Bakanı her gün hukuk devletiyiz diyor da siyasal yargı yandaş/düşman “ikili hukuk” uyguluyor.
Örneğin; Ankara, Manisa, Mersin ve diğer belediye başkanları, AKP’li önceki dönemler hakkında onlarca suç duyurusunda bulunuyor, muhatapları ifadeye bile çağırılmıyor. Ama İmamoğlu, somut eylemler itibariyle hala açıkça neyle suçlandığı belli bile olmadığı bir dosyadan, bürokratları dahil 150 kişiyle birlikte hapse atılıyor.
AKP vekiliyle tartışan polis meslekten ihraç ediliyor. AKP vekilinin Hatay’daki oğlunu inciten polisler sigaya çekilip servis ediliyor. CHP vekilinin önünü polis kesince, vekil hakkında derhal soruşturma açılıyor. Otobüsü üzerine sürdü yaygarası koparılıyor.
Adaletsizliğin göğe yükseldiği devirdeyiz.
Bu zulmün, haksızlığın, şiddetin kıyamete kadar süreceğini mi sanıyorsunuz?
Zulm ile abad olunmaz. Hiçbir zalim de hep tahtta kalamaz. Devran böyle süremez, mutlaka değişecektir
Zulmün yanında durmayın, zaman geçer, o zulümler unutulmaz. Kısa çöpün uzundan hakkını alması kaçınılmaz olduğunda mazeretler de kabul olmaz.
Yargı başta herkesin hukuka uygun ve adil davranmaya davet ediyorum.
Devlet ve millet hayrına olacak budur.
Hiç kimse ölümsüz ve sorumsuz değildir.
Yasa dışı işler yapanlar yarınlarda yanlarında kimseyi bulamaz.
Kerim Yılmaz
16 gün önce
(E)
GERÇEKTEN ÇOK İLGİNÇ....SİZ NE DÜŞÜNÜYOR SUNUZ?
Abdullah Gül cumhurbaşkanı iken karşısında diz çöküp saygı duruşunda bulunan bu adam kim?
Fiji Cumhuriyeti'nin Ankara Büyükelçisi Robin Nair.
Özellikle Abdullah Gül'e neden böyle bir saygı duruşunda bulunmuştu?
Dikkkat buyurun o zaman.
İngiliz Milletler Topluluğunu bilir misiniz?
16 ülke direk bu topluluğa bağlıdır.
Bu topluluk da direk "İngiliz Kraliçesine" bağlıdır.
Kraliçe'yi devlet başkanı kabul ederler.
Kraliçe bu devletlere vali atar. Bu vali, Kraliçe adına o devletleri yönetir.
Kanada da bu devletlerden bir tanesidir mesela.
Fiji Cumhuriyeti de bu devletlerden bir tanesidir.
Fiji Cumhuriyeti'nin bayrağı bile İngiltere devleti ile aynıdır.
Bu devletlerin vatandaşı olmak isteyen Kraliçe'ye bağlılık yemini etmek zorunda.
Bu devletlerin eğitim sistemini İngilizler inşaa etmiştir.
Yetişen nesil Kraliçe ve İngiliz Devletine hayranlık duyarak yetişir.
Ve Kraliçe'nin dünyadaki tüm adamlarına özel saygı gösterisinde bulunurlar.
Abdullah Gül?
İngiliz Kraliçesi 2008'de ülkemize gelip bir şahsa “Büyük Şövalye Nişanı” taktı.
Bu şahıs Cumhurbaşkanı Abdullah Gül idi.
Gül hayatının ilk smokinini Kraliçe için giydi, eşi Hayrünnisa Hanım duygularını, “Kraliçe geldiğinde, aile yakınımız ziyaret etmiş gibi oldu. Akraba gelmiş gibiydi” sözleriyle ifade etti.
Büyük Şovalye Nişanı ancak İngiltere'nin kutsal saydığı değerleri ölümü pahasına savunanlara kraliçe tarafından verilir.
İngiliz politikasından ayrı düşenlerden bu nişan geri alınıyor.
Mesela bu nişan Zimbabve lideri Robert Mugabe'den 2008 yılında geri alındı.
Bu sebeple nişanı kaybetmemek için İngiltere'ye sadık kalınmalı.
Bitti mi? Hayır. En önemli yere geldik.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth’ten 2010 “Chatham House Ödülü”nü almak üzere İngiltere’ye gitti ve ödülü aldı.
Chatham House, İngiliz derin devletinin kararlar alıp uygulamaya koyduğu "Yuvarlak Masaydı"
Resmen 1920’de kuruldu. İsrail devletinin kuruluşuna öncülük eden, Osmanlı’yla, Orta Doğu’yu ilk parçalayan Sykes–Picot haritalarını çizen ve Sevr’i yapan bu masaydı.
Dünyaya yön veren bir merkez.
Chatham House, İngiltere'deki Exter Üniversitesi ile bağlantılıdır.
Bu üniversite ise İngiliz istihbarat servisi MI6'ya adam yetiştiren yerdir.
Özellikle Ortadoğu'ya İngiliz ajanı burada yetiştirilir. Abdullah Gül de bu okul da okumuştur.
Bu okuldan mezun olanlar ülkelerinde önemli görevlere getirilir.
Fiji Cumhuriyeti büyükelçisi de gelip o şahsın huzurunda diz çöküp en büyük saygı gösterisini yapmak zorundadır.
Buna "Kraliçe Dayanışması" diyoruz.
Gül 2011'de Kraliçe'nin özel davetlisi olarak Saray'a gitmişti.
Gül oradaki görkemli programda yaptığı konuşmada "GELECEK İÇİN ORTAK VİZYONUMUZ VAR” demişti.
Acaba neymiş o vizyon?
Kazmayı daha derine vurayım.
Dikkat.
Abdullah Gül'ün Türkiye'de 3 tane prensi vardır.
Bunlardan biri Ali Babacan'dır.
1990 yılında "Fulbright bursu" kazanarak, ABD'ye gitti üniversite okudu.
Abdullah Gül'ün aracılığı ile İngiltere'de önemli bağlantılar kurdu.
2002'de bizzat Abdullah Gül onu siyaset sahnesine çıkardı.
Abdullah Gül "Ali Babacan'ı ben yetiştirdim. İngiltere'ye gönderdim. İleride yıldızı parlayacak" demişti siyasete sokarken.
Ali Babacan yeni parti kurunca İngiliz medyası çok gündem edip övgüler dizmeye başladı.
Ekrem İmamoğlu seçimi kazanınca İngiltere Chatham House'ye gitti.
Aracı ve kefil olan Abdullah Gül idi.
Abdullah Gül sayesinde istediğini aldı oradan.
İmamoğlu Londra belediye başkanı ile resim çekilip "Londra ile bundan sonra hiç olmadığı kadar yakın ve ortak akılla çalışacaz" dedi.
Nasıl bir ortak akıl ki bu?
Şimdi dikkat.
Geçtiğimiz başkanlık seçiminde CHP, SP ve HDP Abdullah Gül'ü ortak aday kabul etti ve çıkaracaktı.
Fakat bazı sorunlar sebebiyle olmadı.
Saadet Partisi Abdullah Gül'ü nasıl ortak aday kabul etmişti?
Hani Abdullah Gül siyonist uşağı, Batı uşağıydı, haindi Saadet için.
Dikkat.
Temel Karamollaoğlu kim?
Uzun dönem İngiltere'de eğitim gördü.
Temel Karamollaoğlu Manchester Üniversitesi'nde okudu.
2018'de seçimden önce İngiliz gazetesi The Guardian'a verdiği demeçte "İngiliz tarzı sekülerizim ve laiklik istiyoruz" dedi.
Chatham House'nin kodlarına uyma garantisi verdi.
Bak şu işe.
Ve Abdullah Gül'ün ortak aday olmasını kabul etmişti.
Kraliçe Dayanışması olmasın bu.
Gül devlete çalışan çift taraflı adam olabilir mi?
Ve son soru.
Recep Tayyib Erdoğan kim?
Uzun konu.
Şu kadarını söyleyeyim.
Erdoğan piyasaya 2 tane prens sürdü.
Kalın sağlıcakla...
-- Mustafa Güldağı --
Abdullah Gül cumhurbaşkanı iken karşısında diz çöküp saygı duruşunda bulunan bu adam kim?
Fiji Cumhuriyeti'nin Ankara Büyükelçisi Robin Nair.
Özellikle Abdullah Gül'e neden böyle bir saygı duruşunda bulunmuştu?
Dikkkat buyurun o zaman.
İngiliz Milletler Topluluğunu bilir misiniz?
16 ülke direk bu topluluğa bağlıdır.
Bu topluluk da direk "İngiliz Kraliçesine" bağlıdır.
Kraliçe'yi devlet başkanı kabul ederler.
Kraliçe bu devletlere vali atar. Bu vali, Kraliçe adına o devletleri yönetir.
Kanada da bu devletlerden bir tanesidir mesela.
Fiji Cumhuriyeti de bu devletlerden bir tanesidir.
Fiji Cumhuriyeti'nin bayrağı bile İngiltere devleti ile aynıdır.
Bu devletlerin vatandaşı olmak isteyen Kraliçe'ye bağlılık yemini etmek zorunda.
Bu devletlerin eğitim sistemini İngilizler inşaa etmiştir.
Yetişen nesil Kraliçe ve İngiliz Devletine hayranlık duyarak yetişir.
Ve Kraliçe'nin dünyadaki tüm adamlarına özel saygı gösterisinde bulunurlar.
Abdullah Gül?
İngiliz Kraliçesi 2008'de ülkemize gelip bir şahsa “Büyük Şövalye Nişanı” taktı.
Bu şahıs Cumhurbaşkanı Abdullah Gül idi.
Gül hayatının ilk smokinini Kraliçe için giydi, eşi Hayrünnisa Hanım duygularını, “Kraliçe geldiğinde, aile yakınımız ziyaret etmiş gibi oldu. Akraba gelmiş gibiydi” sözleriyle ifade etti.
Büyük Şovalye Nişanı ancak İngiltere'nin kutsal saydığı değerleri ölümü pahasına savunanlara kraliçe tarafından verilir.
İngiliz politikasından ayrı düşenlerden bu nişan geri alınıyor.
Mesela bu nişan Zimbabve lideri Robert Mugabe'den 2008 yılında geri alındı.
Bu sebeple nişanı kaybetmemek için İngiltere'ye sadık kalınmalı.
Bitti mi? Hayır. En önemli yere geldik.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth’ten 2010 “Chatham House Ödülü”nü almak üzere İngiltere’ye gitti ve ödülü aldı.
Chatham House, İngiliz derin devletinin kararlar alıp uygulamaya koyduğu "Yuvarlak Masaydı"
Resmen 1920’de kuruldu. İsrail devletinin kuruluşuna öncülük eden, Osmanlı’yla, Orta Doğu’yu ilk parçalayan Sykes–Picot haritalarını çizen ve Sevr’i yapan bu masaydı.
Dünyaya yön veren bir merkez.
Chatham House, İngiltere'deki Exter Üniversitesi ile bağlantılıdır.
Bu üniversite ise İngiliz istihbarat servisi MI6'ya adam yetiştiren yerdir.
Özellikle Ortadoğu'ya İngiliz ajanı burada yetiştirilir. Abdullah Gül de bu okul da okumuştur.
Bu okuldan mezun olanlar ülkelerinde önemli görevlere getirilir.
Fiji Cumhuriyeti büyükelçisi de gelip o şahsın huzurunda diz çöküp en büyük saygı gösterisini yapmak zorundadır.
Buna "Kraliçe Dayanışması" diyoruz.
Gül 2011'de Kraliçe'nin özel davetlisi olarak Saray'a gitmişti.
Gül oradaki görkemli programda yaptığı konuşmada "GELECEK İÇİN ORTAK VİZYONUMUZ VAR” demişti.
Acaba neymiş o vizyon?
Kazmayı daha derine vurayım.
Dikkat.
Abdullah Gül'ün Türkiye'de 3 tane prensi vardır.
Bunlardan biri Ali Babacan'dır.
1990 yılında "Fulbright bursu" kazanarak, ABD'ye gitti üniversite okudu.
Abdullah Gül'ün aracılığı ile İngiltere'de önemli bağlantılar kurdu.
2002'de bizzat Abdullah Gül onu siyaset sahnesine çıkardı.
Abdullah Gül "Ali Babacan'ı ben yetiştirdim. İngiltere'ye gönderdim. İleride yıldızı parlayacak" demişti siyasete sokarken.
Ali Babacan yeni parti kurunca İngiliz medyası çok gündem edip övgüler dizmeye başladı.
Ekrem İmamoğlu seçimi kazanınca İngiltere Chatham House'ye gitti.
Aracı ve kefil olan Abdullah Gül idi.
Abdullah Gül sayesinde istediğini aldı oradan.
İmamoğlu Londra belediye başkanı ile resim çekilip "Londra ile bundan sonra hiç olmadığı kadar yakın ve ortak akılla çalışacaz" dedi.
Nasıl bir ortak akıl ki bu?
Şimdi dikkat.
Geçtiğimiz başkanlık seçiminde CHP, SP ve HDP Abdullah Gül'ü ortak aday kabul etti ve çıkaracaktı.
Fakat bazı sorunlar sebebiyle olmadı.
Saadet Partisi Abdullah Gül'ü nasıl ortak aday kabul etmişti?
Hani Abdullah Gül siyonist uşağı, Batı uşağıydı, haindi Saadet için.
Dikkat.
Temel Karamollaoğlu kim?
Uzun dönem İngiltere'de eğitim gördü.
Temel Karamollaoğlu Manchester Üniversitesi'nde okudu.
2018'de seçimden önce İngiliz gazetesi The Guardian'a verdiği demeçte "İngiliz tarzı sekülerizim ve laiklik istiyoruz" dedi.
Chatham House'nin kodlarına uyma garantisi verdi.
Bak şu işe.
Ve Abdullah Gül'ün ortak aday olmasını kabul etmişti.
Kraliçe Dayanışması olmasın bu.
Gül devlete çalışan çift taraflı adam olabilir mi?
Ve son soru.
Recep Tayyib Erdoğan kim?
Uzun konu.
Şu kadarını söyleyeyim.
Erdoğan piyasaya 2 tane prens sürdü.
Kalın sağlıcakla...
-- Mustafa Güldağı --
17 gün önce
3 Mayıs 1944 Milliyetçilik Olayı
İkinci Dünya Savaşı yılları, tüm Avrupa ateşler içinde milyonlarca insan hayatını kaybetmiş, Avrupa’nın birçok büyük şehri viran olmuş harabeye dönüşmüştü. 1944 yılında tanınmış Türk düşünürü, şair ve yazar Nihal Atsız Boğaziçi Lisesi’nde edebiyat öğretmeniyken Orhun dergisini çıkarıyordu. Nihal Atsız bu dergide Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na hitaben iki açık mektup yayınladı. Siyasi tarihimizde önemli izler bırakan olaylar bu mektuplarla başladı.
Şükrü Saraçoğlu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı bir konuşmada, “Ben Türkçü bir Başbakanım. Türkçülük bizim için bir kültür meselesi olduğu kadar bir kan meselesidir,” dedi. Bu beyan matbuata geniş bir yer buldu. Bu sözlere kayıtsız kalamayan Nihal Atsız;
“Memlekette açıktan açığa Komünizm propagandası yapan dergiler çıkmaktadır. Bu dergiler Milli Eğitim Bakanlığı’nın emriyle ve devlet parası ile satın alınarak bütün okullara dağıtılmaktadır. Ankara DTC Fakültesi, Devlet Konservatuarı’nda ve daha birçok mevkide memleketimizi Komünistleştirmek isteyen, buralarda faaliyet ve çaba gösteren insanlar vardır.
Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ya bunları görmüyor, o halde akıl kabul etmez derecede büyük bir gaflet içinde bulunmaktadır. Yahut bilerek görerek bu işleri yaptırmaktadır ki, bu takdirde kendisi de ihanet halindedir. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel derhal vazifeden alınmalıdır, yahut kendisi daha vatansever bir jest göstermeye davet edilmeli, hemen istifa etmesi istenmelidir.”
Milli vicdanlarda bu açık mektup büyük akisler yaptı. Memleketin bütün aydınları korkusuzca yapılmış bu politik çıkış karşısında heyecanla sarsıldı. Hiçbir bakan bugüne kadar böyle aleni bir tenkit görmemişti. Milli Şef döneminde vekillere imalı bir söz bile söylemek kimsenin haddine değildi.
Bu cüretkarlığı yapan kişiye haddini bildirmek gerekiyordu. Nihal Atsız aleyhine, kendisine vatan haini dedi diye Sabahattin Ali’ye bir hakaret davası açtırdılar. Davanın arkasında CHP vardı. Sabahattin Ali’ye izleyeceği yol anlatıldı, partinin avukatına Atsız’a karşı suç duyurusunda bulunması için vekaletname çıkarıldı. Çarklar dönmeye başlamıştı. Avukat ve savcı aldıkları talimat doğrultusunda Atsız hoca aleyhine kamu davası açılmasını sağladılar.
Atsız duruşmada hazır bulunmak için gittiğinde Ankara Garı’nda yüzlerce üniversiteli genç çiçeklerle karşıladı. Gençler heyecanlıydı, Atsız’ın Ankara’ya geliş sebebi üniversiteli gençler arasında hızla yayıldı. Gençler bu korkusuz Türk aydınını yalnız bırakmak istemiyordu. Birçoğu Orhun dergisini okuyordu. Bu atmosfer içinde kalabalık gittikçe arttı. Binlerce gencin haykırdığı “Kahrolsun Komünistler!” sloganlarıyla yer gök inledi. Gençler Atsız’ı misafir etmek için bir otele götürdüler. Otelin önünde Nazım Hikmet ve Sabahattin Ali’nin kitaplarını yaktılar. CHP iktidarını protesto ettiler.
Binlerce genç “Milliyetçi Türkiye!” diye bağırıyordu. Gelişmeler üzerine Milli Şef, İçişleri Bakanı’nı ve Başbakanı köşke çağırdı ve şiddetli bir şekilde azarladı. Döneminde kim böyle bir gösteri yapabilirdi? Bu gençlerin haddini bildirmek gerekiyordu. İçişleri Bakanlığı’ndan verilen talimat üzerine gençlerin etrafı polislerce sarıldı, tamamı dayaktan geçirildi, yerlerde sürüklendi, bazıları ağır şekilde yaralandı ve hastahaneye kaldırıldı. Birçoğu gözaltına alındı.
3 Mayıs 1944’te Nihal Atsız hakim huzuruna çıkarıldı; hukuka ve usule aykırı bir şekilde tutuklandı.
Atatürk ve silah arkadaşlarının devletin kuruluş felsefesi olarak belirlediği değerler suç olarak kabul ediliyordu.
Ne tutuklamalar, ne dayak, ne işkenceler milliyetçi gençleri yıldıramadı, yollarından döndüremedi. Gösteriler aralıksız olarak devam etti. Olaylar sonrasında CHP iktidarı istifa etmek zorunda kaldı. Milli direniş karşısında tek parti iktidarı aciz kalmıştı.
Atsız’ın evinde yapılan aramalar sırasında rahmetli Başbuğumuz Alparslan Türkeş’in bazı yazı ve mektupları ele geçirildi. Türkeş Erdek’te görevliydi. Evinde bulunan 500 kadar kitaba el konuldu. Kendisi Sıkıyönetim Komutanlığı’na sevk edildi ve Tophane’de bulunan Merkez Komutanlığı Cezaevi’nde bir hücreye konuldu. Bu cezaevinde her türlü suçlu bulunmaktaydı: kaçakçılar, uyuşturucu kullananlar, komünistler, casuslar, katiller, hırsızlar…
Aylar geçiyor, ancak hakim huzuruna çıkarılmıyordu.
O günlerde Türk milliyetçiliğinin “tehlikeli ve zararlı” bir görüş olduğu CHP toplantılarında ve gazetelerinde sık sık yazılıyordu. Hitler’in yenilgisi kaçınılmaz olunca, daha önce övgüler düzen gazeteler bir anda sövgü yarışına girdi. Türk milliyetçileri için Hitler; zafer kazandığında da yenildiğinde de aynıydı: şerefsiz bir katil ve insanlık düşmanıydı.
Türkeş, ışıksız, havasız, lağım sularının aktığı hücrede geçirdiği günlerin sonunda hastalandı. Günlerin çoğu aç ve susuz geçiyordu. Türkeş’in sağlığı hızla bozuldu ve cezaevi idaresi mecburen hastaneye kaldırılmasına karar verdi. Sevk evrakında:
“Dikkat: Siyasi suçludur. Türkçü ve Turancıdır. Başkalarıyla temas ve konuşma yapması yasaktır.” yazılıydı.
Bu ifadeler bile CHP iktidarının Türk dünyasına bakışını yansıtmaya yeterliydi.
Tüm bu olumsuzluklar içinde kaldırıldığı hastanede Tabip Tuğgeneral Fikri Akın adlı bir Türk subayı, Alparslan Türkeş’e “Oğlum, Türkçülük, Turancılık diye bir suç olamaz, üzülme. Senin tedavini burada yaptıracağım,” dedi. Bu yüce insan, verdiği sözünü tuttu. Alparslan Türkeş’i sağlığına kavuşturmak için gerekli tüm tedavileri eksiksiz uyguladı.
Bu sırada ülke ve dünya çapında haklı bir şöhret kazanmış olan ilim adamı merhum Prof. Dr. Zeki Velidi Togan Sansaryan Han’da işkence görüyordu. Kendisine bazı yazılarla mukayese yapacağız diye boş kağıtlar imzalatılmıştı. Bu boş kağıtların üzeri sorgucular tarafından doldurularak suç ikrarı olarak kullanılmaya kalkışıldı. Zalimler hiçbir ahlaki disiplini tanımıyordu.
Sansaryan Han’ın hücrelerinde sadece Zeki Velidi Togan yoktu. Yüzlerce vatansever ağır sorgulardan, işkencelerden geçiyordu. Bu gençlerden biri de Reha Oğuz Türkkan’dı. İşkence altında bir gözünü kaybetmişti.
İşkencecilerin başında Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Sabit Noyan, Savcı Kazım Alöç, Polis Müdürü Ahmet Demir bulunmaktaydı.
Türkçülük, Turancılık suçlamasıyla tevkif ettikleri askerleri Tophane’de bulunan Merkez Komutanlığı emrindeki askeri cezaevinde tutuyorlardı.
Piyade Üsteğmen Alparslan Türkeş, Doktor Binbaşı Hasan Ferit Cansever, Doktor Üsteğmen Fethi Tevetoğlu, Teğmen Nurullah Barıman, Asteğmen Zeki Sofuoğlu tutuklu askerlerin önde gelen isimleriydi.
Emniyet Müdürlüğü’nde, yani Sansaryan Han’da gözaltında bulunanların durumu, Tophane Askeri Cezaevi’nde bulunanlardan çok daha kötüydü. İsimlerini bugün hürmet ve saygıyla andığımız Türk milliyetçileri, “tabutluk” adı verilen yarım metrekarelik bir yerde, 2,5 metre yüksekliğinde beton duvar içinde, tepelerinde üç adet 500 mumluk ampul, demir prangalarla kol ve bellerinden bağlanarak duvara yapılmış oyuklarda tutuluyordu.
Tutuklamaların çoğu Mayıs ayı sonlarında yapılmış, işkenceler Haziran ve Temmuz aylarında aralıksız devam etmişti.
CHP’nin tek parti yönetimi, Türk aydınını, Türk milliyetçilerini tabutluklarda işkencelerden geçirdi. Bu gençlerden bazıları ömür boyu sakat kaldı. Tıp Fakültesi öğrencisi Mehmet Külahlıoğlu bu gençlerden biridir. Emniyet Müdürü Ahmet Demir’in işkence tezgahlarından geçenler arasında Hikmet Tanyu, Hamza Şadi Özbek, Cemal Serdengeçti, Mehmet Külahlı, Necdet Özgelen, Sait Bilgiç, Oğuz Öçalan, Osman Yüksel Serdengeçti gibi birçok vatan evladı bulunmaktadır.
Uzun çileli günlerden sonra nihayet duruşmalar başladı. Memleketini ve milletini sevmekten başka hiçbir gaye gütmeyen temiz ve masum milliyetçi Türk çocukları, Milli Şef iktidarı savcılarınca hazırlanan iddianamelerde “vatan haini” gösterildi.
Mahkemeye verilen dilekçeler, duruşma yargıcı Osman Cevdet Erkut tarafından sanıkların yüzüne atılıyordu. Avukatlar da sindirilmiş, bir şey söyleyemez hale gelmişlerdi.
Sanıklar her şeye rağmen Emniyet Müdürlüğü’nde işkence gördüklerini zapta geçirttiler.
1944 yılında Türkçülük-Turancılık davası sebebiyle yüzlerce kişi gözaltına alındı. Ancak 23 kişi mahkemeye gönderildi.
Duruşmalar üç yıldan fazla sürdü. Heyetler değişti. Sonunda 10 kişinin mahkûmiyetine, 13 sanığın beraatine karar verildi. Ceza verilenlerin başında Nihal Atsız gelmekteydi.
Beraat edenler aleyhine dönemin savcısı temyize başvurdu.
Temyiz incelemesi sonunda Askeri Yargıtay beraat kararını ittifakla onayladı ve tutuklu sanıkların derhal tahliyesine karar verdi.
Devletin Milli Mücadele ruhundan ve Türk ülküsünden uzaklaştırılmasına sebep olan yöneticiler, devlete sızan dönme devşirme taifesinin yaptıkları, tek parti diktasının zulmü Türk milliyetçileri tarafından asla unutulmadı.
3 Mayıs, tutuklamaları ve tek parti iktidarını protesto eden binlerce milliyetçi gencin yürüyüşünü ve dayanışmasını simgeleyen gündür.
İlk defa 1945 yılında cezaevinde anılmaya başlanmıştır. Tutuklu on milliyetçi genç adam cezaevinde kırık dökük bir masanın etrafında toplanıp 3 Mayıs anmalarını
İkinci Dünya Savaşı yılları, tüm Avrupa ateşler içinde milyonlarca insan hayatını kaybetmiş, Avrupa’nın birçok büyük şehri viran olmuş harabeye dönüşmüştü. 1944 yılında tanınmış Türk düşünürü, şair ve yazar Nihal Atsız Boğaziçi Lisesi’nde edebiyat öğretmeniyken Orhun dergisini çıkarıyordu. Nihal Atsız bu dergide Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na hitaben iki açık mektup yayınladı. Siyasi tarihimizde önemli izler bırakan olaylar bu mektuplarla başladı.
Şükrü Saraçoğlu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı bir konuşmada, “Ben Türkçü bir Başbakanım. Türkçülük bizim için bir kültür meselesi olduğu kadar bir kan meselesidir,” dedi. Bu beyan matbuata geniş bir yer buldu. Bu sözlere kayıtsız kalamayan Nihal Atsız;
“Memlekette açıktan açığa Komünizm propagandası yapan dergiler çıkmaktadır. Bu dergiler Milli Eğitim Bakanlığı’nın emriyle ve devlet parası ile satın alınarak bütün okullara dağıtılmaktadır. Ankara DTC Fakültesi, Devlet Konservatuarı’nda ve daha birçok mevkide memleketimizi Komünistleştirmek isteyen, buralarda faaliyet ve çaba gösteren insanlar vardır.
Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ya bunları görmüyor, o halde akıl kabul etmez derecede büyük bir gaflet içinde bulunmaktadır. Yahut bilerek görerek bu işleri yaptırmaktadır ki, bu takdirde kendisi de ihanet halindedir. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel derhal vazifeden alınmalıdır, yahut kendisi daha vatansever bir jest göstermeye davet edilmeli, hemen istifa etmesi istenmelidir.”
Milli vicdanlarda bu açık mektup büyük akisler yaptı. Memleketin bütün aydınları korkusuzca yapılmış bu politik çıkış karşısında heyecanla sarsıldı. Hiçbir bakan bugüne kadar böyle aleni bir tenkit görmemişti. Milli Şef döneminde vekillere imalı bir söz bile söylemek kimsenin haddine değildi.
Bu cüretkarlığı yapan kişiye haddini bildirmek gerekiyordu. Nihal Atsız aleyhine, kendisine vatan haini dedi diye Sabahattin Ali’ye bir hakaret davası açtırdılar. Davanın arkasında CHP vardı. Sabahattin Ali’ye izleyeceği yol anlatıldı, partinin avukatına Atsız’a karşı suç duyurusunda bulunması için vekaletname çıkarıldı. Çarklar dönmeye başlamıştı. Avukat ve savcı aldıkları talimat doğrultusunda Atsız hoca aleyhine kamu davası açılmasını sağladılar.
Atsız duruşmada hazır bulunmak için gittiğinde Ankara Garı’nda yüzlerce üniversiteli genç çiçeklerle karşıladı. Gençler heyecanlıydı, Atsız’ın Ankara’ya geliş sebebi üniversiteli gençler arasında hızla yayıldı. Gençler bu korkusuz Türk aydınını yalnız bırakmak istemiyordu. Birçoğu Orhun dergisini okuyordu. Bu atmosfer içinde kalabalık gittikçe arttı. Binlerce gencin haykırdığı “Kahrolsun Komünistler!” sloganlarıyla yer gök inledi. Gençler Atsız’ı misafir etmek için bir otele götürdüler. Otelin önünde Nazım Hikmet ve Sabahattin Ali’nin kitaplarını yaktılar. CHP iktidarını protesto ettiler.
Binlerce genç “Milliyetçi Türkiye!” diye bağırıyordu. Gelişmeler üzerine Milli Şef, İçişleri Bakanı’nı ve Başbakanı köşke çağırdı ve şiddetli bir şekilde azarladı. Döneminde kim böyle bir gösteri yapabilirdi? Bu gençlerin haddini bildirmek gerekiyordu. İçişleri Bakanlığı’ndan verilen talimat üzerine gençlerin etrafı polislerce sarıldı, tamamı dayaktan geçirildi, yerlerde sürüklendi, bazıları ağır şekilde yaralandı ve hastahaneye kaldırıldı. Birçoğu gözaltına alındı.
3 Mayıs 1944’te Nihal Atsız hakim huzuruna çıkarıldı; hukuka ve usule aykırı bir şekilde tutuklandı.
Atatürk ve silah arkadaşlarının devletin kuruluş felsefesi olarak belirlediği değerler suç olarak kabul ediliyordu.
Ne tutuklamalar, ne dayak, ne işkenceler milliyetçi gençleri yıldıramadı, yollarından döndüremedi. Gösteriler aralıksız olarak devam etti. Olaylar sonrasında CHP iktidarı istifa etmek zorunda kaldı. Milli direniş karşısında tek parti iktidarı aciz kalmıştı.
Atsız’ın evinde yapılan aramalar sırasında rahmetli Başbuğumuz Alparslan Türkeş’in bazı yazı ve mektupları ele geçirildi. Türkeş Erdek’te görevliydi. Evinde bulunan 500 kadar kitaba el konuldu. Kendisi Sıkıyönetim Komutanlığı’na sevk edildi ve Tophane’de bulunan Merkez Komutanlığı Cezaevi’nde bir hücreye konuldu. Bu cezaevinde her türlü suçlu bulunmaktaydı: kaçakçılar, uyuşturucu kullananlar, komünistler, casuslar, katiller, hırsızlar…
Aylar geçiyor, ancak hakim huzuruna çıkarılmıyordu.
O günlerde Türk milliyetçiliğinin “tehlikeli ve zararlı” bir görüş olduğu CHP toplantılarında ve gazetelerinde sık sık yazılıyordu. Hitler’in yenilgisi kaçınılmaz olunca, daha önce övgüler düzen gazeteler bir anda sövgü yarışına girdi. Türk milliyetçileri için Hitler; zafer kazandığında da yenildiğinde de aynıydı: şerefsiz bir katil ve insanlık düşmanıydı.
Türkeş, ışıksız, havasız, lağım sularının aktığı hücrede geçirdiği günlerin sonunda hastalandı. Günlerin çoğu aç ve susuz geçiyordu. Türkeş’in sağlığı hızla bozuldu ve cezaevi idaresi mecburen hastaneye kaldırılmasına karar verdi. Sevk evrakında:
“Dikkat: Siyasi suçludur. Türkçü ve Turancıdır. Başkalarıyla temas ve konuşma yapması yasaktır.” yazılıydı.
Bu ifadeler bile CHP iktidarının Türk dünyasına bakışını yansıtmaya yeterliydi.
Tüm bu olumsuzluklar içinde kaldırıldığı hastanede Tabip Tuğgeneral Fikri Akın adlı bir Türk subayı, Alparslan Türkeş’e “Oğlum, Türkçülük, Turancılık diye bir suç olamaz, üzülme. Senin tedavini burada yaptıracağım,” dedi. Bu yüce insan, verdiği sözünü tuttu. Alparslan Türkeş’i sağlığına kavuşturmak için gerekli tüm tedavileri eksiksiz uyguladı.
Bu sırada ülke ve dünya çapında haklı bir şöhret kazanmış olan ilim adamı merhum Prof. Dr. Zeki Velidi Togan Sansaryan Han’da işkence görüyordu. Kendisine bazı yazılarla mukayese yapacağız diye boş kağıtlar imzalatılmıştı. Bu boş kağıtların üzeri sorgucular tarafından doldurularak suç ikrarı olarak kullanılmaya kalkışıldı. Zalimler hiçbir ahlaki disiplini tanımıyordu.
Sansaryan Han’ın hücrelerinde sadece Zeki Velidi Togan yoktu. Yüzlerce vatansever ağır sorgulardan, işkencelerden geçiyordu. Bu gençlerden biri de Reha Oğuz Türkkan’dı. İşkence altında bir gözünü kaybetmişti.
İşkencecilerin başında Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Sabit Noyan, Savcı Kazım Alöç, Polis Müdürü Ahmet Demir bulunmaktaydı.
Türkçülük, Turancılık suçlamasıyla tevkif ettikleri askerleri Tophane’de bulunan Merkez Komutanlığı emrindeki askeri cezaevinde tutuyorlardı.
Piyade Üsteğmen Alparslan Türkeş, Doktor Binbaşı Hasan Ferit Cansever, Doktor Üsteğmen Fethi Tevetoğlu, Teğmen Nurullah Barıman, Asteğmen Zeki Sofuoğlu tutuklu askerlerin önde gelen isimleriydi.
Emniyet Müdürlüğü’nde, yani Sansaryan Han’da gözaltında bulunanların durumu, Tophane Askeri Cezaevi’nde bulunanlardan çok daha kötüydü. İsimlerini bugün hürmet ve saygıyla andığımız Türk milliyetçileri, “tabutluk” adı verilen yarım metrekarelik bir yerde, 2,5 metre yüksekliğinde beton duvar içinde, tepelerinde üç adet 500 mumluk ampul, demir prangalarla kol ve bellerinden bağlanarak duvara yapılmış oyuklarda tutuluyordu.
Tutuklamaların çoğu Mayıs ayı sonlarında yapılmış, işkenceler Haziran ve Temmuz aylarında aralıksız devam etmişti.
CHP’nin tek parti yönetimi, Türk aydınını, Türk milliyetçilerini tabutluklarda işkencelerden geçirdi. Bu gençlerden bazıları ömür boyu sakat kaldı. Tıp Fakültesi öğrencisi Mehmet Külahlıoğlu bu gençlerden biridir. Emniyet Müdürü Ahmet Demir’in işkence tezgahlarından geçenler arasında Hikmet Tanyu, Hamza Şadi Özbek, Cemal Serdengeçti, Mehmet Külahlı, Necdet Özgelen, Sait Bilgiç, Oğuz Öçalan, Osman Yüksel Serdengeçti gibi birçok vatan evladı bulunmaktadır.
Uzun çileli günlerden sonra nihayet duruşmalar başladı. Memleketini ve milletini sevmekten başka hiçbir gaye gütmeyen temiz ve masum milliyetçi Türk çocukları, Milli Şef iktidarı savcılarınca hazırlanan iddianamelerde “vatan haini” gösterildi.
Mahkemeye verilen dilekçeler, duruşma yargıcı Osman Cevdet Erkut tarafından sanıkların yüzüne atılıyordu. Avukatlar da sindirilmiş, bir şey söyleyemez hale gelmişlerdi.
Sanıklar her şeye rağmen Emniyet Müdürlüğü’nde işkence gördüklerini zapta geçirttiler.
1944 yılında Türkçülük-Turancılık davası sebebiyle yüzlerce kişi gözaltına alındı. Ancak 23 kişi mahkemeye gönderildi.
Duruşmalar üç yıldan fazla sürdü. Heyetler değişti. Sonunda 10 kişinin mahkûmiyetine, 13 sanığın beraatine karar verildi. Ceza verilenlerin başında Nihal Atsız gelmekteydi.
Beraat edenler aleyhine dönemin savcısı temyize başvurdu.
Temyiz incelemesi sonunda Askeri Yargıtay beraat kararını ittifakla onayladı ve tutuklu sanıkların derhal tahliyesine karar verdi.
Devletin Milli Mücadele ruhundan ve Türk ülküsünden uzaklaştırılmasına sebep olan yöneticiler, devlete sızan dönme devşirme taifesinin yaptıkları, tek parti diktasının zulmü Türk milliyetçileri tarafından asla unutulmadı.
3 Mayıs, tutuklamaları ve tek parti iktidarını protesto eden binlerce milliyetçi gencin yürüyüşünü ve dayanışmasını simgeleyen gündür.
İlk defa 1945 yılında cezaevinde anılmaya başlanmıştır. Tutuklu on milliyetçi genç adam cezaevinde kırık dökük bir masanın etrafında toplanıp 3 Mayıs anmalarını
18 gün önce
TÜRK TARİHİNİ BİLMEMEK
Soner Yalçın 31.01.2018
“Rabova” nedir bilir misiniz?
Hayır, “Rojava” demiyorum; “Rabova” diyorum.
Maşallah! “Rojava”yı bilmeyeniniz yok; hepinize ezberlettiler! Suriye'de; Derik'ten Afrin'e kadar sınırımızda uzanan 700 km'lik alana “Rojava” diyorlar; sözüm ona “Batı Kürdistan!”
Öyle propaganda yaptılar ki… Çoğu kişi sanıyor ki, “Rojava” Kürtlerin yurdu! Bir de ideolojik temel inşa ediyorlar; “Kemalizm'den kaçan Kürtler buraya sığındı!” Bitmez tükenmez PKK yalanlarından biri bu.
Neyse... Soruma döneyim:
“Rabova” nedir?
Bilmiyorsunuz değil mi? “Yevmüşşüheda” desem…
Yani, “Masum Şehitler Günü”…
Hatırlayanınız çıktı mı? Sanmam!
Yazayım:
Tarih: 30 Eylül 1918. Osmanlı, I. Dünya Savaşı'nı kaybetmek üzereydi artık. Alman Mareşal Liman von Sanders komutasındaki Osmanlı Ordusu, Şam'ı boşaltıp Halep'e çekilme kararı aldı.
Şam'da binlerce Türk ailesi vardı… Binlerce kadın-çocuk Türk yollara düştü. İnsan acımasızlığının boyutunu nereden bilsinler?
Tren, Şam-Rayak demiryolunun geçtiği Rabova boğazında saldırıya uğradı. Boğazın iki yakasını tutmuş ayrılıkçı Araplar silahlarla treni taramaya başladı. Saldırganların gözü öylesine kin doluydu ki, bir tek sağ çocuk bile bırakmadılar…
Rabova katliamının olduğu her “30 Eylül” günü “Masum Şehitler Günü” olarak anıldı. Zamanla unutuldu gitti!
Sonra, “Ermeni soykırımı” sözleri bilinçlere şırınga edildi!
Sonra, “Rojava direnişi” lafları bilinçlere şırınga edildi!
Bırakınız “Masum Şehitler Günü” anmasını, “Rabova kıyımını” bile bilen kalmadı.
PKK-FETÖ ve liboş düşünce ikliminde yetişen insanımız tarihine düşman kesildi!
Türklük, faşistlik oluverdi!
30 EYLÜL MASUM ŞEHİTLER GÜNÜ
Bir zamanlar Şam Osmanlı şehri idi. 1. Dünya Savaşında Şam Hastanesinde Filistin Cephesinden gelen yaralı Osmanlı askerleri yatıyordu. Filistin Cephesinde Lawrance komutasındaki Arap Bedevileri “Esir almak yoook!..” bağrışları ile Şam’a doğru çekilmekte olan Türk Mehmetçiğine saldırdılar. İşte bu saldırıdan kurtulanlar Şam Hastanesine yatırılmıştı. Öyle ki hastane yatakları tam dolmuş, hastane avlusunda yüzlerce yaralı Mehmetçik sedyelerde inliyordu. Bedevi atlıları bir sabah gün ışırken geldiler. Önce hastane avlusunda sedyelerde yatan Mehmetçikleri, “Mermi israfı olmasın” diye eğri kılıçlarla kellelerini kesip, karınlarını deştiler, sonra hastane içine girip ağır yaralıları katlettiler. Biz onlarla “Din kardeşi” olduğumuza inanıyorduk değil mi?
Bir zamanlar Osmanlı şehri olan Şam’daki bu vahşetten sonra şehirdeki subay ve memurlar Şam’ın elden çıktığını kabullendiler. Önce çocuklar ve anneler trenle Halep’e taşınmaları gerekiyordu. Binlerce çocuk, anneler ve nineleri vagonlara balık istifi dolduruldu. Masumlar treni Rabova (Barada) Boğazı’na geldiğinde demiryoluna döşenmiş taşlarla tren katarı durduruldu. Boğazın iki yakasında pusuya yatmış Arap Bedevileri ve Ermenilerin yaylım ateşi başladı sonra. Tren vagonlarından yükselen çığlıklar silah seslerini bastırıyordu. Çocuklar annelerine, ninelerine sarılıp kucak kucağa can verdiler. Ümmet kardeşimiz Arap Bedevileri ve Ermeniler vagonlara girdiler sonra, ağır yaralıları da susturdular.
Binlerce masum çocuk; genç, yaşlı kadınların öldürüldüğü 30 Eylül 1918 Cumhuriyet yıllarında “Masum Şehitler Günü” olarak anılırdı. Sonra unuttuk her şeyi, Arap Bedevileri ile yeniden “Ümmet kardeşi” olduk, “Din kardeşi” olduk, sarmaş dolaş olduk…
Alper Aksoy
Soner Yalçın 31.01.2018
“Rabova” nedir bilir misiniz?
Hayır, “Rojava” demiyorum; “Rabova” diyorum.
Maşallah! “Rojava”yı bilmeyeniniz yok; hepinize ezberlettiler! Suriye'de; Derik'ten Afrin'e kadar sınırımızda uzanan 700 km'lik alana “Rojava” diyorlar; sözüm ona “Batı Kürdistan!”
Öyle propaganda yaptılar ki… Çoğu kişi sanıyor ki, “Rojava” Kürtlerin yurdu! Bir de ideolojik temel inşa ediyorlar; “Kemalizm'den kaçan Kürtler buraya sığındı!” Bitmez tükenmez PKK yalanlarından biri bu.
Neyse... Soruma döneyim:
“Rabova” nedir?
Bilmiyorsunuz değil mi? “Yevmüşşüheda” desem…
Yani, “Masum Şehitler Günü”…
Hatırlayanınız çıktı mı? Sanmam!
Yazayım:
Tarih: 30 Eylül 1918. Osmanlı, I. Dünya Savaşı'nı kaybetmek üzereydi artık. Alman Mareşal Liman von Sanders komutasındaki Osmanlı Ordusu, Şam'ı boşaltıp Halep'e çekilme kararı aldı.
Şam'da binlerce Türk ailesi vardı… Binlerce kadın-çocuk Türk yollara düştü. İnsan acımasızlığının boyutunu nereden bilsinler?
Tren, Şam-Rayak demiryolunun geçtiği Rabova boğazında saldırıya uğradı. Boğazın iki yakasını tutmuş ayrılıkçı Araplar silahlarla treni taramaya başladı. Saldırganların gözü öylesine kin doluydu ki, bir tek sağ çocuk bile bırakmadılar…
Rabova katliamının olduğu her “30 Eylül” günü “Masum Şehitler Günü” olarak anıldı. Zamanla unutuldu gitti!
Sonra, “Ermeni soykırımı” sözleri bilinçlere şırınga edildi!
Sonra, “Rojava direnişi” lafları bilinçlere şırınga edildi!
Bırakınız “Masum Şehitler Günü” anmasını, “Rabova kıyımını” bile bilen kalmadı.
PKK-FETÖ ve liboş düşünce ikliminde yetişen insanımız tarihine düşman kesildi!
Türklük, faşistlik oluverdi!
30 EYLÜL MASUM ŞEHİTLER GÜNÜ
Bir zamanlar Şam Osmanlı şehri idi. 1. Dünya Savaşında Şam Hastanesinde Filistin Cephesinden gelen yaralı Osmanlı askerleri yatıyordu. Filistin Cephesinde Lawrance komutasındaki Arap Bedevileri “Esir almak yoook!..” bağrışları ile Şam’a doğru çekilmekte olan Türk Mehmetçiğine saldırdılar. İşte bu saldırıdan kurtulanlar Şam Hastanesine yatırılmıştı. Öyle ki hastane yatakları tam dolmuş, hastane avlusunda yüzlerce yaralı Mehmetçik sedyelerde inliyordu. Bedevi atlıları bir sabah gün ışırken geldiler. Önce hastane avlusunda sedyelerde yatan Mehmetçikleri, “Mermi israfı olmasın” diye eğri kılıçlarla kellelerini kesip, karınlarını deştiler, sonra hastane içine girip ağır yaralıları katlettiler. Biz onlarla “Din kardeşi” olduğumuza inanıyorduk değil mi?
Bir zamanlar Osmanlı şehri olan Şam’daki bu vahşetten sonra şehirdeki subay ve memurlar Şam’ın elden çıktığını kabullendiler. Önce çocuklar ve anneler trenle Halep’e taşınmaları gerekiyordu. Binlerce çocuk, anneler ve nineleri vagonlara balık istifi dolduruldu. Masumlar treni Rabova (Barada) Boğazı’na geldiğinde demiryoluna döşenmiş taşlarla tren katarı durduruldu. Boğazın iki yakasında pusuya yatmış Arap Bedevileri ve Ermenilerin yaylım ateşi başladı sonra. Tren vagonlarından yükselen çığlıklar silah seslerini bastırıyordu. Çocuklar annelerine, ninelerine sarılıp kucak kucağa can verdiler. Ümmet kardeşimiz Arap Bedevileri ve Ermeniler vagonlara girdiler sonra, ağır yaralıları da susturdular.
Binlerce masum çocuk; genç, yaşlı kadınların öldürüldüğü 30 Eylül 1918 Cumhuriyet yıllarında “Masum Şehitler Günü” olarak anılırdı. Sonra unuttuk her şeyi, Arap Bedevileri ile yeniden “Ümmet kardeşi” olduk, “Din kardeşi” olduk, sarmaş dolaş olduk…
Alper Aksoy
20 gün önce
Doğu Türkistan’ın bağımsızlık mücadelesinde hayatı dahil tüm varlığını mücadelesine armağan etmiş Osman Batur’u şehadetinin 73. yıl dönümünde rahmetle anıyoruz!.
22 gün önce
BİZ KİMİN TORUNUYUZ ?..
Türkiye'de neden hiç kimse;
Hun Torunuyuz, Göktürk torunuyuz
Uygur torununuyuz,
Avar, Hazar torunuyuz demiyor da sadece Osmanlı torunuyuz diyor..??
Yani mesele Türklük ise ilk Türk devleti Hunlar..
Yok eğer mesele hükümdarlık ise Uygurlar hükümdarlığın kralı yaptı.. Herkes neden sadece Fatih'in, Selim'in torunu oluyor..??
Neden hiç kimse Teoman Han'ın torunuyum demiyor..
Osmanlı'dan başka devlet mi bilmiyorlar yoksa..??
Bu Osmanlı torunuyum diyenler arasında
Kavimler göçü sonrası Avrupa'da kurulan ilk Türk devletini bilen var mı..??
Balamir Kağan'ı tanıyan var mı aranızda eyyy Türkçü geçinen Osmanlıcılar..
Yani mesele tarihe sahip çıkmaksa Göktürk devletinden büyük devlet var mı..??
Neden sadece Osmanlı..?? Saltanat ile yönetildiği için mi..??
Avarları, Hazarları tanıyan var mı aranızda.??
Hazar Türk devleti bugünkü Rusya'dan daha büyüktü..
Belki adını bile duymadınız.. Niye ille de Osmanlı..
Harfleri arapçayı anımsatıyor diye mi..??
Sizin Türklükle, Tarihle ilginiz yok..
Geri kalmışlıkla, Sizi yönetenleri şatafatlı hayatlarıyla,
Yalakalıkla ilginiz var..
Mesela tarihe sahip çıkmaksa Osmanlı'dan daha büyük devletlerde var tarihimizde...
Oğuzlar, Türğişler, Karluklar hiç duydunuz mu hiç..??
Neden hiç Karahanlı, Kıpçak, Gazne, Selçuklu torunuyuz diyen yok..
Memluk Türk devletini duyan var mı aranıza..??
Siz sadece takke, cübbe, sakal seviyorsunuz..
Bu yüzden Osmanlı torunuyuz diyorsunuz..
Tarihte övünülecek çok daha büyük devletler varken neden sadece Osmanlı..??
Osmanlı'yı biliyorsunuz..
Hunlardan haberiniz yok,
Göktürklerden haberiniz yok..
Nereden haberiniz olsun ki..!!
Türkiye'de neden hiç kimse;
Hun Torunuyuz, Göktürk torunuyuz
Uygur torununuyuz,
Avar, Hazar torunuyuz demiyor da sadece Osmanlı torunuyuz diyor..??
Yani mesele Türklük ise ilk Türk devleti Hunlar..
Yok eğer mesele hükümdarlık ise Uygurlar hükümdarlığın kralı yaptı.. Herkes neden sadece Fatih'in, Selim'in torunu oluyor..??
Neden hiç kimse Teoman Han'ın torunuyum demiyor..
Osmanlı'dan başka devlet mi bilmiyorlar yoksa..??
Bu Osmanlı torunuyum diyenler arasında
Kavimler göçü sonrası Avrupa'da kurulan ilk Türk devletini bilen var mı..??
Balamir Kağan'ı tanıyan var mı aranızda eyyy Türkçü geçinen Osmanlıcılar..
Yani mesele tarihe sahip çıkmaksa Göktürk devletinden büyük devlet var mı..??
Neden sadece Osmanlı..?? Saltanat ile yönetildiği için mi..??
Avarları, Hazarları tanıyan var mı aranızda.??
Hazar Türk devleti bugünkü Rusya'dan daha büyüktü..
Belki adını bile duymadınız.. Niye ille de Osmanlı..
Harfleri arapçayı anımsatıyor diye mi..??
Sizin Türklükle, Tarihle ilginiz yok..
Geri kalmışlıkla, Sizi yönetenleri şatafatlı hayatlarıyla,
Yalakalıkla ilginiz var..
Mesela tarihe sahip çıkmaksa Osmanlı'dan daha büyük devletlerde var tarihimizde...
Oğuzlar, Türğişler, Karluklar hiç duydunuz mu hiç..??
Neden hiç Karahanlı, Kıpçak, Gazne, Selçuklu torunuyuz diyen yok..
Memluk Türk devletini duyan var mı aranıza..??
Siz sadece takke, cübbe, sakal seviyorsunuz..
Bu yüzden Osmanlı torunuyuz diyorsunuz..
Tarihte övünülecek çok daha büyük devletler varken neden sadece Osmanlı..??
Osmanlı'yı biliyorsunuz..
Hunlardan haberiniz yok,
Göktürklerden haberiniz yok..
Nereden haberiniz olsun ki..!!
22 gün önce
Kazım Karabekir'in Kızından Çarpıcı Sözler.
Kazım Karabekir’in kızı Timsal Karabekir Yıldıran, 1915 olaylarının 100. yılında yeniden dillendirilen sözde Ermeni soykırım iddialarını eleştirdi.
Sözde soykırım iddialarına karşı babasının hatıralarıyla yanıt veren Yıldıran, “Bu bir oyundur. Bu bir böl, parçala yut oyunudur. Yarın öbür gün bizi birbirimize düşürmek için başka konularda kullanılacaktır” dedi.
1915 olaylarının 100. yıldönümünde, sözde Ermeni soykırım iddiaları yeniden gündeme geldi. Özelikle, Katoliklerin ruhani lideri Papa Francis’in ‘soykırım’ ifadesini kullanması Türkiye’de tepkilere yol açtı. Genelkurmay Başkanlığı’nın arşivleri ve belgeleriyse, olayların 100. yılında, Ermeni çetelerinin o dönemde yaptığı zulmü ortaya koyuyor.
Kurtuluş Savaşı’nın önemli kahramanlarından Kazım Karabekir’in hatıraları da, Ermeni çeteleri tarafından yapılan zulmü ve binlerce masum insanın olaylar sırasında öldürüldüğünü doğruluyor. Kazım Karabekir’in kızı Timsal Karabekir Yıldıran da yaşananlara tepki gösterdi. İstanbul'da sessiz sakin bir hayat sürdüren ve gittiği her noktada soykırım olmadığını belgelerle, babasının yazdıklarıyla yalanlayan Karabekir, babasının adına açılan Kazım Karabekir Paşa Müzesi’nde İhlas Haber Ajansı (İHA)’na özel açıklamalarda bulundu.
“ERMENİLER İHANET ETTİ”
İddiaların oyun olduğunu anlatan Timsal Karabekir Yıldıran, Ermenilerin Osmanlı Devletine ihanet ettiğini söyledi. Ermeni çetelerinin o yıllarda binlerce insanı katlettiğini aktaran Yıldıran, soykırım iddialarına karşı babasının hatıratlarından cevap verdi. Karabekir, bir oyun oynandığğını belirterek şunları söyledi: "Bu bir böl, parçala yut oyunudur. Yarın öbür gün bizi birbirimize düşürmek için başka konularda kullanılacaktır. Bu vatandan toprak alıp, bu vatanı zayıflatmak için bir takım insanların oyunudur zincirin bir halkasıdır Ermeni konusu. Ermenilerin ilk Başbakanı Kaçaznuni diyor ki; ‘Biz ihanet ettik. Osmanlı tehcirde haklıydı. Çünkü biz ihanet ettik.’ Bunu kendi Başbakanları söylüyor. Osmanlı Balkanlarda can veriyor, kan veriyor, Osmanlı Sarıkamış’ta can veriyor. Osmanlı toprak kaybediyor ve bu sırada Osmanlı’nın sadık teba diye bağrına bastığı Ermeni vatandaşlar Ruslarla bir olup Türk’ü Osmanlıyı sırtından vuruyor. İşte Osmanlı, o zaman sen vatanın o yöresinde muzurluk ediyorsun, seni vatanın başka bir yöresine göç ettiriyorum. Tehcir bu demek ve açın Osmanlı arşivlerini açtığımız zaman her kafileye doktor verilsin, her hamile kadına süt verilsin döndükleri zaman borçları ertelenmiş olsun. Eğer Osmanlı bir soykırım yapmaya niyetlenseydi ne sütüyle, ne doktoruyla ne de borcuyla ilgilenmezdi. Hitler ilgilenmedi Musevinin borcuyla sütüyle o soykırımdı.”
“CANLI CANLI KAZIĞA OTURTULDU”
Ermeni diasporasının amacının 4t’den oluştuğunu ifade eden Kazım Karabekir’in kızı Timsal Karabekir Yıldıran, Ermeni çetelerinin yaptığı zulümlere de değindi. Babasının gördüğü manzarayı paylaşan Yıldıran, sözlerini şöyle sürdürdü: “Babamın anılarında çok çarpıcı çok yürek kanatacak anılar var. 'Erzurum’a o kadar çok yaklaştım ki, zaten biraz daha geç kalsam içeride kurtaracak can bulamayacaktım' diyor. Sanki mezarlıklar ölüleri dışarıya fırlatmış gibiydi diyor. Kollar, bacaklar mezarların dışındaydı. Ve o kadar yaklaştım ki Erzurum’a insanlar gülerek beni karşılıyorlar dişlerini görecek mesafedeyim. Biraz daha yaklaştığım zaman ortada bir gayrı tabiilik hissettim bu insanlar hiç kımıldamıyordu. Biraz daha yaklaştığım zaman dehşetle gördüm ki her biri Ermeniler tarafından canlı canlı birer kazığa oturtulmuştu. Ve ızdıraptan kasılmıştı çehreler öylece can vermişlerdi. Bizim vatanımızda bizim canlarımız işte böyle can verdi. Gerek diaspora çok maksatlı devletler, maalesef bu acıyı özelikle 4t’nin peşindeler. Tanıma, tanıtma, toprak, tazminattır. Ama tarihini yeteri kadar bilmeyen, tarihine yeteri kadar sahip çıkmayan bir takım insanımızda onlara alkış tutuyor.”
“ESAS YOK EDİLMEYE ÇALIŞILAN TÜRKLER”
Timsal Karabekir Yıldıran, sözde Ermeni soykırım iddialarında uydurma raporlar oluşturulduğunu ifade ederek, Ermenilerin dış güçler tarafından maşa olarak kullanıldığını dile getirdi. Timsal Karabekir, Sarıkamış faciasında Ermenilerin ihanetinin görüldüğünü belirterek sözlerini şöyle sürdürdü: "Ruslara diyorlar ki ‘Türklere takviye gelmedi çekilmeyin’ Bu bile başlı başına bu ihanet bile tehcire neden olabilirdi ki bunun yanında çok büyük ihanet görüyoruz. O Van faciası Van yakılmış, yüzlerce binlerce insanımız gerçekten hunharca öldürülmüş. Sadece Van değil Erzurum, Erzincan her yerde maalesef o acıları görüyoruz. Esas yok edilmeye çalışanlar öz yurtlarında Türklerdi, Türkler Ermenilere kötü davranmamıştır. Ama uydurma raporlarla maalesef insanlar bize yapılanları raporlamış ve ortaya çıkıyorlar. Özür dilediğin zaman arkasından toprak ve tazminat diyecekler. Özür niçin dileyeceksin kazığa oturttular o insanın evladı torunu olsan özür diler miydin Ermeni'den? Kazım Karabekir ile Ermeni Başdelege arasında şöyle bir konuşma geçer, ufacık boyunla koskoca Osmanlı’ya nasıl karşı geldin dediği zaman, Ermeni Başdelegenin cevabı birebir bugünün adresidir. "Aldatıldık paşam. Emperyalist güçler bize vaatlerde bulundu. Bütün Doğu’yu bize vaad ettiler. Bundan böyle Sevr’deki haksız iddialarımızı geri çekiyorum" Yani o günkü Ermeni Başdelege bile nasıl bir maşa olarak kullanıldığını, Ermenileri emperyalist güçlerin maşa olarak kullanıldığının aynen bugün gibi farkında.”
Timsal Karabekir Yıldıran, babası Kazım Karabekir’in çocukları çok sevdiğine de değinerek, Ermeni çocuklarına sahip çıktığına dikkat çekti. Ermeni çocuklarının Kazım Karabekir Paşa’ya bir kara kalem portresini hediye ettiğini vurgulayan Yıldıran, “O iğrenç yalana, o sözde soykırım yalanına başlı başına bir belgedir” dedi.
Kazım Karabekir’in kızı Timsal Karabekir Yıldıran, 1915 olaylarının 100. yılında yeniden dillendirilen sözde Ermeni soykırım iddialarını eleştirdi.
Sözde soykırım iddialarına karşı babasının hatıralarıyla yanıt veren Yıldıran, “Bu bir oyundur. Bu bir böl, parçala yut oyunudur. Yarın öbür gün bizi birbirimize düşürmek için başka konularda kullanılacaktır” dedi.
1915 olaylarının 100. yıldönümünde, sözde Ermeni soykırım iddiaları yeniden gündeme geldi. Özelikle, Katoliklerin ruhani lideri Papa Francis’in ‘soykırım’ ifadesini kullanması Türkiye’de tepkilere yol açtı. Genelkurmay Başkanlığı’nın arşivleri ve belgeleriyse, olayların 100. yılında, Ermeni çetelerinin o dönemde yaptığı zulmü ortaya koyuyor.
Kurtuluş Savaşı’nın önemli kahramanlarından Kazım Karabekir’in hatıraları da, Ermeni çeteleri tarafından yapılan zulmü ve binlerce masum insanın olaylar sırasında öldürüldüğünü doğruluyor. Kazım Karabekir’in kızı Timsal Karabekir Yıldıran da yaşananlara tepki gösterdi. İstanbul'da sessiz sakin bir hayat sürdüren ve gittiği her noktada soykırım olmadığını belgelerle, babasının yazdıklarıyla yalanlayan Karabekir, babasının adına açılan Kazım Karabekir Paşa Müzesi’nde İhlas Haber Ajansı (İHA)’na özel açıklamalarda bulundu.
“ERMENİLER İHANET ETTİ”
İddiaların oyun olduğunu anlatan Timsal Karabekir Yıldıran, Ermenilerin Osmanlı Devletine ihanet ettiğini söyledi. Ermeni çetelerinin o yıllarda binlerce insanı katlettiğini aktaran Yıldıran, soykırım iddialarına karşı babasının hatıratlarından cevap verdi. Karabekir, bir oyun oynandığğını belirterek şunları söyledi: "Bu bir böl, parçala yut oyunudur. Yarın öbür gün bizi birbirimize düşürmek için başka konularda kullanılacaktır. Bu vatandan toprak alıp, bu vatanı zayıflatmak için bir takım insanların oyunudur zincirin bir halkasıdır Ermeni konusu. Ermenilerin ilk Başbakanı Kaçaznuni diyor ki; ‘Biz ihanet ettik. Osmanlı tehcirde haklıydı. Çünkü biz ihanet ettik.’ Bunu kendi Başbakanları söylüyor. Osmanlı Balkanlarda can veriyor, kan veriyor, Osmanlı Sarıkamış’ta can veriyor. Osmanlı toprak kaybediyor ve bu sırada Osmanlı’nın sadık teba diye bağrına bastığı Ermeni vatandaşlar Ruslarla bir olup Türk’ü Osmanlıyı sırtından vuruyor. İşte Osmanlı, o zaman sen vatanın o yöresinde muzurluk ediyorsun, seni vatanın başka bir yöresine göç ettiriyorum. Tehcir bu demek ve açın Osmanlı arşivlerini açtığımız zaman her kafileye doktor verilsin, her hamile kadına süt verilsin döndükleri zaman borçları ertelenmiş olsun. Eğer Osmanlı bir soykırım yapmaya niyetlenseydi ne sütüyle, ne doktoruyla ne de borcuyla ilgilenmezdi. Hitler ilgilenmedi Musevinin borcuyla sütüyle o soykırımdı.”
“CANLI CANLI KAZIĞA OTURTULDU”
Ermeni diasporasının amacının 4t’den oluştuğunu ifade eden Kazım Karabekir’in kızı Timsal Karabekir Yıldıran, Ermeni çetelerinin yaptığı zulümlere de değindi. Babasının gördüğü manzarayı paylaşan Yıldıran, sözlerini şöyle sürdürdü: “Babamın anılarında çok çarpıcı çok yürek kanatacak anılar var. 'Erzurum’a o kadar çok yaklaştım ki, zaten biraz daha geç kalsam içeride kurtaracak can bulamayacaktım' diyor. Sanki mezarlıklar ölüleri dışarıya fırlatmış gibiydi diyor. Kollar, bacaklar mezarların dışındaydı. Ve o kadar yaklaştım ki Erzurum’a insanlar gülerek beni karşılıyorlar dişlerini görecek mesafedeyim. Biraz daha yaklaştığım zaman ortada bir gayrı tabiilik hissettim bu insanlar hiç kımıldamıyordu. Biraz daha yaklaştığım zaman dehşetle gördüm ki her biri Ermeniler tarafından canlı canlı birer kazığa oturtulmuştu. Ve ızdıraptan kasılmıştı çehreler öylece can vermişlerdi. Bizim vatanımızda bizim canlarımız işte böyle can verdi. Gerek diaspora çok maksatlı devletler, maalesef bu acıyı özelikle 4t’nin peşindeler. Tanıma, tanıtma, toprak, tazminattır. Ama tarihini yeteri kadar bilmeyen, tarihine yeteri kadar sahip çıkmayan bir takım insanımızda onlara alkış tutuyor.”
“ESAS YOK EDİLMEYE ÇALIŞILAN TÜRKLER”
Timsal Karabekir Yıldıran, sözde Ermeni soykırım iddialarında uydurma raporlar oluşturulduğunu ifade ederek, Ermenilerin dış güçler tarafından maşa olarak kullanıldığını dile getirdi. Timsal Karabekir, Sarıkamış faciasında Ermenilerin ihanetinin görüldüğünü belirterek sözlerini şöyle sürdürdü: "Ruslara diyorlar ki ‘Türklere takviye gelmedi çekilmeyin’ Bu bile başlı başına bu ihanet bile tehcire neden olabilirdi ki bunun yanında çok büyük ihanet görüyoruz. O Van faciası Van yakılmış, yüzlerce binlerce insanımız gerçekten hunharca öldürülmüş. Sadece Van değil Erzurum, Erzincan her yerde maalesef o acıları görüyoruz. Esas yok edilmeye çalışanlar öz yurtlarında Türklerdi, Türkler Ermenilere kötü davranmamıştır. Ama uydurma raporlarla maalesef insanlar bize yapılanları raporlamış ve ortaya çıkıyorlar. Özür dilediğin zaman arkasından toprak ve tazminat diyecekler. Özür niçin dileyeceksin kazığa oturttular o insanın evladı torunu olsan özür diler miydin Ermeni'den? Kazım Karabekir ile Ermeni Başdelege arasında şöyle bir konuşma geçer, ufacık boyunla koskoca Osmanlı’ya nasıl karşı geldin dediği zaman, Ermeni Başdelegenin cevabı birebir bugünün adresidir. "Aldatıldık paşam. Emperyalist güçler bize vaatlerde bulundu. Bütün Doğu’yu bize vaad ettiler. Bundan böyle Sevr’deki haksız iddialarımızı geri çekiyorum" Yani o günkü Ermeni Başdelege bile nasıl bir maşa olarak kullanıldığını, Ermenileri emperyalist güçlerin maşa olarak kullanıldığının aynen bugün gibi farkında.”
Timsal Karabekir Yıldıran, babası Kazım Karabekir’in çocukları çok sevdiğine de değinerek, Ermeni çocuklarına sahip çıktığına dikkat çekti. Ermeni çocuklarının Kazım Karabekir Paşa’ya bir kara kalem portresini hediye ettiğini vurgulayan Yıldıran, “O iğrenç yalana, o sözde soykırım yalanına başlı başına bir belgedir” dedi.
22 gün önce
Arapların Türklerle ilk karşılaşmaları halife Hz.Ömer zamanında 645 Yılında #İslam ordularının, #İran 'da #Sasani 'leri yenmelerinden sonra, #Kafkaslar bölgesinde #Araplar , #Horasan , #Mavera -ün nehir ve #Toharistan bölgelerinde #Hazar #Türk 'leri ve #Türgeş Türk'leri ile karşılaştılar...
652 yılında Halife Hz. Osman zamanında ise Hazar Türk'leri ile Arap'lar arasında ilk kez #Türk -#Arap savaşları başladı...
Halife #Osman emrindeki Arap orduları, Hazar Türklerinin topraklarına girip, #Derbent 'i alarak Başşehir olan #Belencer 'e dayandılar...
#Emevi 'lerin 661 yılında halifeliği ele geçirmelerinden sonra, Arapların Türk ülkelerine doğru ilerleyişleri devam etti...
Türkler ile Araplar arasında en şiddetli mücadeleler ve savaşlar Emevi'ler döneminde yaşandı...
Mervan Bin Muhammed #Azerbaycan 'a vali tayin edildi. Arap'lar en önemli başarılarını onun zamanında elde ettiler...
Araplar, başşehir Belencer ve büyük şehir Semender'i ve öteki Hazar şehirlerini ele geçirdiler...
Türkleri dağınık ve birbirleriyle yardımlaşamaz durumda yakalayan acımasız Emevi ordusu (Ebu #Kuteybe komutasındaki) yakalayabildiği tüm Türk'leri ya kılıçtan geçirdiler ya da her bir ağaca bir Türk asarak öldürdüler...
Ancak #Karaylar gibi #Litvanya 'ya kaçabilenler,
#Gagauz 'lar (Gök #Oğuzlar ) gibi #Rusya 'ya kaçabilenler, #Bulgar Türk'leri, #Macar Türk'leri ve öteki Avrupa'lı Türk'ler gibi Avrupa'ya kaçabilen hristiyanlar ve de Anadolu'ya kaçabilen Aleviler canlarını kurtardılar…
Asla müslümanlığı kabulllenmediler, genelde Araplara kızgınlıklarından #Karay Türkleri gibi topluca Musevi oldular...
Ya da gittikleri toprakların dinini kabullendiler...
Yüzlerce yıl sonrasında çoğunlukla asimile
oldular...!?
Bu dönemde Orta #Asya 'da #Göktürk 'ler egemenliği hüküm sürmekteydi. Birden fazla Göktürk devleti vardı…
Emevi'lerin genel valisi, Bağdat valisi Haccac (Zalim Haccac ) idi...
Emevi'lerin Horasan valisi Ubeydullah bin Ziyad,
674 yılında ilk kez Ceyhun nehrini geçerek Mavera-ün nehirin önemli şehirlerinden Buhara 'yı kuşattı...
Üç günde Buhara 'da pek çok Göktürk öldürüldü...
Buhara'nın Göktürk Melikesi Kabaç Hatun, ağır bir vergi ve daha ağır kabul edilemez şartlar karşılığında Ubeydullah Bin Ziyad ile anlaşma yaptı...
Bu anlaşma sonucu olarak, Güney Göktürk'ler Emevi tutsaklığını kabul ettiler...
Güney Göktürk gençleri, Kurşun arap askeri oldular...
Arap'lar evli- bekâr istedikleri Güney Göktürk kadınlarını kendilerine cariye yaptılar...
İşe yaramayan öteki Türk'leri de, boyunlarına Damga vurup kendilerine Köle yaptılar ve istedikleri Göktürk'lüyü boyunlarına ip bağlayıp köle olarak alıp sattılar ve köle ticaretini yaptılar...
Bu tutsaklık 150 yıla yakın devam etti...
Hani Türkler için, “Türkler kılıçla Müslüman oldu ” derler ya…!!!
Keşke kılıçla müslüman olsaydık...
Tutsaklık anlaşmasıyla Kölelik yaparak, köle olarak alınıp satılarak, Göktürk Kadınları Araplara cariyelik yaparak müslüman oldular...
Yani Araplar Türkleri, insanlık dışı bir şekilde, zorla müslümanlaştırdılar...
Tarihte ilk defa bir ulus (Güney Göktürk'ler), sözleşme ile tutsaklığı kabul etti...
Araplar, Horasan valisi Ebu Kuteybe Bin Müslim zamanında bütün Mavera-ün nehir'i ve Batı #Türkistan 'ı ele geçirdiler...
Baykent, Buhara, Semerkant ve Kaşgar gibi önemli Türk şehirleri Araplar tarafından yağmalandı...
Pek çok Türk öldürüldü...
Ebu Kuteybe'nin ölümünden sonra Araplar zayıflamaya başladılar...
Göktürk'lerin batı kanadında yer alan Türgeş Türkleri, Arapları çekilmeye zorlamış ve bu mücadele Güney Göktürk'lerin yıkılmasına kadar devam etmiştir (745).
Güney Göktürk egemenliğinin sona ermesiyle Türk toprakları doğudan Çin'liler, batıdan Arapların ilerlemesine maruz kalmıştır...
Bu dönemde Mavera-ün nehir (Irmağın öte yakası) bölgesinin savunmasını, Türgeş'lerin yerini alan Karluk Türk'leri üstlenmiştir...
Ancak bu mücadeleler 763 yılına kadar devam etmiştir...
763 yılında Emevi'ler yıkılıyor ama Güney Göktürk'ler öylesine kötürüm edilmişler ki, Öylesine köle yapılmışlar, ümmetleştirilmişler ki asla ayağa kalkamıyorlar...
Korkudan kıpırdayamıyorlar...
Emevilerin yerine, 763 de Abbasiler kuruluyor ve Abbasi devlet kararı alıp, Türk'lere kademeli olarak “İyi davranmak” kararı alıyorlar...
Devlet kararlarını Göktürklere anlaşma ile resmen bildiriyorlar...
800 yılları civarında fırsat bulan Göktürk'ler daha batıya, Anadolu'ya doğru kaçıp kurtuluyorlar...
“ Türkü öldürünüz, kanı helaldir ” Sözü kime aittir?
Arap Komutan Ebu Kuteybe'nin şu sözü meşhurdur.”
"Üç kelimelik ömrüm kalsa, (Uktülühü -uktülühü -uktülühü)" derim...
(Hepsini öldürün- hepsini öldürün- hepsini öldürün)
......ve gerçekten de hepsini öldürdüler...
Bu 645 yılından 800 yıllarına kadar süren Türk-Arap savaşlarının en önemli noktaları ve sonuçları;
- 100 binin üzerinde Türk katledilmiştir.
-50 binin üzerinde Türk genci köle ve cariye yapılmıştır.
- Şehirler yağmalanmış , “ganimet” diye halkın her şeyi talan edilmiştir.
- Tüm zenginlikler, tarihi eserler yok edilmiş, yakılmış, yıkılmıştır.
- Dünyanın en büyük katliamlarından biri olan “Talkan Katliamı”nda 40 bin kadar Türkün kafaları kesilerek 4 fersah (yak.24 km) yol boyunca ağaçlarda sallandırılmıştır.
(Tarihte böyle bir vahşetin örneği çok azdır.)
- Aynı şekilde “Curcan Katliamı”nda"da esir alınan yaklaşık 40 bin Türk'ün nehir kenarında kafaları kesilmiş, nehrin suyu kıpkızıl olmuş, cesetler yine ağaçlarda sallandırılmıştır.
- “Teslim olursanız canınız bağışlanacak” sözü hiç bir zaman tutulmamış, "Şeriat söz tanımaz” denilerek kadın-erkek kılıçtan geçirilmiştir.
- Araplar tarihte yaşadıkları bu en büyük yağma ve talandan çok büyük servet elde etmişlerdir.
Tabari bunları hadislerinde açık açık anlatır.
- Türkler böyle bir vahşet ve mezalimi Çinlilerden dahi görmemişlerdir.
- Bu tarihi gerçekler "aman İslâma leke gelmesin, Islâm etkilenmesin" düşüncesiyle gizlenmekte, hiç bahsi bile geçmemektedir.
Türkçü siyasetçiler dahi konuyu geçiştirmektedir.
Bizim sahtekar dinciler,Türkler okuyup uyanmasin, islama zarar gelmesin diye...
Bazı cesur yazarlarda kaynakları ile kitaplar yazmıştır...
Arif TEKİN - (Türkler nasıl müslüman oldu?)
Erdogan AYDIN - (Türkler nasıl müslüman oldu?)
Zekeriya KİTAPÇI - (TÜRKLER ansiklopedisi
TABERİ tarihi. Arap Tarihçi.)
KAYNAK:
(İslâm, Alimi, Tarihi TABARİ. Cilt/ 3/ sayfa 343).
(Türklere yapılan Talkan ve Curcan Katliamı.
Tarih-i Taberi / Cilt 3)
652 yılında Halife Hz. Osman zamanında ise Hazar Türk'leri ile Arap'lar arasında ilk kez #Türk -#Arap savaşları başladı...
Halife #Osman emrindeki Arap orduları, Hazar Türklerinin topraklarına girip, #Derbent 'i alarak Başşehir olan #Belencer 'e dayandılar...
#Emevi 'lerin 661 yılında halifeliği ele geçirmelerinden sonra, Arapların Türk ülkelerine doğru ilerleyişleri devam etti...
Türkler ile Araplar arasında en şiddetli mücadeleler ve savaşlar Emevi'ler döneminde yaşandı...
Mervan Bin Muhammed #Azerbaycan 'a vali tayin edildi. Arap'lar en önemli başarılarını onun zamanında elde ettiler...
Araplar, başşehir Belencer ve büyük şehir Semender'i ve öteki Hazar şehirlerini ele geçirdiler...
Türkleri dağınık ve birbirleriyle yardımlaşamaz durumda yakalayan acımasız Emevi ordusu (Ebu #Kuteybe komutasındaki) yakalayabildiği tüm Türk'leri ya kılıçtan geçirdiler ya da her bir ağaca bir Türk asarak öldürdüler...
Ancak #Karaylar gibi #Litvanya 'ya kaçabilenler,
#Gagauz 'lar (Gök #Oğuzlar ) gibi #Rusya 'ya kaçabilenler, #Bulgar Türk'leri, #Macar Türk'leri ve öteki Avrupa'lı Türk'ler gibi Avrupa'ya kaçabilen hristiyanlar ve de Anadolu'ya kaçabilen Aleviler canlarını kurtardılar…
Asla müslümanlığı kabulllenmediler, genelde Araplara kızgınlıklarından #Karay Türkleri gibi topluca Musevi oldular...
Ya da gittikleri toprakların dinini kabullendiler...
Yüzlerce yıl sonrasında çoğunlukla asimile
oldular...!?
Bu dönemde Orta #Asya 'da #Göktürk 'ler egemenliği hüküm sürmekteydi. Birden fazla Göktürk devleti vardı…
Emevi'lerin genel valisi, Bağdat valisi Haccac (Zalim Haccac ) idi...
Emevi'lerin Horasan valisi Ubeydullah bin Ziyad,
674 yılında ilk kez Ceyhun nehrini geçerek Mavera-ün nehirin önemli şehirlerinden Buhara 'yı kuşattı...
Üç günde Buhara 'da pek çok Göktürk öldürüldü...
Buhara'nın Göktürk Melikesi Kabaç Hatun, ağır bir vergi ve daha ağır kabul edilemez şartlar karşılığında Ubeydullah Bin Ziyad ile anlaşma yaptı...
Bu anlaşma sonucu olarak, Güney Göktürk'ler Emevi tutsaklığını kabul ettiler...
Güney Göktürk gençleri, Kurşun arap askeri oldular...
Arap'lar evli- bekâr istedikleri Güney Göktürk kadınlarını kendilerine cariye yaptılar...
İşe yaramayan öteki Türk'leri de, boyunlarına Damga vurup kendilerine Köle yaptılar ve istedikleri Göktürk'lüyü boyunlarına ip bağlayıp köle olarak alıp sattılar ve köle ticaretini yaptılar...
Bu tutsaklık 150 yıla yakın devam etti...
Hani Türkler için, “Türkler kılıçla Müslüman oldu ” derler ya…!!!
Keşke kılıçla müslüman olsaydık...
Tutsaklık anlaşmasıyla Kölelik yaparak, köle olarak alınıp satılarak, Göktürk Kadınları Araplara cariyelik yaparak müslüman oldular...
Yani Araplar Türkleri, insanlık dışı bir şekilde, zorla müslümanlaştırdılar...
Tarihte ilk defa bir ulus (Güney Göktürk'ler), sözleşme ile tutsaklığı kabul etti...
Araplar, Horasan valisi Ebu Kuteybe Bin Müslim zamanında bütün Mavera-ün nehir'i ve Batı #Türkistan 'ı ele geçirdiler...
Baykent, Buhara, Semerkant ve Kaşgar gibi önemli Türk şehirleri Araplar tarafından yağmalandı...
Pek çok Türk öldürüldü...
Ebu Kuteybe'nin ölümünden sonra Araplar zayıflamaya başladılar...
Göktürk'lerin batı kanadında yer alan Türgeş Türkleri, Arapları çekilmeye zorlamış ve bu mücadele Güney Göktürk'lerin yıkılmasına kadar devam etmiştir (745).
Güney Göktürk egemenliğinin sona ermesiyle Türk toprakları doğudan Çin'liler, batıdan Arapların ilerlemesine maruz kalmıştır...
Bu dönemde Mavera-ün nehir (Irmağın öte yakası) bölgesinin savunmasını, Türgeş'lerin yerini alan Karluk Türk'leri üstlenmiştir...
Ancak bu mücadeleler 763 yılına kadar devam etmiştir...
763 yılında Emevi'ler yıkılıyor ama Güney Göktürk'ler öylesine kötürüm edilmişler ki, Öylesine köle yapılmışlar, ümmetleştirilmişler ki asla ayağa kalkamıyorlar...
Korkudan kıpırdayamıyorlar...
Emevilerin yerine, 763 de Abbasiler kuruluyor ve Abbasi devlet kararı alıp, Türk'lere kademeli olarak “İyi davranmak” kararı alıyorlar...
Devlet kararlarını Göktürklere anlaşma ile resmen bildiriyorlar...
800 yılları civarında fırsat bulan Göktürk'ler daha batıya, Anadolu'ya doğru kaçıp kurtuluyorlar...
“ Türkü öldürünüz, kanı helaldir ” Sözü kime aittir?
Arap Komutan Ebu Kuteybe'nin şu sözü meşhurdur.”
"Üç kelimelik ömrüm kalsa, (Uktülühü -uktülühü -uktülühü)" derim...
(Hepsini öldürün- hepsini öldürün- hepsini öldürün)
......ve gerçekten de hepsini öldürdüler...
Bu 645 yılından 800 yıllarına kadar süren Türk-Arap savaşlarının en önemli noktaları ve sonuçları;
- 100 binin üzerinde Türk katledilmiştir.
-50 binin üzerinde Türk genci köle ve cariye yapılmıştır.
- Şehirler yağmalanmış , “ganimet” diye halkın her şeyi talan edilmiştir.
- Tüm zenginlikler, tarihi eserler yok edilmiş, yakılmış, yıkılmıştır.
- Dünyanın en büyük katliamlarından biri olan “Talkan Katliamı”nda 40 bin kadar Türkün kafaları kesilerek 4 fersah (yak.24 km) yol boyunca ağaçlarda sallandırılmıştır.
(Tarihte böyle bir vahşetin örneği çok azdır.)
- Aynı şekilde “Curcan Katliamı”nda"da esir alınan yaklaşık 40 bin Türk'ün nehir kenarında kafaları kesilmiş, nehrin suyu kıpkızıl olmuş, cesetler yine ağaçlarda sallandırılmıştır.
- “Teslim olursanız canınız bağışlanacak” sözü hiç bir zaman tutulmamış, "Şeriat söz tanımaz” denilerek kadın-erkek kılıçtan geçirilmiştir.
- Araplar tarihte yaşadıkları bu en büyük yağma ve talandan çok büyük servet elde etmişlerdir.
Tabari bunları hadislerinde açık açık anlatır.
- Türkler böyle bir vahşet ve mezalimi Çinlilerden dahi görmemişlerdir.
- Bu tarihi gerçekler "aman İslâma leke gelmesin, Islâm etkilenmesin" düşüncesiyle gizlenmekte, hiç bahsi bile geçmemektedir.
Türkçü siyasetçiler dahi konuyu geçiştirmektedir.
Bizim sahtekar dinciler,Türkler okuyup uyanmasin, islama zarar gelmesin diye...
Bazı cesur yazarlarda kaynakları ile kitaplar yazmıştır...
Arif TEKİN - (Türkler nasıl müslüman oldu?)
Erdogan AYDIN - (Türkler nasıl müslüman oldu?)
Zekeriya KİTAPÇI - (TÜRKLER ansiklopedisi
TABERİ tarihi. Arap Tarihçi.)
KAYNAK:
(İslâm, Alimi, Tarihi TABARİ. Cilt/ 3/ sayfa 343).
(Türklere yapılan Talkan ve Curcan Katliamı.
Tarih-i Taberi / Cilt 3)
23 gün önce
Araplar bizi neden sattı diyenler bu tüfeğe iyi baksınlar!..
Londra'daki Kraliyet Savaş Müzesi'nde Imperial War Museum sergilenen silahlardan biri, üzerindeki irili ufaklı çok sayıda çentik nedeniyle, ziyaretçilerin hemen dikkatini çeker.
★★★
“Lee-Enfield Rifle, 7.7 mm” etiketiyle tanıtılan bu piyade tüfeği, Çanakkale Savaşları sırasında İngilizlerden ele geçirildikten sonra Harbiye Nazırı Enver Paşa'ya hediye ediliyor. Enver Paşa da Hicaz Emiri Şerif Hüseyin'e gönderiyor. Silahın son sahibi kim biliyor musunuz?
Şimdi sıkı durun!
“Arabistan Kahramanı” olarak ünlenen İngiliz Casusu Lawrence!..
★★★
Çentikli tüfeğin tüyler ürperten öyküsü de Lawrence'ın eline geçmesiyle başlıyor!..
1'inci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu Mekke ve Medine gibi kutsal şehirlerin savunması için Cemal Paşa'yı görevlendiriyor. Hicaz'da ise Peygamberimiz Hazreti Muhammed'in sülalesinden geldiklerini iddia eden Şerif ailesinin hakimiyeti sürüyor. Hicaz kutsal bir yer olduğundan Osmanlı'ya vergi ve asker vermiyor, buna karşılık Osmanlı Hazinesi'nden sürekli altın çekiyor! Hicaz'ın istediği altınlar, padişahın özel hediyeleriyle birlikte Saray'dan Surra Alayı adı verilen birlikler ve törenlerle yollanıyor. Şerif ailesi mensupları yaz aylarını Boğaziçi'ndeki muhteşem yalı ve köşklerde geçiriyorlar. Yani Osmanlı Sarayı'nca adeta baş tacı ediliyorlar…
★★★
Ama gelin görün ki Saray'ın bir dediğini iki etmediği bu aile, 2 Haziran 1916 günü yukarıda anlattığım tüfeği ateşleyerek Osmanlı'ya karşı isyan başlatıyor. Sonra da silah, isyanın anısı olarak casus Lawrence'a hediye ediliyor.
★★★
Dipçikteki bazıları büyük, bir bölümü de küçük olan çok sayıdaki çentiğin dehşet verici hikayesine gelince…
Müzedeki resmi kayıtlara göre; büyük çentikler bizzat Lawrence'ın sıktığı kurşunlarla şehit düşen Türk subaylarını, küçük çentikler ise şehit edilen rütbesiz Türk askerlerini gösteriyor!
Böylece Lawrence bir bakıma Çanakkale'nin intikamını almış oluyor!..
★★★
Giderek yayılan Hicaz kalkışması öylesine vahşi bir isyana dönüşüyor ki asiler, Mekke'de hastanede yatan Türk askerlerini hasta yataklarında bile şehit etme acımasızlığını gösteriyorlar.
Buna karşılık Fahri Paşa komutasındaki bir avuç Türk askeri Peygamberimiz Hazreti Muhammed'in kabrini, onun sülalesinden geldiklerini söyleyip emperyalistlerle iş birliği yapan, sırtlarını İngilizlere dayayıp Osmanlı'yı sırtından hançerleyen hainlere karşı korumak için I. Dünya Savaşı'nın en zorlu mücadelelerinden birini veriyorlar…
Ve canları pahasına sürdürdükleri bu mücadeleyi insanın okurken gözlerini yaşartan bir marşla anlatıyorlar.
“Bırakmayız Medine'de yatanı, Can veririz, kurtarırız vatanı…”
Çentikli tüfeğin kan donduran hikayesi işte budur!
O tüfek, Çanakkale'de İngilizlerin başını çektiği tarihin en büyük emperyalist saldırılarından birini, bedenini siper ederek, can vererek durduran kahraman vatan evlatlarımızca ele geçirildikten sonra Hicaz Emiri'ne gönderilen, onların da kalkışmada İngiliz casusuna vererek, Türk askerlerini şehit etmesini sağladıkları Arap ihanetinin simgesidir.
Arap Birliği'nin Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Barış Pınarı Harekatı'nı kınamasına hâlâ bir anlam veremeyenler, hatta şaşıranlar varsa, bu tüfeğe ve üzerindeki çentiklere iyi baksınlar.
İhaneti apaçık görürler!...
Londra'daki Kraliyet Savaş Müzesi'nde Imperial War Museum sergilenen silahlardan biri, üzerindeki irili ufaklı çok sayıda çentik nedeniyle, ziyaretçilerin hemen dikkatini çeker.
★★★
“Lee-Enfield Rifle, 7.7 mm” etiketiyle tanıtılan bu piyade tüfeği, Çanakkale Savaşları sırasında İngilizlerden ele geçirildikten sonra Harbiye Nazırı Enver Paşa'ya hediye ediliyor. Enver Paşa da Hicaz Emiri Şerif Hüseyin'e gönderiyor. Silahın son sahibi kim biliyor musunuz?
Şimdi sıkı durun!
“Arabistan Kahramanı” olarak ünlenen İngiliz Casusu Lawrence!..
★★★
Çentikli tüfeğin tüyler ürperten öyküsü de Lawrence'ın eline geçmesiyle başlıyor!..
1'inci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu Mekke ve Medine gibi kutsal şehirlerin savunması için Cemal Paşa'yı görevlendiriyor. Hicaz'da ise Peygamberimiz Hazreti Muhammed'in sülalesinden geldiklerini iddia eden Şerif ailesinin hakimiyeti sürüyor. Hicaz kutsal bir yer olduğundan Osmanlı'ya vergi ve asker vermiyor, buna karşılık Osmanlı Hazinesi'nden sürekli altın çekiyor! Hicaz'ın istediği altınlar, padişahın özel hediyeleriyle birlikte Saray'dan Surra Alayı adı verilen birlikler ve törenlerle yollanıyor. Şerif ailesi mensupları yaz aylarını Boğaziçi'ndeki muhteşem yalı ve köşklerde geçiriyorlar. Yani Osmanlı Sarayı'nca adeta baş tacı ediliyorlar…
★★★
Ama gelin görün ki Saray'ın bir dediğini iki etmediği bu aile, 2 Haziran 1916 günü yukarıda anlattığım tüfeği ateşleyerek Osmanlı'ya karşı isyan başlatıyor. Sonra da silah, isyanın anısı olarak casus Lawrence'a hediye ediliyor.
★★★
Dipçikteki bazıları büyük, bir bölümü de küçük olan çok sayıdaki çentiğin dehşet verici hikayesine gelince…
Müzedeki resmi kayıtlara göre; büyük çentikler bizzat Lawrence'ın sıktığı kurşunlarla şehit düşen Türk subaylarını, küçük çentikler ise şehit edilen rütbesiz Türk askerlerini gösteriyor!
Böylece Lawrence bir bakıma Çanakkale'nin intikamını almış oluyor!..
★★★
Giderek yayılan Hicaz kalkışması öylesine vahşi bir isyana dönüşüyor ki asiler, Mekke'de hastanede yatan Türk askerlerini hasta yataklarında bile şehit etme acımasızlığını gösteriyorlar.
Buna karşılık Fahri Paşa komutasındaki bir avuç Türk askeri Peygamberimiz Hazreti Muhammed'in kabrini, onun sülalesinden geldiklerini söyleyip emperyalistlerle iş birliği yapan, sırtlarını İngilizlere dayayıp Osmanlı'yı sırtından hançerleyen hainlere karşı korumak için I. Dünya Savaşı'nın en zorlu mücadelelerinden birini veriyorlar…
Ve canları pahasına sürdürdükleri bu mücadeleyi insanın okurken gözlerini yaşartan bir marşla anlatıyorlar.
“Bırakmayız Medine'de yatanı, Can veririz, kurtarırız vatanı…”
Çentikli tüfeğin kan donduran hikayesi işte budur!
O tüfek, Çanakkale'de İngilizlerin başını çektiği tarihin en büyük emperyalist saldırılarından birini, bedenini siper ederek, can vererek durduran kahraman vatan evlatlarımızca ele geçirildikten sonra Hicaz Emiri'ne gönderilen, onların da kalkışmada İngiliz casusuna vererek, Türk askerlerini şehit etmesini sağladıkları Arap ihanetinin simgesidir.
Arap Birliği'nin Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Barış Pınarı Harekatı'nı kınamasına hâlâ bir anlam veremeyenler, hatta şaşıranlar varsa, bu tüfeğe ve üzerindeki çentiklere iyi baksınlar.
İhaneti apaçık görürler!...
23 gün önce
Belli oldu başrollerini Osman Sonant, ve Deniz Baysal Yurtcu'nun paylaşacağı BİR RUH MACERASI dizisinde https://tarikhaber.com/hab...
27 gün önce
ŞEHİR MUHAFIZI : SUBAŞI
Türk devletlerinde ordu kumandanı, Osmanlılar’da şehirlerin güvenliğini sağlayan görevli.
Osmanlılar’dan önceki Türk devletlerinde kelime sü-başı (سو باشى) olarak geçer. Osmanlılar ilk zamanlarda aynı imlâyı korumuşlarsa da XVI. yüzyılın başlarından itibaren imlâ subaşı (صو باشى) şeklinde değişmiştir. Sü veya su Eski Türkçe’de “asker, ordu” anlamına gelir. Kelime Orhon yazıtlarında geçer. Oğuz kabileleri tarafından bazan “sü begi” şeklinde unvan olarak kullanılırdı. Karahanlılar’da orduyu sevk ve idare işine “sü başlamak” (Dîvânü lugāti’t-Türk Tercümesi, III, 292) denilirdi ki “kumandan” mânasındaki subaşı tabiri buradan gelmektedir. Aynı şekilde Kutadgu Bilig’de yer alan “sübaşlar er, sübaşlar kişi” ve “sübaşçısı” gibi tabirler de (I, 241, 242) “subaşı” anlamında kullanılmıştır. Yûsuf Has Hâcib subaşı tayin edilecek kişinin seçkin, sert tabiatlı, tecrübeli, cesur, cömert, iyi nişancı, alçak gönüllü, haysiyetli, tedbirli, hile ve taktiklere başvurabilen ve siyasî zekâya sahip biri olması gerektiğini vurgular (Kutadgu Bilig, I, 242, 243-244, 245-249). Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular’da kumandanlar “sâhibü’l-ceyş” ve “sipehsâlâr” gibi Arapça, Farsça unvanların yanında subaşı unvanını da taşırlardı. Gazneliler, kuruluş yıllarında mücadele ettikleri Selçuklular’a karşı büyük orduların başında ünlü hâciblerini subaşı tayin etmişlerdi. Selçuklular’ın atası Selçuk Bey de bir subaşı idi. Anadolu Selçukluları’nda subaşılar seçkin görevliler arasında yer alırdı. Bir şehrin fethinden sonra hem valilikle hem şehri savunmakla görevli olur, bu tayin bir menşurla gerçekleşirdi. Kaynaklara göre subaşının ayırt edici nitelikleri adaletli ve örfe riayetkâr, kalem ve kılıç, ilim ve hikmet sahibi olmaktı. Başşehir subaşılığı memleket ve saltanatın en yüksek mertebesi olarak kabul edilirdi. Kayseri, Sivas, Harput, Develi-Karahisar, Niksar, Malatya, Erzincan, Lâdik ve Honas gibi önemli askerî merkezler ve taşradaki iktâ sahipleriyle göçebe kabileler subaşının kumandasındaydı. Bunların arasında Kayseri subaşısı önde gelirdi. Subaşılar bazan elçilik görevi de üstlenebilirdi. Ayrıca bunlara iktâ tahsis edilirdi. Bu durumda zamanla subaşı ile zaîm aynı anlamı ifade eder hale geldi. Bunlar zeâmet gelirlerini toplarken kendilerine asesbaşı ve asesler yardım ederdi. Anadolu Selçukluları zamanında sancaklara sancak subaşısı, kazalara toprak subaşısı ve köylere köy subaşısı tayin edilirdi. Subaşılar sefer ilânında emirleri altındaki kuvvetlerle orduya katılırdı. Subaşılık müessesesi Anadolu beyliklerinde de görülür. Nitekim Aydınoğulları Beyliği’ni kuran Aydınoğlu Mehmed Bey bir subaşı idi. Karakoyunlu ve Akkoyunlu devletlerinde subaşıların yeri kadıdan sonra gelir ve idarî görevleri de bulunurdu.
Subaşı Osmanlılar’ın ilk devirlerinde şehir muhafızı konumundaydı. Bir şehrin fethinden sonra kadı ve dizdar tayin edilirken subaşı da görevlendirilirdi. Bu tayinler fethin tescili olarak düşünülürdü. İlk dönem kaynakları bu tayinler gerçekleştikten sonra, “Tamam memleket fetholundu” ifadesini kullanırlar. Fâtih Sultan Mehmed devrinde subaşılık eski etkinliğini kaybetmeye başladı, ancak görev alanları daha basitleştirilip genişletildi. Bunda Bizans kurumlarının etkisinin olduğu iddia edilir. Osmanlılar’da subaşının görev ve yetkileri kanunnâme ve yasaknâmelerle tayin edilmiştir. Subaşının adı sancak beyi ve kadıdan sonra anılmaktadır. Mahallî konularda, kanun ve nizamların uygulanmasında söz sahibidir, ehl-i örf taifesindendir. Subaşı önce suçluyu arayıp bulur, adalet huzuruna götürür, gerektiği durumlarda teftiş görevini de yerine getirirdi. 1487’de düzenlenen Hudâvendigâr Livâsı Kanunnâmesi’nden subaşı görevlerine yeni bir düzenleme getirildiği anlaşılmaktadır. Buna göre subaşılar daha ziyade asayiş işlerine yönlendirilmiştir. Beylerbeyi veya sancak beyine bağlı olan konar göçer yörük taifesinden vergi tahsiliyle görevli subaşıların yetkileri de sınırlandırılmıştır. Reâyâdan zorla yiyecek almaları, odun talep etmeleri ve angarya yasaklanmıştır. Buna karşılık subaşılar serbest timar sahibi olduklarından sancak beyinin malî kontrolüne tâbi değildir. Timar sahipliği dolayısıyla subaşılar için zaîm tabiri de kullanılmaktadır. Bursa ve Edirne subaşılarının itibarı yüksek olup bunların İstanbul subaşısı tayin edilme şansları kuvvetliydi. Bu tayin sadrazamın yetkisindeydi. Taşradaki subaşılar ise beylerbeyi veya sancak beyleri tarafından tayin edilirdi.
Taşrada görevli subaşılar inzibat işleri yanında ticaret işlerine de karışabiliyordu. Saray için yapılan mübâyaada görev alırlardı. Ayrıca taşrada bulunan konar göçer grupların subaşıları vardı. Bu gruplar onların nezâretinde kale ve köprü inşaatında çalışırdı. Subaşılar devşirme tesbitinde bulunur, bunların defterini tutardı. Kapıkulu süvarileri camiasından ulûfeciyân-ı yemîn, ulûfeciyân-ı yesâr bölüklerinden yedi kişi subaşı adı altında bölük subaşılığına ayrılırdı. Bunlardan dördü sağ ulûfecilerden, üçü sol ulûfecilerden olurdu. Mal ve para tahsili bu subaşılar tarafından yapılırdı. Subaşı gelirleri kanunnâmelerde gösterilmiştir. Timar subaşılarına dirlik olarak timar verildiği gibi mîrî subaşılara ticarî hayattan gelirler ve paylar tahsis edilmiştir. Yavuz Sultan Selim devrinde düzenlenen kanuna göre sancak beyi hassı köylerinin serbest rüsûmundan ve serbest olmayan timarın ağnam resminden haklar ayrılmıştır. Timar sahibi subaşılar cebelü getirmeye mecburdu.
XVII. yüzyılın ikinci yarısında düzenlenen kapıkulu kanunnâmesine göre İstanbul subaşısının ve asesbaşının en önemli görevi hazineyi ve sancak-ı şerifi beklemekti. Bunlar Paşakapısı’ndan hareket eden ve livâ-i şerifi taşıyan alayın önünde yürürlerdi. Subaşılar ayrıca cülûs ve kılıç kuşanma törenlerinde, elçi kabullerinde, düğünlerde, bayramlaşma törenlerinde ve padişahın bayram namazına katılışında protokole dahildi. Subaşı, ordunun sefere hareketinden önce alay köşkü önünde yapılan törende de bulunurdu. Elçilerin İstanbul’a gelişinde düzenlenen törende, itimatnâmesini takdim etmek üzere Paşakapısı’na gelişinde asesbaşı ve aseslerle yer alırdı. Bu törenlere silâhlı ve tüfekli olarak katılan subaşılar asesbaşı, ihtisap ağası ve mimarbaşıyla birlikte İstanbul kadısının emrindeydi. Şehrin iâşesinin sağlanması, kalpazanlık takibi, kılık kıyafet, meyhâneler, tütün içme, ilâç imali, tabip ve cerrahların teftişi subaşıların görevlerindendi. Diğer görevleri ise hayvanlara fazla yük yüklenmemesi, kayıkçılık nizamı, narh, ayakkabıların nizama göre imali, dilenciliğin meni ve tüfek teftişi, mukātaaya verilmiş padişah haslarının denetlenmesi, gümrüklerin teftişi, mum imalâtı ve dellâllık nizamı idi. Kaldırımların tamiriyle yıkılmaya yüz tutmuş binaların tesbiti, 1572’de alınan bir karara göre de yangına karşı her eve bir merdiven ve su dolu bir fıçı bulundurma mecburiyetinin teftişi subaşıya verilmişti. Diğer taraftan subaşılar zindan (Baba Câfer Zindanı) ve tomruk nizamından da sorumlu idi. Şehrin temizliğiyle ilgili mezbele subaşısı da bulunurdu. Aslında subaşılar bu işi arayıcı denilen esnafa havale ederlerdi. Asayişle ilgili subaşıların görev başında bulunmasına “kol gezmek” denirdi. Subaşılar 1826’da düzenlenen İhtisap Ağalığı Nizamnâmesi gereğince İstanbul ihtisabında da görev almıştır. Islahat Fermanı ile başlayan Osmanlı kurumlarının modernleştirilmesi sürecinde emniyet teşkilâtında da yenilikler yapılmış, taşradaki subaşılık teşkilâtını tedrîcen lağvetme girişimleri başlamıştır. Bunda son zamanlarda subaşıların çeşitli suistimallerde bulunmasının sebep olduğu söylenebilir. XX. yüzyıl başlarında İstanbul’da çeşitli görevler üstlenmiş olan subaşı teşkilâtının ortadan kalktığı anlaşılmaktadır.
Müellif: MÜCTEBA İLGÜREL
https://islamansiklopedisi...
Türk devletlerinde ordu kumandanı, Osmanlılar’da şehirlerin güvenliğini sağlayan görevli.
Osmanlılar’dan önceki Türk devletlerinde kelime sü-başı (سو باشى) olarak geçer. Osmanlılar ilk zamanlarda aynı imlâyı korumuşlarsa da XVI. yüzyılın başlarından itibaren imlâ subaşı (صو باشى) şeklinde değişmiştir. Sü veya su Eski Türkçe’de “asker, ordu” anlamına gelir. Kelime Orhon yazıtlarında geçer. Oğuz kabileleri tarafından bazan “sü begi” şeklinde unvan olarak kullanılırdı. Karahanlılar’da orduyu sevk ve idare işine “sü başlamak” (Dîvânü lugāti’t-Türk Tercümesi, III, 292) denilirdi ki “kumandan” mânasındaki subaşı tabiri buradan gelmektedir. Aynı şekilde Kutadgu Bilig’de yer alan “sübaşlar er, sübaşlar kişi” ve “sübaşçısı” gibi tabirler de (I, 241, 242) “subaşı” anlamında kullanılmıştır. Yûsuf Has Hâcib subaşı tayin edilecek kişinin seçkin, sert tabiatlı, tecrübeli, cesur, cömert, iyi nişancı, alçak gönüllü, haysiyetli, tedbirli, hile ve taktiklere başvurabilen ve siyasî zekâya sahip biri olması gerektiğini vurgular (Kutadgu Bilig, I, 242, 243-244, 245-249). Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular’da kumandanlar “sâhibü’l-ceyş” ve “sipehsâlâr” gibi Arapça, Farsça unvanların yanında subaşı unvanını da taşırlardı. Gazneliler, kuruluş yıllarında mücadele ettikleri Selçuklular’a karşı büyük orduların başında ünlü hâciblerini subaşı tayin etmişlerdi. Selçuklular’ın atası Selçuk Bey de bir subaşı idi. Anadolu Selçukluları’nda subaşılar seçkin görevliler arasında yer alırdı. Bir şehrin fethinden sonra hem valilikle hem şehri savunmakla görevli olur, bu tayin bir menşurla gerçekleşirdi. Kaynaklara göre subaşının ayırt edici nitelikleri adaletli ve örfe riayetkâr, kalem ve kılıç, ilim ve hikmet sahibi olmaktı. Başşehir subaşılığı memleket ve saltanatın en yüksek mertebesi olarak kabul edilirdi. Kayseri, Sivas, Harput, Develi-Karahisar, Niksar, Malatya, Erzincan, Lâdik ve Honas gibi önemli askerî merkezler ve taşradaki iktâ sahipleriyle göçebe kabileler subaşının kumandasındaydı. Bunların arasında Kayseri subaşısı önde gelirdi. Subaşılar bazan elçilik görevi de üstlenebilirdi. Ayrıca bunlara iktâ tahsis edilirdi. Bu durumda zamanla subaşı ile zaîm aynı anlamı ifade eder hale geldi. Bunlar zeâmet gelirlerini toplarken kendilerine asesbaşı ve asesler yardım ederdi. Anadolu Selçukluları zamanında sancaklara sancak subaşısı, kazalara toprak subaşısı ve köylere köy subaşısı tayin edilirdi. Subaşılar sefer ilânında emirleri altındaki kuvvetlerle orduya katılırdı. Subaşılık müessesesi Anadolu beyliklerinde de görülür. Nitekim Aydınoğulları Beyliği’ni kuran Aydınoğlu Mehmed Bey bir subaşı idi. Karakoyunlu ve Akkoyunlu devletlerinde subaşıların yeri kadıdan sonra gelir ve idarî görevleri de bulunurdu.
Subaşı Osmanlılar’ın ilk devirlerinde şehir muhafızı konumundaydı. Bir şehrin fethinden sonra kadı ve dizdar tayin edilirken subaşı da görevlendirilirdi. Bu tayinler fethin tescili olarak düşünülürdü. İlk dönem kaynakları bu tayinler gerçekleştikten sonra, “Tamam memleket fetholundu” ifadesini kullanırlar. Fâtih Sultan Mehmed devrinde subaşılık eski etkinliğini kaybetmeye başladı, ancak görev alanları daha basitleştirilip genişletildi. Bunda Bizans kurumlarının etkisinin olduğu iddia edilir. Osmanlılar’da subaşının görev ve yetkileri kanunnâme ve yasaknâmelerle tayin edilmiştir. Subaşının adı sancak beyi ve kadıdan sonra anılmaktadır. Mahallî konularda, kanun ve nizamların uygulanmasında söz sahibidir, ehl-i örf taifesindendir. Subaşı önce suçluyu arayıp bulur, adalet huzuruna götürür, gerektiği durumlarda teftiş görevini de yerine getirirdi. 1487’de düzenlenen Hudâvendigâr Livâsı Kanunnâmesi’nden subaşı görevlerine yeni bir düzenleme getirildiği anlaşılmaktadır. Buna göre subaşılar daha ziyade asayiş işlerine yönlendirilmiştir. Beylerbeyi veya sancak beyine bağlı olan konar göçer yörük taifesinden vergi tahsiliyle görevli subaşıların yetkileri de sınırlandırılmıştır. Reâyâdan zorla yiyecek almaları, odun talep etmeleri ve angarya yasaklanmıştır. Buna karşılık subaşılar serbest timar sahibi olduklarından sancak beyinin malî kontrolüne tâbi değildir. Timar sahipliği dolayısıyla subaşılar için zaîm tabiri de kullanılmaktadır. Bursa ve Edirne subaşılarının itibarı yüksek olup bunların İstanbul subaşısı tayin edilme şansları kuvvetliydi. Bu tayin sadrazamın yetkisindeydi. Taşradaki subaşılar ise beylerbeyi veya sancak beyleri tarafından tayin edilirdi.
Taşrada görevli subaşılar inzibat işleri yanında ticaret işlerine de karışabiliyordu. Saray için yapılan mübâyaada görev alırlardı. Ayrıca taşrada bulunan konar göçer grupların subaşıları vardı. Bu gruplar onların nezâretinde kale ve köprü inşaatında çalışırdı. Subaşılar devşirme tesbitinde bulunur, bunların defterini tutardı. Kapıkulu süvarileri camiasından ulûfeciyân-ı yemîn, ulûfeciyân-ı yesâr bölüklerinden yedi kişi subaşı adı altında bölük subaşılığına ayrılırdı. Bunlardan dördü sağ ulûfecilerden, üçü sol ulûfecilerden olurdu. Mal ve para tahsili bu subaşılar tarafından yapılırdı. Subaşı gelirleri kanunnâmelerde gösterilmiştir. Timar subaşılarına dirlik olarak timar verildiği gibi mîrî subaşılara ticarî hayattan gelirler ve paylar tahsis edilmiştir. Yavuz Sultan Selim devrinde düzenlenen kanuna göre sancak beyi hassı köylerinin serbest rüsûmundan ve serbest olmayan timarın ağnam resminden haklar ayrılmıştır. Timar sahibi subaşılar cebelü getirmeye mecburdu.
XVII. yüzyılın ikinci yarısında düzenlenen kapıkulu kanunnâmesine göre İstanbul subaşısının ve asesbaşının en önemli görevi hazineyi ve sancak-ı şerifi beklemekti. Bunlar Paşakapısı’ndan hareket eden ve livâ-i şerifi taşıyan alayın önünde yürürlerdi. Subaşılar ayrıca cülûs ve kılıç kuşanma törenlerinde, elçi kabullerinde, düğünlerde, bayramlaşma törenlerinde ve padişahın bayram namazına katılışında protokole dahildi. Subaşı, ordunun sefere hareketinden önce alay köşkü önünde yapılan törende de bulunurdu. Elçilerin İstanbul’a gelişinde düzenlenen törende, itimatnâmesini takdim etmek üzere Paşakapısı’na gelişinde asesbaşı ve aseslerle yer alırdı. Bu törenlere silâhlı ve tüfekli olarak katılan subaşılar asesbaşı, ihtisap ağası ve mimarbaşıyla birlikte İstanbul kadısının emrindeydi. Şehrin iâşesinin sağlanması, kalpazanlık takibi, kılık kıyafet, meyhâneler, tütün içme, ilâç imali, tabip ve cerrahların teftişi subaşıların görevlerindendi. Diğer görevleri ise hayvanlara fazla yük yüklenmemesi, kayıkçılık nizamı, narh, ayakkabıların nizama göre imali, dilenciliğin meni ve tüfek teftişi, mukātaaya verilmiş padişah haslarının denetlenmesi, gümrüklerin teftişi, mum imalâtı ve dellâllık nizamı idi. Kaldırımların tamiriyle yıkılmaya yüz tutmuş binaların tesbiti, 1572’de alınan bir karara göre de yangına karşı her eve bir merdiven ve su dolu bir fıçı bulundurma mecburiyetinin teftişi subaşıya verilmişti. Diğer taraftan subaşılar zindan (Baba Câfer Zindanı) ve tomruk nizamından da sorumlu idi. Şehrin temizliğiyle ilgili mezbele subaşısı da bulunurdu. Aslında subaşılar bu işi arayıcı denilen esnafa havale ederlerdi. Asayişle ilgili subaşıların görev başında bulunmasına “kol gezmek” denirdi. Subaşılar 1826’da düzenlenen İhtisap Ağalığı Nizamnâmesi gereğince İstanbul ihtisabında da görev almıştır. Islahat Fermanı ile başlayan Osmanlı kurumlarının modernleştirilmesi sürecinde emniyet teşkilâtında da yenilikler yapılmış, taşradaki subaşılık teşkilâtını tedrîcen lağvetme girişimleri başlamıştır. Bunda son zamanlarda subaşıların çeşitli suistimallerde bulunmasının sebep olduğu söylenebilir. XX. yüzyıl başlarında İstanbul’da çeşitli görevler üstlenmiş olan subaşı teşkilâtının ortadan kalktığı anlaşılmaktadır.
Müellif: MÜCTEBA İLGÜREL
https://islamansiklopedisi...

SUBAŞI - TDV İslâm Ansiklopedisi
Türk devletlerinde ordu kumandanı, Osmanlılar’da şehirlerin güvenliğini sağlayan görevli.
https://islamansiklopedisi.org.tr/subasi
27 gün önce
1720'de Fransa'ya elçi olarak gönderilen Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi'yi dinleyelim.
«Paris halkı hayatlarında hiçbir Müslüman görmedikleri için, Osmanlıların elbiselerini de bilmiyorlar, bunun için bize hayran hayran bakıyorlardı.»
«Krala (XV. Louis) bizde söz ettikçe, daha çok meraklanıyormuş. Kendisi daha küçük olduğu için, bizi görmek istiyormuş.» s.77
«Etrafımızdaki arabalar ise peri çehreli, gümüş ve gül yanaklı güzellerle doluydu. Onlar da bizimle birlikte dolaşıyorlardı. Sadece onları seyretmek bile insana ferahlık veriyordu.» s.78
«Fransa'da kadınlara verilen değer ve gösterilen itibar, erkeklere gösterilenden kat kat fazladır. Bundan dolayı kadınlar ne isterlerse yaparlar ve istedikleri yere rahatça gidip gelebilirler, onlara kimse bir şey demez.» s.47
«Buralarda, daha çok kadınların sözü geçerlidir. Öyle ki, "Fransa kadınların cennetidir, çünkü kadınlar hiç zahmet ve güçlük çekmezler; her türlü arzu ve istekleri derhal yerine getirilir." diye söylenmektedir.» s.47
«Özellikle nasıl yemek yediğimizi merak ediyorlar ve mutlaka görmek istiyorlardı. "Filan kimsenin kızı veya falann karısı, siz yemek yerken seyretmek için izninizi rica ediyorlar" diye çeşitli haberler geliyordu. Bunlardan birçoğunu geri çeviremiyorduk.» s.62
«Memlekette ne kadar kibar kadın ve kızları varsa, ayrıca kralın akrabası olan bütün prensesler hepsi burada bir araya gelmişler. Hepsi mücevherlerle süslü pırıl pırıl elbiseler içinde sedirlere oturmuş, bizi bekliyordu. (Mehmed Efendi kralın huzuruna girdiğinde)» s. 66
Kralın naibi Mehmed Efendi'yi ziyafete çağırırken şöyle demişti;
«Fakat halkımız sizi seyretmeye can atıyor, bunun in atınıza binip de öyle gelseniz, hepimizi sevindirirsiniz.» s.71
Mehmed Efendi, 11 yaşındaki kralı elleriyle sever;
«Biz de o sümbül gibi saçlara elimizi sürüp okşadık. Gerçi saçları sırma teller gibi aynı uzunlukta, sanki tek bir parça halinde ve belinden aşağıya doğru dökülüyordu.» s.83
Fransızlar, ahırlara çok değer verirler;
«"Bir ahır için bu kadar uğraşmaya ve masrafa ne lüzum vardır?" dedim. Bana:
"Ahırımız mahsus öyle yapılmıştır; Fransa kralının ahırı Alman İmparatorunun sarayından daha güzeldir denilmesi için böyle şatafatlı yapıldı." dediler.» s.114
«Bizler kendi hizmetimizde kullanmak üzere köle ve cariyeler satın alırız ve onlara kendi yediğimiz yemeklerden yedirip güzel elbiseler giydiririz. En çok beş veya yedi yıl hizmetten sonra da onları serbest bırakırız.» s.126
Mehmed Efendi, haber taşıyan görevliyi azarlıyor.
«"Yahu sen ara yerde bir vasıtasın, cevap vermek senin üzerine vazife değildir. Ben cevabı ondan (Fransız Hariciye Vekilinden) isterim; ancak o zaman mesele halledilebilir." dedim.» s.127
Teleskoplar üzerine
«Nice geometri aletleri seyrettik ki, astronomi ilminden az çok haberi olan birisinin, bu aletlerle kısa bir zaman içinde mükemmel bir alim olması mümkündür. Çünkü ancak hayal olunabilecek şeyleri gözle görülür bir hale getirmişler.» s.129
Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi, Fransa Sefaretnâmesi, haz. Abdullah Uçman, Dergah Yayınları, İstanbul 2017
«Paris halkı hayatlarında hiçbir Müslüman görmedikleri için, Osmanlıların elbiselerini de bilmiyorlar, bunun için bize hayran hayran bakıyorlardı.»
«Krala (XV. Louis) bizde söz ettikçe, daha çok meraklanıyormuş. Kendisi daha küçük olduğu için, bizi görmek istiyormuş.» s.77
«Etrafımızdaki arabalar ise peri çehreli, gümüş ve gül yanaklı güzellerle doluydu. Onlar da bizimle birlikte dolaşıyorlardı. Sadece onları seyretmek bile insana ferahlık veriyordu.» s.78
«Fransa'da kadınlara verilen değer ve gösterilen itibar, erkeklere gösterilenden kat kat fazladır. Bundan dolayı kadınlar ne isterlerse yaparlar ve istedikleri yere rahatça gidip gelebilirler, onlara kimse bir şey demez.» s.47
«Buralarda, daha çok kadınların sözü geçerlidir. Öyle ki, "Fransa kadınların cennetidir, çünkü kadınlar hiç zahmet ve güçlük çekmezler; her türlü arzu ve istekleri derhal yerine getirilir." diye söylenmektedir.» s.47
«Özellikle nasıl yemek yediğimizi merak ediyorlar ve mutlaka görmek istiyorlardı. "Filan kimsenin kızı veya falann karısı, siz yemek yerken seyretmek için izninizi rica ediyorlar" diye çeşitli haberler geliyordu. Bunlardan birçoğunu geri çeviremiyorduk.» s.62
«Memlekette ne kadar kibar kadın ve kızları varsa, ayrıca kralın akrabası olan bütün prensesler hepsi burada bir araya gelmişler. Hepsi mücevherlerle süslü pırıl pırıl elbiseler içinde sedirlere oturmuş, bizi bekliyordu. (Mehmed Efendi kralın huzuruna girdiğinde)» s. 66
Kralın naibi Mehmed Efendi'yi ziyafete çağırırken şöyle demişti;
«Fakat halkımız sizi seyretmeye can atıyor, bunun in atınıza binip de öyle gelseniz, hepimizi sevindirirsiniz.» s.71
Mehmed Efendi, 11 yaşındaki kralı elleriyle sever;
«Biz de o sümbül gibi saçlara elimizi sürüp okşadık. Gerçi saçları sırma teller gibi aynı uzunlukta, sanki tek bir parça halinde ve belinden aşağıya doğru dökülüyordu.» s.83
Fransızlar, ahırlara çok değer verirler;
«"Bir ahır için bu kadar uğraşmaya ve masrafa ne lüzum vardır?" dedim. Bana:
"Ahırımız mahsus öyle yapılmıştır; Fransa kralının ahırı Alman İmparatorunun sarayından daha güzeldir denilmesi için böyle şatafatlı yapıldı." dediler.» s.114
«Bizler kendi hizmetimizde kullanmak üzere köle ve cariyeler satın alırız ve onlara kendi yediğimiz yemeklerden yedirip güzel elbiseler giydiririz. En çok beş veya yedi yıl hizmetten sonra da onları serbest bırakırız.» s.126
Mehmed Efendi, haber taşıyan görevliyi azarlıyor.
«"Yahu sen ara yerde bir vasıtasın, cevap vermek senin üzerine vazife değildir. Ben cevabı ondan (Fransız Hariciye Vekilinden) isterim; ancak o zaman mesele halledilebilir." dedim.» s.127
Teleskoplar üzerine
«Nice geometri aletleri seyrettik ki, astronomi ilminden az çok haberi olan birisinin, bu aletlerle kısa bir zaman içinde mükemmel bir alim olması mümkündür. Çünkü ancak hayal olunabilecek şeyleri gözle görülür bir hale getirmişler.» s.129
Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi, Fransa Sefaretnâmesi, haz. Abdullah Uçman, Dergah Yayınları, İstanbul 2017
29 gün önce
Putin Erdoğan’dan intikam aldı
Türkiye “kardeş ülkeler” olarak işbirliği içinde olan ülkelerle, “Türk Devletleri Teşkilatı” kurmuştu.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk Türkiye’yi yönetecek siyasilere şu talimatı vermişti:
“Bugün Sovyetler Birliği, dostumuzdur; komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bu günden kestiremez.
Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalabilir.
İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir…
Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız.
Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir.
Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır. Manevi köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür… İnanç bir köprüdür… Tarih bir köprüdür…
Önce bir anımsatma yapayım.
Putin ve Katar Emiri Şeyh Temim ile Moskova’da bir araya geldi.
Şeyh Temim dedi ki;
“Suriye’nin yeni lideri (El Şara- OU) Moskova ile karşılıklı saygıya dayalı bir ilişki kurmaya istekli.)
Putin dedi ki;
“Orada siyasi, güvenlik ve tamamen ekonomik olmak üzere pek çok sorun var,”
Soru şu;
Düne kadar neredeyse her ay Erdoğan ile konuşan Putin, Suriye konusunu neden Katar Emiri ile konuştu?
Türkiye’yi ve Erdoğan’ı neden dışladı?
İşte şimdi 5 Türki Cumhuriyetinin Kıbrıs Rum kesimini resmen tanıyarak büyükelçilik açma kararlarını irdeleyelim.
Birincisi;
Amerika destekli İsrail’in Suriye Devlet Başkanı Esad’ı devirmek için göreve destek verdiği HTŞ lideri terörist başı El Şara’nın Erdoğan tarafından da desteklenmesidir.
İkincisi;
Türkiye’nin El Şara’nın devlet başkanlığını Amerika ve İsrail’den sonra kabul eden ilk ülke olmasıdır.
Üçüncüsü;
Erdoğan’ın bu projeyi üstlenerek Esad’ı devirmenin siyasi zaferini üstlenmesidir.
Bu noktada şunları da anımsatayım;
Erdoğan, Putin ile 24 Kasım 2024’te telefonla görüştü.
27 Kasım 2024'te Ahmet el Şara önderliğinde HTŞ ve muhalif güçler Şam’a saldırıya geçti.
El Şara 8 Aralık'ta Şam'a girdi, Esad, Moskova'ya kaçtı.
Erdoğan, Putin ile en son 3 Aralık 2024’te telefonda görüştü.
O gün bugün görüşmediler.
El Şara’nın Esad’ı devirmesi zaferini Erdoğan üstlendi.
Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni bugüne kadar tanımadılar.
Büyükelçiliklerini açarak Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'ni tek meşru devlet olarak kabul ettiler.
Daha net tavır koyarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni tanımayacaklarını ilan ettiler.
Erdoğan, ne yapacağını bilmiyor, susup bekliyor,
Türkiye’nin dış politika açısından resmen çok büyük bir skandal.
Peki, Türk Cumhuriyetleri Putin’den habersiz hatta onaysız böyle bir karar alabilirler miydi?
Elbette alamazlardı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’dan, MHP genel başkanı Devlet Bahçeli’den tek bir kelime tepki yok.
Bu gelişmelerden sonra 5 Türki devletin Kıbrıs politikasının arkasında Putin olduğunu vurgulayarak diyorum ki;
Putin, Erdoğan’dan intikam aldı
Avrupa Birliğinden para almışlar, falan filan geçin bunları gerçeği görün.
Merhum 2. Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü der ki;
“Büyük devletlerle ilişki kurmak, ayı ile yatağa girmeye benzer. Uyurken bile gözün açık olacak…”
Uyan Erdoğan uyan…
Uyan muhalefet uyan…
Orhan UĞUROĞLU
Yeniçağ Gazetesi
20 Nisan 2025
Türkiye “kardeş ülkeler” olarak işbirliği içinde olan ülkelerle, “Türk Devletleri Teşkilatı” kurmuştu.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk Türkiye’yi yönetecek siyasilere şu talimatı vermişti:
“Bugün Sovyetler Birliği, dostumuzdur; komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bu günden kestiremez.
Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalabilir.
İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir…
Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız.
Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir.
Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır. Manevi köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür… İnanç bir köprüdür… Tarih bir köprüdür…
Önce bir anımsatma yapayım.
Putin ve Katar Emiri Şeyh Temim ile Moskova’da bir araya geldi.
Şeyh Temim dedi ki;
“Suriye’nin yeni lideri (El Şara- OU) Moskova ile karşılıklı saygıya dayalı bir ilişki kurmaya istekli.)
Putin dedi ki;
“Orada siyasi, güvenlik ve tamamen ekonomik olmak üzere pek çok sorun var,”
Soru şu;
Düne kadar neredeyse her ay Erdoğan ile konuşan Putin, Suriye konusunu neden Katar Emiri ile konuştu?
Türkiye’yi ve Erdoğan’ı neden dışladı?
İşte şimdi 5 Türki Cumhuriyetinin Kıbrıs Rum kesimini resmen tanıyarak büyükelçilik açma kararlarını irdeleyelim.
Birincisi;
Amerika destekli İsrail’in Suriye Devlet Başkanı Esad’ı devirmek için göreve destek verdiği HTŞ lideri terörist başı El Şara’nın Erdoğan tarafından da desteklenmesidir.
İkincisi;
Türkiye’nin El Şara’nın devlet başkanlığını Amerika ve İsrail’den sonra kabul eden ilk ülke olmasıdır.
Üçüncüsü;
Erdoğan’ın bu projeyi üstlenerek Esad’ı devirmenin siyasi zaferini üstlenmesidir.
Bu noktada şunları da anımsatayım;
Erdoğan, Putin ile 24 Kasım 2024’te telefonla görüştü.
27 Kasım 2024'te Ahmet el Şara önderliğinde HTŞ ve muhalif güçler Şam’a saldırıya geçti.
El Şara 8 Aralık'ta Şam'a girdi, Esad, Moskova'ya kaçtı.
Erdoğan, Putin ile en son 3 Aralık 2024’te telefonda görüştü.
O gün bugün görüşmediler.
El Şara’nın Esad’ı devirmesi zaferini Erdoğan üstlendi.
Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni bugüne kadar tanımadılar.
Büyükelçiliklerini açarak Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'ni tek meşru devlet olarak kabul ettiler.
Daha net tavır koyarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni tanımayacaklarını ilan ettiler.
Erdoğan, ne yapacağını bilmiyor, susup bekliyor,
Türkiye’nin dış politika açısından resmen çok büyük bir skandal.
Peki, Türk Cumhuriyetleri Putin’den habersiz hatta onaysız böyle bir karar alabilirler miydi?
Elbette alamazlardı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’dan, MHP genel başkanı Devlet Bahçeli’den tek bir kelime tepki yok.
Bu gelişmelerden sonra 5 Türki devletin Kıbrıs politikasının arkasında Putin olduğunu vurgulayarak diyorum ki;
Putin, Erdoğan’dan intikam aldı
Avrupa Birliğinden para almışlar, falan filan geçin bunları gerçeği görün.
Merhum 2. Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü der ki;
“Büyük devletlerle ilişki kurmak, ayı ile yatağa girmeye benzer. Uyurken bile gözün açık olacak…”
Uyan Erdoğan uyan…
Uyan muhalefet uyan…
Orhan UĞUROĞLU
Yeniçağ Gazetesi
20 Nisan 2025
29 gün önce
RUM YUNANLI DEĞİLDİR!
TURUVALILAR MI TÜRKTÜR,
TÜRKLER Mİ TURUVALIDIR ?
Büyükada”ya göçtüğümden beri, bir konu bana dokunuyor.
Rum müziği diye Yunan müziği çalınıyor adalarda. Ayrıca Rumların öz yurdu olarak Yunanistan tanınıyor, ötesi Türk- Rum kardeşliği için Yunan bayrağı sallanıyor, hora tepiliyor, Ege Adaları yerine “Yunan Adaları” deniliyor”!
Burada bir geçmiş(tarih) öğretisi vermeyeceğim. Ancak, geçmişin katmanları içinde Gündoğan’a (Anadolu’ya) bakıp, Rum kim, Türk kim ona bakacağız.
Ön Türkler: Türk Dili araştırmacısı Kazım Mirşan’a göre bundan 14 bin yıl önceki Ön Türkler döneminde, Türkler “On”(Ural) ile “Ok”(Altay) Türkleri olarak ikiye ayrılıyordu. Sevgili Sümer Bilimci Muazzez İlmiye Çığ”ın betiklerinde (kitaplarında) yazdığı gibi...
Yaklaşık 13 bin yıl önce Sümerler Orta Altay’dan(Asya’dan) gelmiş bir Turan soyudur.
Onlara “Ok Türkleri” denir.
Kuzeyden Avrupa’ya gidenler “On” Türkleridir.
(Turan; 1. Altay”dan türeyen soyun yayıldığı ülkelerin toplu adı, 2. Çoban, andık(hayvan) güden demektir.)
Sümerler, yazıyı “İki Irmak Arasındaki Yerleşim”de (Ak ur gal’da) (Mezopotamia) bulmadılar, bilerek geldiler. Belki onlar PasifikBaykalı’nda
(okyanusunda) yok olan Mu uygarlığının bir süreğeniydi(devamıydı).
Turan- Sami İlişkisi:
Sami(Arap) soyunun biz Turan soyuna geçmişte 3 kıyımı (katliamı) olmuştur.
Bunlar,
1. Sümer uygarlığını yıkarak, Sümerlerin Kutyak’a(Avrupa’ya) kaçışması, orada yeni uygarlıklar kurması,
2. İslamlaştırmak amacıyla,
8 ve 9.Y. Y.’da Turan boylarını kılıçtan geçirerek güç kullanıp, soykırıma uğramaları,
3. Birinci Dünya Savaşında Arapların Müslüman kardeşi olan Osmanlı’yı, Hıristiyan’larla elbirliği yapıp arkadan vurması.
Sümerlerden kaçabilenler, Akdeniz kıyılarını izleyenler Girit ile Ege Adalarına gidip orada Girit Uygarlığı ile İyon Uygarlıklarını kurmuşlardı.
Çanakkale ile İstanbul Boğazlarını geçenler Kuzey İtalya’ya yerleşip Etrüsk Uygarlığını kurmuşlardı. Etrüskler’de “Ok Türkleri” dir.
Diğer bir deyimle bugünkü İtalyanlar ile Türkiye’deki Türkler birbirlerinin yakınıdır(akrabasıdır). Açıkçası İtalyanlar Turan soyudur. Kafkaslardan gidenler Karadeniz kuzeyinde Kırım dolayında Hazar Uygarlığını kurmuşlar.
Sonra Girit”ten kopup, Güney Batı Anadolu’ya (Muğla, Bodrum, Marmaris) gelen bir kol burada Karya Uygarlığını kuruyor.
Ayrıca, Karadeniz’in kuzeyinden Ural’a(Doğu Avrupa’ya) gelen Avar, On Türkleri(Hunlar), Peçenek, Kuman, Tatar, Bulgar Turanlıları ile birlikte Avrupa’ya Bulgar Turanlıları ile birlikte Avrupa’ya özellikle 6. yüzyıldan sonra yoğunlaşan bir Turan soyu ile Turan Dili(Türkçe) giriyor.
Uzlar bu günkü Batı Trakya ile Pelepones yarım adasına, Bulgarlar Tuna boylarına, Kumanlar, Kumanya’ya(Romanya’ya), On’lar(Hunlar) Macaristan’a, Çekya ile Slovakya’ya,
Finler; Fillandiya, Estonya, Letonya’ya,
Peçenekler; Balkanlar ile Adriyatiğe yerleşiyorlar.
Genelde, kuzey Turanlılar ak tenli, boyalı gözlü bir soy. Kutyak(Batı Avrupa) ile Ural’a(Doğu Avrupa) ilk Turanlı yerleşimi 8500 yıl önce “Ön Türklerce” yapıldığını Avrupa’daki dikilitaşlar üzerindeki Türkçe yazılardan anlıyoruz.
Anadolu’ya Akın.
Bundan 3 bin yıl önce Anadolu varlıklı yer altı kaynakları(altın, gümüş, bakır, kurşun, çinko, demir, manganez, mermer), orman, deniz, ulaşım, tecim, bol su, kızık(jeotermal, kaplıca) nedeniyle oldukça çekici. O nedenle Bitinya; Marmara Denizi çevreleyen alanda kuruluyor, Venedikliler ile Cenevizliler Ege kıyıları ile Karadeniz kıyılarında kent ilkutları(koloniler) kuruyorlar. Misyalı’lar Avrupa’dan gelip Edremit Koyu ile Biga Yarımadası dolayını yurt edinmişler, Turan soyu Frigler Balkanlardan gelip Kütahya, Uşak, Afyon, Isparta, Ankara dolayına yerleşmişler, bugünkü İtalya ile Fransa arasından gelen Lidya’lılar Büyük Menderes ile Bakırçay arasındaki Aydın, Manisa, Uşak dolayını yurt edinmişler, Kimmerler, Truvalılar, Bergamalılar, İyonlar, Miletliler, Likyalılar Batı Anadolu’yu yurt tutmuşlar.
Kafkas kökenli Turan soyu olan Hititler güneyden gelerek Doğu, Orta, Güney-Doğu Anadolu’ya yerleşmişler, Asur’lar Güney Anadolu’da yer tutmuşlar, yine Turan soyu olan Ermeniler Doğu Anadolu’yu yurt edinmişlerdir. Traklar; Paşaeli yarımadasına yerleşmişlerdir.
Bu ilkutçukların çoğunun kendi dilleri, ile kendi tamgaları(alfabeleri) olduğundan anlaşamazlardı.
Bunlar Yunanca yazmadıkları, konuşmadıkları gibi, Ortodoks ta değildiler. Çünkü onların yaşadıkları dönem, İsa’dan çok önceydi.
Batılı ötken bilimcilerin(tarih bilimcilerin) buna “Helenistik Dönem” demesinin altında yayılmacı bir Yunan tutumu(siyaseti) yatar. Oysa, bu uygarlıkların hiç biri Yunan uygarlığı değildi. Yunan; sözcüğü Türkçe olup “Yıkanan” anlamına gelir. Yunanlılar; Pelepones yarım adasının Mora ile Epir bölgesinde yaşayan, Isparta ile Atina kent ilkutçuklarından oluşuyordu.
Persler ile Makedonlar.
Gel zaman, git zaman, Anadolu’da üretilen altının ünü dilden dile, ağızdan ağza tüm dünyayı sardı.
Bu varlığı ele geçirmek üzere Persler (İranlılar) MÖ. 546 yıllında Anadolu ile Peleponesi ele geçirdiler. Makedonya Selanik, Üsküp, Batı Trakya bölgesinde idi. Yazı ile dilleri Makedon dili idi.
Ancak Makedon ilhanı(imparatoru) Filip bir Yunan yazını(edebiyatı) sevdalısıydı. Bu nedenle oğlu İskender’i Yunanlı Bilginlerce eğitti. Ulusuna Yunanca konuşmayı buyurdu. Filip, sonrası Büyük İskender, Makedon güçlerini toplayarak Persleri 4.yy.’da (MÖ.336)Pelepones ile Anadolu, İran, Orta Doğu’dan sürdü attı. İşte bundan yaklaşık 2300 yıl önce Anadolu’ya ilk kez “Yunan dili ile özgeni(kültürü)” böylece girdi. Her biri ayrı diller konuşan Anadolu ilkutları(devletleri) aynı Yunan dilini konuşmaya başladılar. Ancak onlar ne Yunan, ne de Makedondu.
Anadolu 200 yıl Pers egemenliği altında yaşarken, Makedon egemenliğine geçmişti.
Yunanca konuşmaları Anadoluları Helen yapmaz.
Onun için Roma öncesi döneme “Helenistik” dönem demek yanlıştır.
Romalılar Anadolu’da.
Roma Etrüsklerin kurduğu bir ilhanlıktır. Roma, Latinler, Konstantin(MS.330) Anadolu’yu ele geçiriyorlar. Artık Anadolu Makedon ülkesi olmaktan çıkıyor, Roma ülkesi oluyor. Roma yönetimi halkın Yunanca konuşmasına karışmıyor, ancak tüzel(resmi) dil olarak Latince konuşuluyor.
Prof dr.Kazım Mirşan”ın Ön Türk çalışmalarına göre, Roma, Türkçe Urum’dan gelir. Ur; kent, yerleşim yeri demektir. “Urum” ya da ondan türemiş “Rum”; “Romalı” ya da “kentli”,“yerleşik” demektir.
Osmanlılın kentte oturan kendileri için kullandığı “Rumi” de ayni anlama gelir; “kentli” demektir. Osmanlılar, Anadolu”ya “Diyar-ı Rum” demişlerdir. Çünkü, Anadolu’da çeşitli uygarlıklardan kalma 44 bin yerleşim yeri vardır.
Kırsalda, göçebe olarak yaşayanlara ise “Türkmen” demişlerdir. Rumlar, kentliler, yerleşikler ülkesi anlamına kullanılır, “Yunan” anlamına asla kullanılmazdı. Celalettin Rum-i adı da bu anlamda kullanılmış, Osmanlı seçkinleri de kendilerine Türkmen değil, Rumi demişlerdir. Çünkü, Orta Altay(Asya) ile Türkmenler, yerleşik değil göçebe idiler. Yerleşik düzene geçen herkes “Rumi” idi.
Doğu Roma’nın Roma’dan ayrılmasıyla, Doğu Roma’nın egemenliği altında olan Pelepones, Adalar, Kıbrıs ile Anadolu’nun inanç yolu “Ortodoks” oluyor. Başkent “Konstantinapolis”. Atina ile Isparta’da oturan Yunan halkı, yine Yunan.
Ancak çok tanrılı inançtan tek tanrılı inanca, “Ortodoksluğa” geçmiş. Anadolunun yerli halkına ise “Rum” deniliyor. Rumlar, eski Frig, Hitit, Misya, Lidya, Karya, İyon gibi soyların, özgenlerin ortak adı.
Tıpkı “Osmanlı” gibi. Anadolu’lu yeni bir dil konuşuyor, Yunan ile Latinlerden ayrı olarak, buna “Rumca” deniliyor.
Rumca; Yunan tamgası ile yazılıyor. Konuşma kuralları Yunancaya uyumlu, sözcükleri; çoğunlukla Yunanca, Hititçe, Ermenice, Türkçe, Farsça, Arapça olan karma bir dil. Tıpkı Osmanlıca. Osmanlıca; Türkçe grameri, Arapça tamga ile yazılıyor, Osmanlıca; Türkçe, Farsça, Yunanca, Ermenice, Süryanice, Akadca, Asurca, Sümerce karışımı.
Kısacası Anadolu dili olan Rumca, Anadolu ile ile onun doğal uzantısı olan Kıbrıs ile Doğu Ege Adalarında konuşuluyordu.
Yani ne eski Anadolu Uygarlıkları, ne Truva, ne Makedon, ne Roma,ne Doğu Roma, ne Rum, ne de Osmanlı; Yunan değildir.
Ortodoks inancının ortayı(merkezi de) Atina’da değil, Rumları ülkesi olan Konstantinopol’de Fener Patrikevinde idi. Bu konumda, Yunanistan egemen ülke değil, Rum’un egemenliğinde ki bir ülke olarak sayılıyordu. Rum’un simgesi olan bayrak; sarı taban üzerinde, kara, çift başlı kartal, ilkut(devlet) boyası ise “tuğla kızılı al”. İlginçtir, daha sonraları kurulan Turan soylu Selçuk İlhanlığının simgesi de çift başlı kartaldır. Beşiktaş çeynik takımının da tek başlı kartal. Erzurumspor, Konya Selçuk Unv. Ve takımları da çift başlı kartal. Asıl olan, çift başlı kartalın bir Ön Türk simgesi olmasıdır.
Bizantion, Konstantinopol, İstanbul, Yeditepe. 19. yüzyıldan sonra Doğu Roma İmparatorluğuna, “Bizans İmparatorluğu” demek Fransa”nın Anadolu’yu, kasıtlı bir adlamayla, bir Yunan ülkesi yapmayı amaçlar. Oysa bu adla bir imparatorluk
TURUVALILAR MI TÜRKTÜR,
TÜRKLER Mİ TURUVALIDIR ?
Büyükada”ya göçtüğümden beri, bir konu bana dokunuyor.
Rum müziği diye Yunan müziği çalınıyor adalarda. Ayrıca Rumların öz yurdu olarak Yunanistan tanınıyor, ötesi Türk- Rum kardeşliği için Yunan bayrağı sallanıyor, hora tepiliyor, Ege Adaları yerine “Yunan Adaları” deniliyor”!
Burada bir geçmiş(tarih) öğretisi vermeyeceğim. Ancak, geçmişin katmanları içinde Gündoğan’a (Anadolu’ya) bakıp, Rum kim, Türk kim ona bakacağız.
Ön Türkler: Türk Dili araştırmacısı Kazım Mirşan’a göre bundan 14 bin yıl önceki Ön Türkler döneminde, Türkler “On”(Ural) ile “Ok”(Altay) Türkleri olarak ikiye ayrılıyordu. Sevgili Sümer Bilimci Muazzez İlmiye Çığ”ın betiklerinde (kitaplarında) yazdığı gibi...
Yaklaşık 13 bin yıl önce Sümerler Orta Altay’dan(Asya’dan) gelmiş bir Turan soyudur.
Onlara “Ok Türkleri” denir.
Kuzeyden Avrupa’ya gidenler “On” Türkleridir.
(Turan; 1. Altay”dan türeyen soyun yayıldığı ülkelerin toplu adı, 2. Çoban, andık(hayvan) güden demektir.)
Sümerler, yazıyı “İki Irmak Arasındaki Yerleşim”de (Ak ur gal’da) (Mezopotamia) bulmadılar, bilerek geldiler. Belki onlar PasifikBaykalı’nda
(okyanusunda) yok olan Mu uygarlığının bir süreğeniydi(devamıydı).
Turan- Sami İlişkisi:
Sami(Arap) soyunun biz Turan soyuna geçmişte 3 kıyımı (katliamı) olmuştur.
Bunlar,
1. Sümer uygarlığını yıkarak, Sümerlerin Kutyak’a(Avrupa’ya) kaçışması, orada yeni uygarlıklar kurması,
2. İslamlaştırmak amacıyla,
8 ve 9.Y. Y.’da Turan boylarını kılıçtan geçirerek güç kullanıp, soykırıma uğramaları,
3. Birinci Dünya Savaşında Arapların Müslüman kardeşi olan Osmanlı’yı, Hıristiyan’larla elbirliği yapıp arkadan vurması.
Sümerlerden kaçabilenler, Akdeniz kıyılarını izleyenler Girit ile Ege Adalarına gidip orada Girit Uygarlığı ile İyon Uygarlıklarını kurmuşlardı.
Çanakkale ile İstanbul Boğazlarını geçenler Kuzey İtalya’ya yerleşip Etrüsk Uygarlığını kurmuşlardı. Etrüskler’de “Ok Türkleri” dir.
Diğer bir deyimle bugünkü İtalyanlar ile Türkiye’deki Türkler birbirlerinin yakınıdır(akrabasıdır). Açıkçası İtalyanlar Turan soyudur. Kafkaslardan gidenler Karadeniz kuzeyinde Kırım dolayında Hazar Uygarlığını kurmuşlar.
Sonra Girit”ten kopup, Güney Batı Anadolu’ya (Muğla, Bodrum, Marmaris) gelen bir kol burada Karya Uygarlığını kuruyor.
Ayrıca, Karadeniz’in kuzeyinden Ural’a(Doğu Avrupa’ya) gelen Avar, On Türkleri(Hunlar), Peçenek, Kuman, Tatar, Bulgar Turanlıları ile birlikte Avrupa’ya Bulgar Turanlıları ile birlikte Avrupa’ya özellikle 6. yüzyıldan sonra yoğunlaşan bir Turan soyu ile Turan Dili(Türkçe) giriyor.
Uzlar bu günkü Batı Trakya ile Pelepones yarım adasına, Bulgarlar Tuna boylarına, Kumanlar, Kumanya’ya(Romanya’ya), On’lar(Hunlar) Macaristan’a, Çekya ile Slovakya’ya,
Finler; Fillandiya, Estonya, Letonya’ya,
Peçenekler; Balkanlar ile Adriyatiğe yerleşiyorlar.
Genelde, kuzey Turanlılar ak tenli, boyalı gözlü bir soy. Kutyak(Batı Avrupa) ile Ural’a(Doğu Avrupa) ilk Turanlı yerleşimi 8500 yıl önce “Ön Türklerce” yapıldığını Avrupa’daki dikilitaşlar üzerindeki Türkçe yazılardan anlıyoruz.
Anadolu’ya Akın.
Bundan 3 bin yıl önce Anadolu varlıklı yer altı kaynakları(altın, gümüş, bakır, kurşun, çinko, demir, manganez, mermer), orman, deniz, ulaşım, tecim, bol su, kızık(jeotermal, kaplıca) nedeniyle oldukça çekici. O nedenle Bitinya; Marmara Denizi çevreleyen alanda kuruluyor, Venedikliler ile Cenevizliler Ege kıyıları ile Karadeniz kıyılarında kent ilkutları(koloniler) kuruyorlar. Misyalı’lar Avrupa’dan gelip Edremit Koyu ile Biga Yarımadası dolayını yurt edinmişler, Turan soyu Frigler Balkanlardan gelip Kütahya, Uşak, Afyon, Isparta, Ankara dolayına yerleşmişler, bugünkü İtalya ile Fransa arasından gelen Lidya’lılar Büyük Menderes ile Bakırçay arasındaki Aydın, Manisa, Uşak dolayını yurt edinmişler, Kimmerler, Truvalılar, Bergamalılar, İyonlar, Miletliler, Likyalılar Batı Anadolu’yu yurt tutmuşlar.
Kafkas kökenli Turan soyu olan Hititler güneyden gelerek Doğu, Orta, Güney-Doğu Anadolu’ya yerleşmişler, Asur’lar Güney Anadolu’da yer tutmuşlar, yine Turan soyu olan Ermeniler Doğu Anadolu’yu yurt edinmişlerdir. Traklar; Paşaeli yarımadasına yerleşmişlerdir.
Bu ilkutçukların çoğunun kendi dilleri, ile kendi tamgaları(alfabeleri) olduğundan anlaşamazlardı.
Bunlar Yunanca yazmadıkları, konuşmadıkları gibi, Ortodoks ta değildiler. Çünkü onların yaşadıkları dönem, İsa’dan çok önceydi.
Batılı ötken bilimcilerin(tarih bilimcilerin) buna “Helenistik Dönem” demesinin altında yayılmacı bir Yunan tutumu(siyaseti) yatar. Oysa, bu uygarlıkların hiç biri Yunan uygarlığı değildi. Yunan; sözcüğü Türkçe olup “Yıkanan” anlamına gelir. Yunanlılar; Pelepones yarım adasının Mora ile Epir bölgesinde yaşayan, Isparta ile Atina kent ilkutçuklarından oluşuyordu.
Persler ile Makedonlar.
Gel zaman, git zaman, Anadolu’da üretilen altının ünü dilden dile, ağızdan ağza tüm dünyayı sardı.
Bu varlığı ele geçirmek üzere Persler (İranlılar) MÖ. 546 yıllında Anadolu ile Peleponesi ele geçirdiler. Makedonya Selanik, Üsküp, Batı Trakya bölgesinde idi. Yazı ile dilleri Makedon dili idi.
Ancak Makedon ilhanı(imparatoru) Filip bir Yunan yazını(edebiyatı) sevdalısıydı. Bu nedenle oğlu İskender’i Yunanlı Bilginlerce eğitti. Ulusuna Yunanca konuşmayı buyurdu. Filip, sonrası Büyük İskender, Makedon güçlerini toplayarak Persleri 4.yy.’da (MÖ.336)Pelepones ile Anadolu, İran, Orta Doğu’dan sürdü attı. İşte bundan yaklaşık 2300 yıl önce Anadolu’ya ilk kez “Yunan dili ile özgeni(kültürü)” böylece girdi. Her biri ayrı diller konuşan Anadolu ilkutları(devletleri) aynı Yunan dilini konuşmaya başladılar. Ancak onlar ne Yunan, ne de Makedondu.
Anadolu 200 yıl Pers egemenliği altında yaşarken, Makedon egemenliğine geçmişti.
Yunanca konuşmaları Anadoluları Helen yapmaz.
Onun için Roma öncesi döneme “Helenistik” dönem demek yanlıştır.
Romalılar Anadolu’da.
Roma Etrüsklerin kurduğu bir ilhanlıktır. Roma, Latinler, Konstantin(MS.330) Anadolu’yu ele geçiriyorlar. Artık Anadolu Makedon ülkesi olmaktan çıkıyor, Roma ülkesi oluyor. Roma yönetimi halkın Yunanca konuşmasına karışmıyor, ancak tüzel(resmi) dil olarak Latince konuşuluyor.
Prof dr.Kazım Mirşan”ın Ön Türk çalışmalarına göre, Roma, Türkçe Urum’dan gelir. Ur; kent, yerleşim yeri demektir. “Urum” ya da ondan türemiş “Rum”; “Romalı” ya da “kentli”,“yerleşik” demektir.
Osmanlılın kentte oturan kendileri için kullandığı “Rumi” de ayni anlama gelir; “kentli” demektir. Osmanlılar, Anadolu”ya “Diyar-ı Rum” demişlerdir. Çünkü, Anadolu’da çeşitli uygarlıklardan kalma 44 bin yerleşim yeri vardır.
Kırsalda, göçebe olarak yaşayanlara ise “Türkmen” demişlerdir. Rumlar, kentliler, yerleşikler ülkesi anlamına kullanılır, “Yunan” anlamına asla kullanılmazdı. Celalettin Rum-i adı da bu anlamda kullanılmış, Osmanlı seçkinleri de kendilerine Türkmen değil, Rumi demişlerdir. Çünkü, Orta Altay(Asya) ile Türkmenler, yerleşik değil göçebe idiler. Yerleşik düzene geçen herkes “Rumi” idi.
Doğu Roma’nın Roma’dan ayrılmasıyla, Doğu Roma’nın egemenliği altında olan Pelepones, Adalar, Kıbrıs ile Anadolu’nun inanç yolu “Ortodoks” oluyor. Başkent “Konstantinapolis”. Atina ile Isparta’da oturan Yunan halkı, yine Yunan.
Ancak çok tanrılı inançtan tek tanrılı inanca, “Ortodoksluğa” geçmiş. Anadolunun yerli halkına ise “Rum” deniliyor. Rumlar, eski Frig, Hitit, Misya, Lidya, Karya, İyon gibi soyların, özgenlerin ortak adı.
Tıpkı “Osmanlı” gibi. Anadolu’lu yeni bir dil konuşuyor, Yunan ile Latinlerden ayrı olarak, buna “Rumca” deniliyor.
Rumca; Yunan tamgası ile yazılıyor. Konuşma kuralları Yunancaya uyumlu, sözcükleri; çoğunlukla Yunanca, Hititçe, Ermenice, Türkçe, Farsça, Arapça olan karma bir dil. Tıpkı Osmanlıca. Osmanlıca; Türkçe grameri, Arapça tamga ile yazılıyor, Osmanlıca; Türkçe, Farsça, Yunanca, Ermenice, Süryanice, Akadca, Asurca, Sümerce karışımı.
Kısacası Anadolu dili olan Rumca, Anadolu ile ile onun doğal uzantısı olan Kıbrıs ile Doğu Ege Adalarında konuşuluyordu.
Yani ne eski Anadolu Uygarlıkları, ne Truva, ne Makedon, ne Roma,ne Doğu Roma, ne Rum, ne de Osmanlı; Yunan değildir.
Ortodoks inancının ortayı(merkezi de) Atina’da değil, Rumları ülkesi olan Konstantinopol’de Fener Patrikevinde idi. Bu konumda, Yunanistan egemen ülke değil, Rum’un egemenliğinde ki bir ülke olarak sayılıyordu. Rum’un simgesi olan bayrak; sarı taban üzerinde, kara, çift başlı kartal, ilkut(devlet) boyası ise “tuğla kızılı al”. İlginçtir, daha sonraları kurulan Turan soylu Selçuk İlhanlığının simgesi de çift başlı kartaldır. Beşiktaş çeynik takımının da tek başlı kartal. Erzurumspor, Konya Selçuk Unv. Ve takımları da çift başlı kartal. Asıl olan, çift başlı kartalın bir Ön Türk simgesi olmasıdır.
Bizantion, Konstantinopol, İstanbul, Yeditepe. 19. yüzyıldan sonra Doğu Roma İmparatorluğuna, “Bizans İmparatorluğu” demek Fransa”nın Anadolu’yu, kasıtlı bir adlamayla, bir Yunan ülkesi yapmayı amaçlar. Oysa bu adla bir imparatorluk
1 ay önce
«Ergenekon» Destanı, Büyük Türk Destanı'nın bir parçasıdır. Kök-Türkler çağını konu alır. «Ergenekon» Destanı'nın, Türk destanlarının içinde ayrı ve seçkin bir yeri olup, en büyük Türk destanlarından biridir. «Ergenekon» Destanı'nın, Türk toplum yaşamında yüzyıllarca etkisi olduğu gibi, bugün bile Anadolu'nun dağlık köylerinde, birtakım gelenek ve göreneklerde etkisi görülmektedir. «Ergenekon» Destanı, «Bozkurt» Destanı'nın ana çizgileri üzerine kurulmuş olup, bu destanın serbestçe genişletilmiş biçimidir diyebiliriz. Daha doğrusu «Bozkurt» Destanı ile kaynağını belirleyen Türk soyu, «Ergenekon» Destanı ile de gelişip güçlenmesini, yayılış ve büyüyüş dönemlerini anlatmıştır. Çin tarihlerinin de yazmış olduğu «Bozkurt» Destanı'nın bittiği yerde, «Ergenekon» Destanı başlar. «Bozkurt» Efsanesi'nin devamı, «Ergenekon» Destanı'dır. «Ergenekon» Destanı, Cengiz Han çağında moğollaştırılmıştır. Ancak bu efsanenin kökleri ve ana motifleri, açıkça Kök Türkler ile ilgilidir.
***
Kök Türk Devleti, MS 6.yy.dan itibaren bir cihan imparatorluğu olmuş ve 200 yıl yaşamıştır. Böyle büyük ve güçlü bir devletin, ilkel Moğollar'dan bir efsane alıp kökenlerini ona dayandırması mümkün değildir. Ayrıca, Ergenekon Destanı'nın ana motiflerinden biri, Demirci'dir. Destanda demirci, dağda demir madeni bulur ve Türkler bu demir madenini eriterek Bozkurt'un önderliğinde «Ergenekon»'dan çıkarlar. Unutmamak gerekir ki, Göktürkler'in ataları da demirci idiler. Onlar en iyi çelikleri işler, başka devletlere silah olarak satarlardı. Göktürkler'in ataları, demir cevherleriyle dolu dağların eteklerinde türemişler, demirleri eriterek yeryüzüne çıkmışlardı. Sonradan kendilerinin de demirci olmaları bundan ileri gelmektedir.
Göktürkler'in temel toprakları olan Altay ve Sayan dağları, zengin demir madenlerinin bulunduğu bir yerdi. Burada çıkan demirin yüksek cevherli olması ve Türkler tarafından mükemmel bir biçimde işlenmesi, çağın Türk savaş endüstrisinin en önemli özelliği idi. Göktürkler çağında Türkler'in işlettikleri demir ocakları ve dökümevleri bulunmuştur. Göktürkler demirden ürettikleri kılıç, kargı, bıçak gibi savaş araçlarının yanında yine demirden saban, kürek, orak gibi tarım araçlarını yapmakta da usta idiler. Oysa, Göktürklerden tam beş yüzyıl sonra, yine Türklerle birlikte olmak üzere bir devlet kuran Moğollar, demirciliği bilmezlerdi.
Cengiz Han zamanında Moğollar'a elçi olarak gönderilen Çin'deki Sung sülalesinin generali Men Hung, yazmış olduğu «Meng-Ta Pei-lu» adlı ünlü seyahatnamesinde, Moğollar'ın Cengiz Han'dan önce maden işlemeyi bilmediklerini, ok uçlarını bile kemikten yaptıklarını, Moğollar'a demir silahların Uygur Türkleri'nden geldiğini anlatmaktadır. Zaten Moğollar, demirciliği Uygur Türkleri'nden öğrenmişlerdir. Aslında demircilik, o çağın Moğol düşüncesine göre büyücülere özgü korkunç bir sanattı. Ayrıca Bozkurt, Türkler'in kutsal hayvanıdır. Moğollar'ın kutsal hayvanı köpektir.
***
«Ergenekon» Destanı'nda Türkler, Ergenekon ovasından çıkmak istediklerinde yol bulamazlar. Çare olarak da dağların demir madeni içeren bölümlerini eritip bir geçenek açmayı düşünürler. Demir madenini eritmek için dağların çevresine odun-kömür dizilir ve yetmiş deriden yetmiş körük yapılıp yetmiş yere konulur. Yedi ve yetmiş sayıları, dokuz ve katları ile birlikte, Türkler'in mitolojik sayılarındandır. Moğollar'ın mitolojik sayıları ise altı ve altmıştır. Destanda altmış yerine yetmiş sayısına yer verilmesi, bu efsanenin Moğolca bir metinden öğrenilmemiş olduğunu, Türkler'e ait olduğunu gösterir. Mağaralar, Türk mitolojisinde ve Türk halk düşüncesinde önemli bir yer tutarlar. Bu, yalnızca Göktürk efsanelerinde, Bozkurt ve Ergenekon destanlarında değil, Anadolu'daki masallarda da böyledir.
Göktürk efsanelerinin, «Bozkurt» ve «Ergenekon» destanlarındaki motiflerin ufak değişikliklere uğramış örneklerini, Anadolu efsanelerinde de bulabiliriz. Hatta islami hikayelerde bile: Bir Anadolu efsanesinde Muhammed Hanefi (Hz. Ali'nin Hz. Fatma'dan sonra evlendiği ve bu evlilikten olan dört çocuğundan biridir. Diğer Çocukları; ise Ümmü Gülsüm, Zeynep ve Kasım'dır), önüne çıkan bir geyiği kovalar. Geyik bir mağaradan içeri girer. Muhammed Hanefi de geyiğin arkasından mağaraya girer. Mağaradan geçerek büyük bir ovaya varır ve burada Mine Hatun'la karşılaşır. Dikkat edilirse, bu Anadolu efsanesindeki mağara, Bozkurt'un hayatta kalan tek Türk gencini götürdüğü mağaranın ve mağaradan çıkılan ova da yine «Bozkurt» Destanı'ndaki kurdun, yaşayan tek Türk gencini mağaradan geçerek götürdüğü ovanın aynısıdır. Ayrıca yine bu ova, «Ergenekon» Destanı'ndaki Kayı ile Tokuz Oguz'un yurt tuttukları ovanın aynısıdır.
Altay Türkleri'nin efsanelerinde de «Bozkurt» ve «Ergenekon» destanlarının izlerini görmek mümkündür. Bir Altay efsanesinde, bir bahadır avlanırken karşısına çıkan geyiği kovalamağa başlar. En sonunda bir Bakır-Dağ'ın önüne gelirler. Baştan başa bakırdan yapılmış olan dağ birden açılır ve geyik açılan delikten içeri girer. Genç bahadır da geyiği izler. Az sonra geyik kaybolur. Efsanenin devamında bahadır türlü canavarla, iyi yürekli yaşlı kişilerle, çok güzel kızlarla karşılaşır. Bu Altay efsanesinde de aynı mağara ve mağaradan geçilerek ulaşılan ova motifleri vardır ve bu Altay efsanesi, Muhammed Hanefi'nin efsanesine belirgin bir biçimde benzemektedir. Altay masal ve efsanelerinde bu tür öykülerin daha mitolojik biçimde olanları da vardır.
***
Asya Büyük Hun Devleti'nde, bizzat Hun hakanının başkanlık ettiği törenler vardır. Bu törenlerden en önemlisinde, devletin ileri gelenleri toplanarak Ata Mağarası'na giderler ve orada, hakanın başkanlığında dini törenler yapılır, atalara saygı gösterilir. Aynı törenler, Göktürk Devleti'nde de yapılagelmiştir. Bu adı geçen Ata Mağarası, Bozkurt'un Türk gencini düşmandan kaçırıp sakladığı ve Ergenekon'a ulaştırdığı mağaradır. Ancak bugün, bu mağaranın yeri bilinmiyor. Tabgaçlar da kayaları mağara biçiminde oyarlar ve burada yere, göğe, ata ruhlarına kurban sunarlardı. Bu kurban töreninden sonra da, çevreye kayın ağaçları dikilir, o bölgede kutsal bir orman oluşturulurdu. Asıl önemli olan nokta ise, bütün milletçe bunlara inanılması ve devletin de bu efsaneye saygı göstermesidir. Ayrıca, Aybek üd-Devâdârî'nin anlattığı, Türkler'in kökenine ilişkin «Ay Ata Efsanesi»'nde de mağara ve mağarada türeme motifi vardır. Bu efsanede de, Türkler'in ilk atası olan Ay Ata, bir mağarada meydana gelir. «Ay Ata Efsanesi»'ndeki mağara, ilk ataya bir ana rahmi görevi görmüştür.
«Ergenekon» Destan'ı, Türkler'in yüzyıllarca çift sürerek, av avlayarak, maden işleyerek yaşayıp çoğaldıkları, etrafı aşılmaz dağlarla çevrili kutsal toprakların öyküsüdür. «Ergenekon» Destanı'nın önemli bir çizgisi, Türkler'in demircilik geleneğidir. Maden işlemek, demirden ve en iyi çelikten silahlar yapmak, Eski Türkler'in doğal sanatı ve övüncü idi. Ergenekon Destanı'nda Türkler, demirden bir dağı eritmiş ve bunu yapan kahramanlarını da ölümsüzleştirmişlerdir. «Ergenekon» Destanı ilk kez, Cengiz Han'ın kurmuş olduğu Türk-Moğol Devleti'nin tarihçisi Reşideddin tarafından saptanmıştır. Reşideddin, «Câmi üt-Tevârih» adlı eserinde «Ergenekon» Destanı ile ilgili geniş bilgiler vermektedir. Fakat Reşideddin, – yukarıda da değinildiği gibi – bir Türk destanı olan Ergenekon Destanı'nı moğollaştırmıştır («Ergenekon» Destanı'nın nasıl moğollaştırıldığı hakkında Prof.Dr.Bahaeddin Ögel'in, «Türk Mitolojisi» adlı yapıtında geniş bilgiler vardır).
***
Ergenekon Destanı, Hıve hanı Ebulgazi Bahadır Han'ın 17.yy.da yazmış bulunduğu «Şecere-Türk» (Türkler'in Soy Kütüğü) adlı esere de kaydedilmiştir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Kurtuluş Savaşında'ki Anadolu'yu, «Ergenekon»'a benzeterek aynı adı taşıyan bir kitap yazmıştır. «Ergenekon» Destanı'nda Bozkurt, öteki Türk destanlarında da olduğu gibi, ön planda ve baş roldedir. Bu kez Türkler'e yol göstericilik, kılavuzluk yapmaktadır. Bir rivayete göre Türkler, Ergenekon'dan 9 Martta çıkmışlardır. Başka bir rivayet ise bu tarihi 21 Mart (Nevruz Bayramı) olarak verir. Öyle anlaşılıyor ki, Ergenekon'dan çıkış işlemleri 9 Martta başlamış, 21 Martta da tamamlanmıştır.
Kayıtlı Üye
Kaynak https://www.msxlabs.org/fo...
***
Kök Türk Devleti, MS 6.yy.dan itibaren bir cihan imparatorluğu olmuş ve 200 yıl yaşamıştır. Böyle büyük ve güçlü bir devletin, ilkel Moğollar'dan bir efsane alıp kökenlerini ona dayandırması mümkün değildir. Ayrıca, Ergenekon Destanı'nın ana motiflerinden biri, Demirci'dir. Destanda demirci, dağda demir madeni bulur ve Türkler bu demir madenini eriterek Bozkurt'un önderliğinde «Ergenekon»'dan çıkarlar. Unutmamak gerekir ki, Göktürkler'in ataları da demirci idiler. Onlar en iyi çelikleri işler, başka devletlere silah olarak satarlardı. Göktürkler'in ataları, demir cevherleriyle dolu dağların eteklerinde türemişler, demirleri eriterek yeryüzüne çıkmışlardı. Sonradan kendilerinin de demirci olmaları bundan ileri gelmektedir.
Göktürkler'in temel toprakları olan Altay ve Sayan dağları, zengin demir madenlerinin bulunduğu bir yerdi. Burada çıkan demirin yüksek cevherli olması ve Türkler tarafından mükemmel bir biçimde işlenmesi, çağın Türk savaş endüstrisinin en önemli özelliği idi. Göktürkler çağında Türkler'in işlettikleri demir ocakları ve dökümevleri bulunmuştur. Göktürkler demirden ürettikleri kılıç, kargı, bıçak gibi savaş araçlarının yanında yine demirden saban, kürek, orak gibi tarım araçlarını yapmakta da usta idiler. Oysa, Göktürklerden tam beş yüzyıl sonra, yine Türklerle birlikte olmak üzere bir devlet kuran Moğollar, demirciliği bilmezlerdi.
Cengiz Han zamanında Moğollar'a elçi olarak gönderilen Çin'deki Sung sülalesinin generali Men Hung, yazmış olduğu «Meng-Ta Pei-lu» adlı ünlü seyahatnamesinde, Moğollar'ın Cengiz Han'dan önce maden işlemeyi bilmediklerini, ok uçlarını bile kemikten yaptıklarını, Moğollar'a demir silahların Uygur Türkleri'nden geldiğini anlatmaktadır. Zaten Moğollar, demirciliği Uygur Türkleri'nden öğrenmişlerdir. Aslında demircilik, o çağın Moğol düşüncesine göre büyücülere özgü korkunç bir sanattı. Ayrıca Bozkurt, Türkler'in kutsal hayvanıdır. Moğollar'ın kutsal hayvanı köpektir.
***
«Ergenekon» Destanı'nda Türkler, Ergenekon ovasından çıkmak istediklerinde yol bulamazlar. Çare olarak da dağların demir madeni içeren bölümlerini eritip bir geçenek açmayı düşünürler. Demir madenini eritmek için dağların çevresine odun-kömür dizilir ve yetmiş deriden yetmiş körük yapılıp yetmiş yere konulur. Yedi ve yetmiş sayıları, dokuz ve katları ile birlikte, Türkler'in mitolojik sayılarındandır. Moğollar'ın mitolojik sayıları ise altı ve altmıştır. Destanda altmış yerine yetmiş sayısına yer verilmesi, bu efsanenin Moğolca bir metinden öğrenilmemiş olduğunu, Türkler'e ait olduğunu gösterir. Mağaralar, Türk mitolojisinde ve Türk halk düşüncesinde önemli bir yer tutarlar. Bu, yalnızca Göktürk efsanelerinde, Bozkurt ve Ergenekon destanlarında değil, Anadolu'daki masallarda da böyledir.
Göktürk efsanelerinin, «Bozkurt» ve «Ergenekon» destanlarındaki motiflerin ufak değişikliklere uğramış örneklerini, Anadolu efsanelerinde de bulabiliriz. Hatta islami hikayelerde bile: Bir Anadolu efsanesinde Muhammed Hanefi (Hz. Ali'nin Hz. Fatma'dan sonra evlendiği ve bu evlilikten olan dört çocuğundan biridir. Diğer Çocukları; ise Ümmü Gülsüm, Zeynep ve Kasım'dır), önüne çıkan bir geyiği kovalar. Geyik bir mağaradan içeri girer. Muhammed Hanefi de geyiğin arkasından mağaraya girer. Mağaradan geçerek büyük bir ovaya varır ve burada Mine Hatun'la karşılaşır. Dikkat edilirse, bu Anadolu efsanesindeki mağara, Bozkurt'un hayatta kalan tek Türk gencini götürdüğü mağaranın ve mağaradan çıkılan ova da yine «Bozkurt» Destanı'ndaki kurdun, yaşayan tek Türk gencini mağaradan geçerek götürdüğü ovanın aynısıdır. Ayrıca yine bu ova, «Ergenekon» Destanı'ndaki Kayı ile Tokuz Oguz'un yurt tuttukları ovanın aynısıdır.
Altay Türkleri'nin efsanelerinde de «Bozkurt» ve «Ergenekon» destanlarının izlerini görmek mümkündür. Bir Altay efsanesinde, bir bahadır avlanırken karşısına çıkan geyiği kovalamağa başlar. En sonunda bir Bakır-Dağ'ın önüne gelirler. Baştan başa bakırdan yapılmış olan dağ birden açılır ve geyik açılan delikten içeri girer. Genç bahadır da geyiği izler. Az sonra geyik kaybolur. Efsanenin devamında bahadır türlü canavarla, iyi yürekli yaşlı kişilerle, çok güzel kızlarla karşılaşır. Bu Altay efsanesinde de aynı mağara ve mağaradan geçilerek ulaşılan ova motifleri vardır ve bu Altay efsanesi, Muhammed Hanefi'nin efsanesine belirgin bir biçimde benzemektedir. Altay masal ve efsanelerinde bu tür öykülerin daha mitolojik biçimde olanları da vardır.
***
Asya Büyük Hun Devleti'nde, bizzat Hun hakanının başkanlık ettiği törenler vardır. Bu törenlerden en önemlisinde, devletin ileri gelenleri toplanarak Ata Mağarası'na giderler ve orada, hakanın başkanlığında dini törenler yapılır, atalara saygı gösterilir. Aynı törenler, Göktürk Devleti'nde de yapılagelmiştir. Bu adı geçen Ata Mağarası, Bozkurt'un Türk gencini düşmandan kaçırıp sakladığı ve Ergenekon'a ulaştırdığı mağaradır. Ancak bugün, bu mağaranın yeri bilinmiyor. Tabgaçlar da kayaları mağara biçiminde oyarlar ve burada yere, göğe, ata ruhlarına kurban sunarlardı. Bu kurban töreninden sonra da, çevreye kayın ağaçları dikilir, o bölgede kutsal bir orman oluşturulurdu. Asıl önemli olan nokta ise, bütün milletçe bunlara inanılması ve devletin de bu efsaneye saygı göstermesidir. Ayrıca, Aybek üd-Devâdârî'nin anlattığı, Türkler'in kökenine ilişkin «Ay Ata Efsanesi»'nde de mağara ve mağarada türeme motifi vardır. Bu efsanede de, Türkler'in ilk atası olan Ay Ata, bir mağarada meydana gelir. «Ay Ata Efsanesi»'ndeki mağara, ilk ataya bir ana rahmi görevi görmüştür.
«Ergenekon» Destan'ı, Türkler'in yüzyıllarca çift sürerek, av avlayarak, maden işleyerek yaşayıp çoğaldıkları, etrafı aşılmaz dağlarla çevrili kutsal toprakların öyküsüdür. «Ergenekon» Destanı'nın önemli bir çizgisi, Türkler'in demircilik geleneğidir. Maden işlemek, demirden ve en iyi çelikten silahlar yapmak, Eski Türkler'in doğal sanatı ve övüncü idi. Ergenekon Destanı'nda Türkler, demirden bir dağı eritmiş ve bunu yapan kahramanlarını da ölümsüzleştirmişlerdir. «Ergenekon» Destanı ilk kez, Cengiz Han'ın kurmuş olduğu Türk-Moğol Devleti'nin tarihçisi Reşideddin tarafından saptanmıştır. Reşideddin, «Câmi üt-Tevârih» adlı eserinde «Ergenekon» Destanı ile ilgili geniş bilgiler vermektedir. Fakat Reşideddin, – yukarıda da değinildiği gibi – bir Türk destanı olan Ergenekon Destanı'nı moğollaştırmıştır («Ergenekon» Destanı'nın nasıl moğollaştırıldığı hakkında Prof.Dr.Bahaeddin Ögel'in, «Türk Mitolojisi» adlı yapıtında geniş bilgiler vardır).
***
Ergenekon Destanı, Hıve hanı Ebulgazi Bahadır Han'ın 17.yy.da yazmış bulunduğu «Şecere-Türk» (Türkler'in Soy Kütüğü) adlı esere de kaydedilmiştir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Kurtuluş Savaşında'ki Anadolu'yu, «Ergenekon»'a benzeterek aynı adı taşıyan bir kitap yazmıştır. «Ergenekon» Destanı'nda Bozkurt, öteki Türk destanlarında da olduğu gibi, ön planda ve baş roldedir. Bu kez Türkler'e yol göstericilik, kılavuzluk yapmaktadır. Bir rivayete göre Türkler, Ergenekon'dan 9 Martta çıkmışlardır. Başka bir rivayet ise bu tarihi 21 Mart (Nevruz Bayramı) olarak verir. Öyle anlaşılıyor ki, Ergenekon'dan çıkış işlemleri 9 Martta başlamış, 21 Martta da tamamlanmıştır.
Kayıtlı Üye
Kaynak https://www.msxlabs.org/fo...

Türk Destanları - Ergenekon Destanı
Ergenekon Destanı Türklerin türeyişlerini ve çoğalmalarını anlatan destan. Ergene (sarp) ve kon (dağ beli, yamaç) ... Edebiyat forumu 'Türk Destanları - Ergenekon Destanı' konusu.
https://www.msxlabs.org/forum/edebiyat/14284-turk-destanlari-ergenekon-destani.html
1 ay önce
NİYE GENÇ OSMAN’IN TORUNUYUM DİYEMİYORSUN ?
ÇÜNKÜ ;
ONU BİR AY GECELİ GÜNDÜZLÜ TECAVÜZ ETTİKTEN SONRA BOĞANLAR SENİN DEDELERİNDİ !....
BEN TÜRK’ÜM DİYEMEZSİN. ÇÜNKÜ SEN TÜRK DEĞİLSİN.
SEN NE DERSİN. ANCAK VE ANCAK BEN OSMANLI TORUNUYUM
DERSİN.
İYİ DE, OSMANLININ İÇİNDE KAVM-İ SADIKA DEDİKLERİ, ERMENİLER DE BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ,
KAVM-İ NECİP DEDİKLERİ ARAPLAR DA ,
BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ,
GENÇ OSMANI ; BOĞAN, TECAVÜZ EDEN YENİÇERİLERİN TORUNLA
RI DA, BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ.
SIRP, HIRVAT, RUM, RUS, VEZİRLERİN, PAŞALARIN SADRAZAMLARIN
ÇOCUKLARI, TORUNLARI DA
BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ.
ANADOLU'DA 100 000 TÜRKMENİN BAŞINI KESTİREREK KUYULARA
DOLDURAN HIRVAT SADRAZAM KUYUCU MURATIN ÇOCUKLARI DA BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ.
AMA !
BUNLARDAN HİÇ BİRİSİ BEN TÜRKÜM DİYEMİYOR, SENİN GİBİ.
ÇÜNKÜ BUNLARIN HİÇBİRİSİ DE TÜRK DEĞİLDİ, TIPKI SENİN GİBİ.
SEN ; BEN OSMANLININ TORUNUYUM DERKEN ;
KENDİ OĞLU MUSTAFAYI VE TORUNLARINI GÖZÜNÜ KIRPMADAN
ÖLDÜREN, ANADOLU'DA HAKKINI ARAYAN TÜRKMENLERİ, HIRVAT
SADRAZAMI KUYUCU MURAT MARİFETİYLE KAFALARINI KESTİREREK KUYULARA DOLDURTAN, ZAMANINDA TÜRKÇE, RUMCA VE HIRVATÇANIN ORTAKDİL OLARAK KULLANILDIĞI DEVLETTE GÖREV ALMAK VE YÜKSELMENİN TEK ŞARTININ MÜSLÜMAN VE
TÜRK OLMAMAK OLDUĞU DÖNEMİN PADİŞAHI KANUNİ’NİN TORUNUYUZ DER, ADINI DA HER YERLERE VERİRSİNİZ.
YA DA;
MISIRA SEFERE GİDERKEN ANADOLUDA 40 000 TÜRKMENİ KILIÇTAN GEÇİREN, HALİFELİĞİ ALDIKTAN SONRA, ARAP EŞARİ DİN ADAMLARINI YURDUMUZA GETİREREK, AKLA DAYALI MATURİDİ
İNANCIMIZI ORTADAN KALDIRAN, DOĞU DA BABA KURTHAN GİBİ
TÜRK AŞİRETLERİNİN ADINI BABA KÜRDİ DİYE DEGİŞTİREREK VE
İLK DEFA O BÖLGEMİZE KÜRDİSTAN DİYEN, ALEVİ SUNNİ, TÜRK
KÜRT BÖLÜNMESİNİ YAPIP O GÜN BUGÜNDÜR KARDEŞ KANI DÖKÜLMESİNİN BAŞ SORUMLULARINDAN OLAN YAVUZ SULTAN
SELİM’İN TORUNUYUZ DERSİNİZ. İSMİNİ DE HERYERE KUTSAL BİR ŞEYMİŞ GİBİ VERİRSİNİZ.
ÇÜNKÜ AYNI ÇİZGİDESİNİZ ONLARIN İZİNDESİNİZ. ONLAR TÜRK
MİLLETİNE NE YAPTILARSA, NASIL BAKTILARSA SİZDE AYNISINI
YAPMAK İÇİN YANIP TUTUŞUYORSUNUZ.
AMA!
SULTAN II OSMAN’I YANİ “GENÇ OSMAN”I HİÇ TANIMAZSINIZ.
ONUN TORUNU DA DEĞİLSİNİZ, O'NUN ADINI DA ÖYLE HAR YERE
VERMEZSİNİZ.
ÇÜNKÜ ;
O TÜRKÇÜ İDİ. ÇÜNKÜ O AVRUPALILARIN 168 YIL SONRA FRANSIZ İHTİLALİ İLE GÖREBİLDİKLERİ MİLLET GERÇEĞİNİ,
O ,1621 YILINDA DÜNYA GÜNDEMİNE SOKMAYA ÇALIŞIYORDU.
O SANKİ “TÜRK AYDINLANMASINI SAĞLAMAK İSTİYORDU. EĞER
BAŞARSAYDI, OSMANLI DEVLETİ, ÇAĞIN İLERİSİNDE BİR ZİHNİYET TEMSİLCİSİ OLABİLİRDİ.”
PEKİ NE YAPMAK İSTİYORDU GENÇ OSMAN ?
-ÖNCELİKLE “SOYSUZ YENİÇERİLERİ YOK EDİP, YERİNE ANADOLU TÜRK'ÜNÜ DOLDURMAK.
-DÖNME VE DEVŞİRMELERİN KÖKÜNÜ KURUTMAK.
-FİTNE KAYNAĞI YABANCI KADINLARLA DOLU HAREM’İ ORTADAN KALDIRIP, SARAY’A TÜRKTEN BAŞKA KADIN SOKMAMAK
-DEVLET MERKEZİNİ TÜRKLÜĞÜN BAĞRINA, ANADOLUYA TAŞIMAK.
-DİN ADAMLARINI DEVLET İŞLERİNE KARIŞTIRMAMAK.
-SARAY GELENEKLERİNİ, KIYAFETLERİNİ, ESKİYEN KANUNLARI DEĞİŞTİRMEK.
YALNIZ GENÇ OSMANIN BU DÜŞÜNCELERİ, SOYSUZ YENİÇERİLER
TARAFINDAN ÖĞRENİLMİŞTİ. BUNUN ÜZERİNE O SOYSUZLAR
HEM PADİŞAH, HEM HALİFELERİ OLAN GENÇ OSMANI YAKALAYIP ORTA CAMİ AVLUSUNA GETİRDİLER. SONRA DA ÇIRIL ÇIPLAK SOYUP BİR AT ARABASINA BİNDİREREK, ÇOK ÇİRKİN HAREKETLERLE YEDİKULE ZİNDANLARINA GÖTÜRDÜLER. ZİNDANDA GERÇEKTEN
ÇOK ÇİRKİN HAREKETLERDE BULUNARAK ÇİRKİN TECAVÜZLERDE
BULUNDULAR. DAHA SONRA BOĞAZINA İP TAKARAK ÖLDÜRDÜLER.
GENÇ OSMAN’IN 1621’DE YAPMAK İSTEYİPTE YAPAMADIKLARININ
TAMAMINI BÜYÜK ATATÜRK 302 YIL SONRA GERÇEKLEŞTİRDİ.
ATATÜRK BU YAPTIKLARI İLE GENÇ OSMAN’INDA İNTİKAMINI
ALMIŞ OLUYORDU.
ŞİMDİ.
O GÜN GENÇ OSMAN’A KİMLER ŞEREFSİZCE SALDIRARAK O ŞEREFSİZLİKLERİ YAPARAK CANINI ALMIŞLARSA,
BU GÜN DE;
BÜYÜK ATATÜRK’E ŞEREFSİZCE SALDIRANLAR, O ŞEREFSİZLERİN ŞEREFSİZ KÖKSÜZ TORUNLARIDIR.
Nejat Gölbaşı alıntı
ÇÜNKÜ ;
ONU BİR AY GECELİ GÜNDÜZLÜ TECAVÜZ ETTİKTEN SONRA BOĞANLAR SENİN DEDELERİNDİ !....
BEN TÜRK’ÜM DİYEMEZSİN. ÇÜNKÜ SEN TÜRK DEĞİLSİN.
SEN NE DERSİN. ANCAK VE ANCAK BEN OSMANLI TORUNUYUM
DERSİN.
İYİ DE, OSMANLININ İÇİNDE KAVM-İ SADIKA DEDİKLERİ, ERMENİLER DE BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ,
KAVM-İ NECİP DEDİKLERİ ARAPLAR DA ,
BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ,
GENÇ OSMANI ; BOĞAN, TECAVÜZ EDEN YENİÇERİLERİN TORUNLA
RI DA, BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ.
SIRP, HIRVAT, RUM, RUS, VEZİRLERİN, PAŞALARIN SADRAZAMLARIN
ÇOCUKLARI, TORUNLARI DA
BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ.
ANADOLU'DA 100 000 TÜRKMENİN BAŞINI KESTİREREK KUYULARA
DOLDURAN HIRVAT SADRAZAM KUYUCU MURATIN ÇOCUKLARI DA BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ.
AMA !
BUNLARDAN HİÇ BİRİSİ BEN TÜRKÜM DİYEMİYOR, SENİN GİBİ.
ÇÜNKÜ BUNLARIN HİÇBİRİSİ DE TÜRK DEĞİLDİ, TIPKI SENİN GİBİ.
SEN ; BEN OSMANLININ TORUNUYUM DERKEN ;
KENDİ OĞLU MUSTAFAYI VE TORUNLARINI GÖZÜNÜ KIRPMADAN
ÖLDÜREN, ANADOLU'DA HAKKINI ARAYAN TÜRKMENLERİ, HIRVAT
SADRAZAMI KUYUCU MURAT MARİFETİYLE KAFALARINI KESTİREREK KUYULARA DOLDURTAN, ZAMANINDA TÜRKÇE, RUMCA VE HIRVATÇANIN ORTAKDİL OLARAK KULLANILDIĞI DEVLETTE GÖREV ALMAK VE YÜKSELMENİN TEK ŞARTININ MÜSLÜMAN VE
TÜRK OLMAMAK OLDUĞU DÖNEMİN PADİŞAHI KANUNİ’NİN TORUNUYUZ DER, ADINI DA HER YERLERE VERİRSİNİZ.
YA DA;
MISIRA SEFERE GİDERKEN ANADOLUDA 40 000 TÜRKMENİ KILIÇTAN GEÇİREN, HALİFELİĞİ ALDIKTAN SONRA, ARAP EŞARİ DİN ADAMLARINI YURDUMUZA GETİREREK, AKLA DAYALI MATURİDİ
İNANCIMIZI ORTADAN KALDIRAN, DOĞU DA BABA KURTHAN GİBİ
TÜRK AŞİRETLERİNİN ADINI BABA KÜRDİ DİYE DEGİŞTİREREK VE
İLK DEFA O BÖLGEMİZE KÜRDİSTAN DİYEN, ALEVİ SUNNİ, TÜRK
KÜRT BÖLÜNMESİNİ YAPIP O GÜN BUGÜNDÜR KARDEŞ KANI DÖKÜLMESİNİN BAŞ SORUMLULARINDAN OLAN YAVUZ SULTAN
SELİM’İN TORUNUYUZ DERSİNİZ. İSMİNİ DE HERYERE KUTSAL BİR ŞEYMİŞ GİBİ VERİRSİNİZ.
ÇÜNKÜ AYNI ÇİZGİDESİNİZ ONLARIN İZİNDESİNİZ. ONLAR TÜRK
MİLLETİNE NE YAPTILARSA, NASIL BAKTILARSA SİZDE AYNISINI
YAPMAK İÇİN YANIP TUTUŞUYORSUNUZ.
AMA!
SULTAN II OSMAN’I YANİ “GENÇ OSMAN”I HİÇ TANIMAZSINIZ.
ONUN TORUNU DA DEĞİLSİNİZ, O'NUN ADINI DA ÖYLE HAR YERE
VERMEZSİNİZ.
ÇÜNKÜ ;
O TÜRKÇÜ İDİ. ÇÜNKÜ O AVRUPALILARIN 168 YIL SONRA FRANSIZ İHTİLALİ İLE GÖREBİLDİKLERİ MİLLET GERÇEĞİNİ,
O ,1621 YILINDA DÜNYA GÜNDEMİNE SOKMAYA ÇALIŞIYORDU.
O SANKİ “TÜRK AYDINLANMASINI SAĞLAMAK İSTİYORDU. EĞER
BAŞARSAYDI, OSMANLI DEVLETİ, ÇAĞIN İLERİSİNDE BİR ZİHNİYET TEMSİLCİSİ OLABİLİRDİ.”
PEKİ NE YAPMAK İSTİYORDU GENÇ OSMAN ?
-ÖNCELİKLE “SOYSUZ YENİÇERİLERİ YOK EDİP, YERİNE ANADOLU TÜRK'ÜNÜ DOLDURMAK.
-DÖNME VE DEVŞİRMELERİN KÖKÜNÜ KURUTMAK.
-FİTNE KAYNAĞI YABANCI KADINLARLA DOLU HAREM’İ ORTADAN KALDIRIP, SARAY’A TÜRKTEN BAŞKA KADIN SOKMAMAK
-DEVLET MERKEZİNİ TÜRKLÜĞÜN BAĞRINA, ANADOLUYA TAŞIMAK.
-DİN ADAMLARINI DEVLET İŞLERİNE KARIŞTIRMAMAK.
-SARAY GELENEKLERİNİ, KIYAFETLERİNİ, ESKİYEN KANUNLARI DEĞİŞTİRMEK.
YALNIZ GENÇ OSMANIN BU DÜŞÜNCELERİ, SOYSUZ YENİÇERİLER
TARAFINDAN ÖĞRENİLMİŞTİ. BUNUN ÜZERİNE O SOYSUZLAR
HEM PADİŞAH, HEM HALİFELERİ OLAN GENÇ OSMANI YAKALAYIP ORTA CAMİ AVLUSUNA GETİRDİLER. SONRA DA ÇIRIL ÇIPLAK SOYUP BİR AT ARABASINA BİNDİREREK, ÇOK ÇİRKİN HAREKETLERLE YEDİKULE ZİNDANLARINA GÖTÜRDÜLER. ZİNDANDA GERÇEKTEN
ÇOK ÇİRKİN HAREKETLERDE BULUNARAK ÇİRKİN TECAVÜZLERDE
BULUNDULAR. DAHA SONRA BOĞAZINA İP TAKARAK ÖLDÜRDÜLER.
GENÇ OSMAN’IN 1621’DE YAPMAK İSTEYİPTE YAPAMADIKLARININ
TAMAMINI BÜYÜK ATATÜRK 302 YIL SONRA GERÇEKLEŞTİRDİ.
ATATÜRK BU YAPTIKLARI İLE GENÇ OSMAN’INDA İNTİKAMINI
ALMIŞ OLUYORDU.
ŞİMDİ.
O GÜN GENÇ OSMAN’A KİMLER ŞEREFSİZCE SALDIRARAK O ŞEREFSİZLİKLERİ YAPARAK CANINI ALMIŞLARSA,
BU GÜN DE;
BÜYÜK ATATÜRK’E ŞEREFSİZCE SALDIRANLAR, O ŞEREFSİZLERİN ŞEREFSİZ KÖKSÜZ TORUNLARIDIR.
Nejat Gölbaşı alıntı
1 ay önce
Bunu Biliyor muydunuz?
Çerkesler ya da Adigeler, Kuzey Kafkasya'da, tarihi Çerkesya'nın yerli halkı olan etnik grup. Rus İmparatorluğu tarafından işlenen Çerkes Soykırımı'nın sonucunda Çerkeslerin çoğu öldürülmüş, kalanlar ise Osmanlı topraklarına sürülmüştür. Çerkesler Çerkesçe konuşur ve neredeyse tamamı Sünni Müslümandır.
Çerkesler ya da Adigeler (Çerkesçe: Адыгэхэр), Kuzey Kafkasya'da, tarihi Çerkesya'nın yerli halkı olan etnik grup.
Rus İmparatorluğu tarafından işlenen Çerkes Soykırımı'nın sonucunda Çerkeslerin çoğu öldürülmüş, kalanlar ise Osmanlı topraklarına sürülmüştür.
Çerkesler Çerkesçe konuşur ve neredeyse tamamı Sünni Müslümandır. Çerkesya eski zamanlardan beri istilalara maruz kalmıştır; izole edilmiş arazisi, bitmeyen savaşlarla birlikte Çerkes ulusal kimliğini büyük ölçüde etkilemiştir.
Çerkes bayrağı Çerkeslerin millî bayrağıdır ve yeşil zemin üzerinde dokuzu yay, üçü yatay şekilde on iki altunî yıldız ve üç çapraz oktan oluşur.
Çerkesler (Adığeler)
Адыгэхэр
Çerkes bayrağı ile çocuklar
Çerkeslerin yaşadığı ülkeler
Önemli nüfusa sahip bölgeler
Türkiye Türkiye
2.000.000 — 3.000.000
Rusya Rusya
751.487
Ürdün Ürdün
170.000
Suriye Suriye
100.000
Mısır Mısır
50.000
Almanya Almanya
40.000
Irak Irak
30.000
Suudi Arabistan Suudi Arabistan
15.000
Libya Libya
15.000
İran İran
10.000
Amerika Birleşik Devletleri ABD
9.000
İsrail İsrail
5.000
Özbekistan Özbekistan
1.257
Ukrayna Ukrayna
1.010
Polonya Polonya
1.000
Hollanda Hollanda
500
Diller
Çerkes dilleri
(Adigece ve Kabardeyce)
Türkçe, Rusça, Arapça, İbranice, İngilizce
Din
Çoğunluk:
İslam (Hanefi Sünni)
Azınlık:
Ortodoks Hristiyanlık
Çerkesler yerleştikleri bölgelerde önemli roller oynamışlardır: Türkiye'de Çerkesler geldikleri andan itibaren büyük roller üstlenmiş, Türk Kurtuluş Savaşında var olmuştur;
Ürdün'de başkent Amman'ı kurmuş ve ülkedeki neredeyse tüm önemli pozisyonlarda bulunmuşlardır; Suriye ve Libya'da orduda üst rütbelere sahiptirler; Mısır'ın kurucu unsurlarından biridirler.
Türkiye'de yaşayan Çerkesler ve diğer diaspora Çerkesleri Kafkasya'dan sürgün edilmeleri tarihini 21 Mayıs 1864 Çerkes Sürgünü ve Soykırımı Anma Günü olarak kabul etmektedirler.
Çerkesler ya da Adigeler, Kuzey Kafkasya'da, tarihi Çerkesya'nın yerli halkı olan etnik grup. Rus İmparatorluğu tarafından işlenen Çerkes Soykırımı'nın sonucunda Çerkeslerin çoğu öldürülmüş, kalanlar ise Osmanlı topraklarına sürülmüştür. Çerkesler Çerkesçe konuşur ve neredeyse tamamı Sünni Müslümandır.
Çerkesler ya da Adigeler (Çerkesçe: Адыгэхэр), Kuzey Kafkasya'da, tarihi Çerkesya'nın yerli halkı olan etnik grup.
Rus İmparatorluğu tarafından işlenen Çerkes Soykırımı'nın sonucunda Çerkeslerin çoğu öldürülmüş, kalanlar ise Osmanlı topraklarına sürülmüştür.
Çerkesler Çerkesçe konuşur ve neredeyse tamamı Sünni Müslümandır. Çerkesya eski zamanlardan beri istilalara maruz kalmıştır; izole edilmiş arazisi, bitmeyen savaşlarla birlikte Çerkes ulusal kimliğini büyük ölçüde etkilemiştir.
Çerkes bayrağı Çerkeslerin millî bayrağıdır ve yeşil zemin üzerinde dokuzu yay, üçü yatay şekilde on iki altunî yıldız ve üç çapraz oktan oluşur.
Çerkesler (Adığeler)
Адыгэхэр
Çerkes bayrağı ile çocuklar
Çerkeslerin yaşadığı ülkeler
Önemli nüfusa sahip bölgeler
Türkiye Türkiye
2.000.000 — 3.000.000
Rusya Rusya
751.487
Ürdün Ürdün
170.000
Suriye Suriye
100.000
Mısır Mısır
50.000
Almanya Almanya
40.000
Irak Irak
30.000
Suudi Arabistan Suudi Arabistan
15.000
Libya Libya
15.000
İran İran
10.000
Amerika Birleşik Devletleri ABD
9.000
İsrail İsrail
5.000
Özbekistan Özbekistan
1.257
Ukrayna Ukrayna
1.010
Polonya Polonya
1.000
Hollanda Hollanda
500
Diller
Çerkes dilleri
(Adigece ve Kabardeyce)
Türkçe, Rusça, Arapça, İbranice, İngilizce
Din
Çoğunluk:
İslam (Hanefi Sünni)
Azınlık:
Ortodoks Hristiyanlık
Çerkesler yerleştikleri bölgelerde önemli roller oynamışlardır: Türkiye'de Çerkesler geldikleri andan itibaren büyük roller üstlenmiş, Türk Kurtuluş Savaşında var olmuştur;
Ürdün'de başkent Amman'ı kurmuş ve ülkedeki neredeyse tüm önemli pozisyonlarda bulunmuşlardır; Suriye ve Libya'da orduda üst rütbelere sahiptirler; Mısır'ın kurucu unsurlarından biridirler.
Türkiye'de yaşayan Çerkesler ve diğer diaspora Çerkesleri Kafkasya'dan sürgün edilmeleri tarihini 21 Mayıs 1864 Çerkes Sürgünü ve Soykırımı Anma Günü olarak kabul etmektedirler.
1 ay önce
MEVALİ
2020 Yılı Mart Ayında Suudi Müftüsü: “Türk’ler Mevalidir, İslamı Temsil Edemezler” Diye Fetva Verdi...
Mevali Ne Demek?
İslamiyetten önce Araplar “Azad edilmiş kölelere” Mevali diyordu.
İslamiyetten sonra, Mevali kavramı, Arap olmayan Müslüman Milletler için kullanıldı. Kullanılıyor.
Arap geleneğine göre; Mevali'nin malı, parası, karısı, kızı Araba helal sayılıyor.
Mevaliden doğan çocuk veliaht olamıyor.
Arap tarihinde, Mevali denildiği zaman akla Türk’ler geliyor.
Türk’ler, islamiyet dünyaya indiği 612 yılından, üç asır sonra, 934 yılında Müslüman olmuşlardı.
Onlara göre Kuran “Mekke ve etrafında yaşayan insanları uyarmak için, arapça inmiş” bir kitaptı ve bu ayet ile sabitti. O dönemde, Mekke etrafında Araplar yaşadığına göre mekanın sahibi onlardı.
“Her millete bir peygamber gönderdik” şeklindeki Kuran hükmünü, Araplar, “Hz. Muhammed Araplar için gelmiş Peygamberdir” diye anladılar.
Arap olmayanların Müslümanlığını kabul etmediler.
Sonradan Müslüman olan başka milletleri MEVALİ diye tanımladılar.
Emevi döneminde başlayan, İslamdaki ayrıcalığa ilk karşı çıkan Hanefi Mezhebinin kurucusu Ebu Hanife (699-767) olmuştur. Büyük İmam diye tanımlanan Ebu Hanife, mevali geleneğine karşı çıkması yüzünden, arapların hışmına uğramıştır.
Sonradan Müslüman olan Türklerin Hanefi Mezhebini seçmeleri tesadüf değildir.
Mevali kavramı, sadece Emevilere mahsus değildi. Abbasiler’de aynı geleneği devam ettiriler. Bağdattaki Abbasi Halifesi, kendini kurtaran Selçuklu Sultanı Tuğrul Beye kızını vermedi. Gerekçe, Tuğrul Bey'in Türk olması ve Mevali sayılmasıydı.
Tarihin hiç bir döneminde, Araplar, Türklerin İslami liderliğini ve egemenliğini tanımadılar. İlk fırsatta Türklere karşı isyan ettiler...
Hilafeti temsil eden Osmanlıya karşı, İngilizlerle beraber savaşan Arap isyancılar binlerce Mehmetçiğimizin vahşice kanını akıttılar...
Bu anlayışın gerisinde MEVALİ geleneği yatıyordu...
Nitekim;
- Osmanlıya isyan eden Arapların başındaki isyancı Şerif Hüseyin İstanbul doğumluydu. Ve Haşimi soyundan geldiği için Mekke Şerifi tayin edilmişti. Hain Şerif Hüseyine göre, Türkler Mevali idi. Mevaliden Halife olamazdı...
Mevali'nin iktidarına karşı gelmek, İslama karşı durmak anlamına gelmezdi...
Bu anlayış, Arapların Türklere karşı isyan etmelerine yeterli gelmiştir...
-
2020 yılı Mart ayında Suudi Müftüsü: “Türkler mevalidir, İslamı temsil edemezler” diye fetva verdi...
Türklere karşı Suudilerin, Yunan tarafını tutması ve PKK'ya para yardımı yapmasının gerisinde Mevali anlayışı yatıyor...
Tarihin hiç bir döneminde Araplar (yöneticiler), Türkleri kendileri ile eşit Müslüman saymadılar...
Zira, Arap kültürüne göre, Mevali'nin iktidarı meşru sayılmıyor. Türkler ise ısrarla tüm bunlara rağmen Araplara layık olmadıkları sevgiyi göstermişler, siyasi ümmetcilik yaparak, arapları bile kendilerine güldürmüşlerdir...
Bu tarihi gerçeği her Türk insanı bilmeli, ona göre hareket etmelidir...
-Ramazan Kurtoğlu-
2020 Yılı Mart Ayında Suudi Müftüsü: “Türk’ler Mevalidir, İslamı Temsil Edemezler” Diye Fetva Verdi...
Mevali Ne Demek?
İslamiyetten önce Araplar “Azad edilmiş kölelere” Mevali diyordu.
İslamiyetten sonra, Mevali kavramı, Arap olmayan Müslüman Milletler için kullanıldı. Kullanılıyor.
Arap geleneğine göre; Mevali'nin malı, parası, karısı, kızı Araba helal sayılıyor.
Mevaliden doğan çocuk veliaht olamıyor.
Arap tarihinde, Mevali denildiği zaman akla Türk’ler geliyor.
Türk’ler, islamiyet dünyaya indiği 612 yılından, üç asır sonra, 934 yılında Müslüman olmuşlardı.
Onlara göre Kuran “Mekke ve etrafında yaşayan insanları uyarmak için, arapça inmiş” bir kitaptı ve bu ayet ile sabitti. O dönemde, Mekke etrafında Araplar yaşadığına göre mekanın sahibi onlardı.
“Her millete bir peygamber gönderdik” şeklindeki Kuran hükmünü, Araplar, “Hz. Muhammed Araplar için gelmiş Peygamberdir” diye anladılar.
Arap olmayanların Müslümanlığını kabul etmediler.
Sonradan Müslüman olan başka milletleri MEVALİ diye tanımladılar.
Emevi döneminde başlayan, İslamdaki ayrıcalığa ilk karşı çıkan Hanefi Mezhebinin kurucusu Ebu Hanife (699-767) olmuştur. Büyük İmam diye tanımlanan Ebu Hanife, mevali geleneğine karşı çıkması yüzünden, arapların hışmına uğramıştır.
Sonradan Müslüman olan Türklerin Hanefi Mezhebini seçmeleri tesadüf değildir.
Mevali kavramı, sadece Emevilere mahsus değildi. Abbasiler’de aynı geleneği devam ettiriler. Bağdattaki Abbasi Halifesi, kendini kurtaran Selçuklu Sultanı Tuğrul Beye kızını vermedi. Gerekçe, Tuğrul Bey'in Türk olması ve Mevali sayılmasıydı.
Tarihin hiç bir döneminde, Araplar, Türklerin İslami liderliğini ve egemenliğini tanımadılar. İlk fırsatta Türklere karşı isyan ettiler...
Hilafeti temsil eden Osmanlıya karşı, İngilizlerle beraber savaşan Arap isyancılar binlerce Mehmetçiğimizin vahşice kanını akıttılar...
Bu anlayışın gerisinde MEVALİ geleneği yatıyordu...
Nitekim;
- Osmanlıya isyan eden Arapların başındaki isyancı Şerif Hüseyin İstanbul doğumluydu. Ve Haşimi soyundan geldiği için Mekke Şerifi tayin edilmişti. Hain Şerif Hüseyine göre, Türkler Mevali idi. Mevaliden Halife olamazdı...
Mevali'nin iktidarına karşı gelmek, İslama karşı durmak anlamına gelmezdi...
Bu anlayış, Arapların Türklere karşı isyan etmelerine yeterli gelmiştir...
-
2020 yılı Mart ayında Suudi Müftüsü: “Türkler mevalidir, İslamı temsil edemezler” diye fetva verdi...
Türklere karşı Suudilerin, Yunan tarafını tutması ve PKK'ya para yardımı yapmasının gerisinde Mevali anlayışı yatıyor...
Tarihin hiç bir döneminde Araplar (yöneticiler), Türkleri kendileri ile eşit Müslüman saymadılar...
Zira, Arap kültürüne göre, Mevali'nin iktidarı meşru sayılmıyor. Türkler ise ısrarla tüm bunlara rağmen Araplara layık olmadıkları sevgiyi göstermişler, siyasi ümmetcilik yaparak, arapları bile kendilerine güldürmüşlerdir...
Bu tarihi gerçeği her Türk insanı bilmeli, ona göre hareket etmelidir...
-Ramazan Kurtoğlu-
1 ay önce
Osman Gazi’nin vasiyeti, Orhan Gazi’nin zaferi ile Osmanlı’nın ilk başkenti, 6 padişahın hüküm sürdüğü, 20 şehzadeye ev sahipliği yapan, alimler ve evliyalar şehri Bursa...Fethi’nin 699.Yıl Dönümü Kutlu olsun!..
2 ay önce
Tarihte kurulan uzun yıllar bağımsız kalabilen Türk Devletleri :
1. Osmanlı Türk Cihan Devleti ; 1299-1922 arası 622 yıl
2. Bugünkü Doğu Türkistan'ın Turfan-Kumul bölgesinde kurulan İDİKUT Uygur devleti 744- 1335 arası 591 yıl.
1. Osmanlı Türk Cihan Devleti ; 1299-1922 arası 622 yıl
2. Bugünkü Doğu Türkistan'ın Turfan-Kumul bölgesinde kurulan İDİKUT Uygur devleti 744- 1335 arası 591 yıl.
2 ay önce
Ölümünün yıldönümünde Topal Osman Ağa’yı saygı ve minnetle anıyoruz.
(2 Nisan 1923)
“Vatan bizden görev bekler!”
(2 Nisan 1923)
“Vatan bizden görev bekler!”
2 ay önce
MUSUL, KERKÜK SATILDI DİYENLER OKUSUN
1920 SONRASI;
İNGİLİZ, FRANSIZ, RUS VE ERMENİ DESTEKLİ KÜRT İSYANLARI...
Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesinin ardından, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde kurulan, Türkiye Cumhuriyeti döneminde de Kürt İsyanları değişik sebepleri ileri sürerek devam etmiştir.
Cumhuriyet döneminde meydana gelen bu isyanlar, dönemin hükümetleri tarafından sert bir biçimde engellenmiş ve isyanların ülkeye zarar vermeleri önlenmiştir. 1920 ‘den başlamak üzere Cumhuriyet döneminde, belli başlı Kürt isyanlarını tarih sırasına göre şöyle sıralamak mümkündür.
- Milli Aşiret Ayaklanması (1 Haziran – 8 Eylül 1920)
- Cemil Çeto İsyanı (7 Haziran 1920)
- Koçkiri İsyanı (6 Mart – 17 Haziran 1921)
- Nasturi Ayaklanması (7 Ağustos – 26 Eylül 1924)
- Beytüşşebeb İsyanı (4 Eylül 1924, Ali Rıza, İhsan Nuri)
- Şıh Sait İsyanı (13 Şubat – 30 Mayıs 1925 -Nehri İsyanı (10 Haziran 1925)
- Rişkoti ve Raman Tedip Harekatı (9-12 Ağustos 1925, Batman)
- Birinci Sason İsyanı (Kasım 1925, Diyarbakır, Batman)
- Hazro İsyanı (21 Ocak 1926, Diyarbakır)
- Birinci Ağrı Harekatı (16 Mayıs – 17 Haziran 1926)
- Koçuşağı İsyanı (7 Ekim – 30 Kasım 1926)
- Mutki İsyanı (26 Mayıs – 25 Ağustos 1927, Mutki)
- İkinci Ağrı Harekatı (13 – 20 Eylül 1927
- Bical Tenkil Harekatı 7 Ekim – 17 Kasım 1927, Bicar)
- Resul İsyanı (22 Mayıs – 3 Ağustos 1929)
- Tendürek Harekatı (14 – 27 Eylül 1929, Tendürek)
- Savur Tenkil Harekatı (20 Mayıs – 9 Haziran 1930, Savur)
- Zeylan İsyanı (20 Haziran – Eylül 1930, Zeylan)
- Üçüncü Ağrı Harekatı (7 – 14 Eylül 1930)
- Oramar (Hakkari) Ayaklanması (İsyanı 16 Temmuz – 10 Ekim 1930)
- Şıh Mahmut Berzenci İsyancı (Eylül 1930, Irak)
- Pülümür Harekatı (8 Ekim – 14 Kasım 1930, Pülümür)
-Şıh Ahmet Barzani İsyanı (Kasım 1931, Irak)
- Buban Aşireti İsyanı (1934)
- İkinci Sason İsyanı (Ocak 1937, Diyarbakır, Batman)
- Dersim (Tunceli) İsyanı (21 Mart 1937, Seyit Rıza)
Cumhuriyet döneminde meydana gelen bu isyanlar, ülkenin ilerlemesinin önünde büyük engeller oluşturmuştur. Bölgeyi kendisi açısından Musul Petrollerinin varlığı sebebiyle vazgeçilmez olarak niteleyen İngiltere başta olmak üzere diğer Batılı devletler buraya birçok ajan göndermişlerdir.
Kaynak: Turan Bozkurt, Atatürk’ün Doğu Politikası ve Kürt İsyanları.
***
ADINA “KÜRT İSYANLARI” DEDİLER!
Yıl 1907:
Şeyh 2'nci Abdusselam Barzani tam yedi yıl boyunca Osmanlı'ya isyan etmiş, ama adı isyanlar listesinde yok.
Yıl 1925.
Şeyh Abdullah, Şemdinli'de taburumuza saldırmış, subaylarımızı infaz etmiş, ama onun da adı isyanlar listesinde yok.
Yıl 1930;
Molla Mustafa Barzani, Dağlıca'da bir bölüğümüze saldırmış, dört şehidimiz var, üstelik halkı ayaklandırmış, ama onun da adı isyanlar listesinde yok.
Anlaşılan o ki;
Barzani olunca isyan olmuyor, ama Barzani olunca adı Kürt oluyor.
Bu Barzani Kürt değilse; Kürt üzerinden isyan çıkartanlar kimdi?
ERDAL SARIZEYBEK,
14 Kasım 2013
1920 SONRASI;
İNGİLİZ, FRANSIZ, RUS VE ERMENİ DESTEKLİ KÜRT İSYANLARI...
Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesinin ardından, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde kurulan, Türkiye Cumhuriyeti döneminde de Kürt İsyanları değişik sebepleri ileri sürerek devam etmiştir.
Cumhuriyet döneminde meydana gelen bu isyanlar, dönemin hükümetleri tarafından sert bir biçimde engellenmiş ve isyanların ülkeye zarar vermeleri önlenmiştir. 1920 ‘den başlamak üzere Cumhuriyet döneminde, belli başlı Kürt isyanlarını tarih sırasına göre şöyle sıralamak mümkündür.
- Milli Aşiret Ayaklanması (1 Haziran – 8 Eylül 1920)
- Cemil Çeto İsyanı (7 Haziran 1920)
- Koçkiri İsyanı (6 Mart – 17 Haziran 1921)
- Nasturi Ayaklanması (7 Ağustos – 26 Eylül 1924)
- Beytüşşebeb İsyanı (4 Eylül 1924, Ali Rıza, İhsan Nuri)
- Şıh Sait İsyanı (13 Şubat – 30 Mayıs 1925 -Nehri İsyanı (10 Haziran 1925)
- Rişkoti ve Raman Tedip Harekatı (9-12 Ağustos 1925, Batman)
- Birinci Sason İsyanı (Kasım 1925, Diyarbakır, Batman)
- Hazro İsyanı (21 Ocak 1926, Diyarbakır)
- Birinci Ağrı Harekatı (16 Mayıs – 17 Haziran 1926)
- Koçuşağı İsyanı (7 Ekim – 30 Kasım 1926)
- Mutki İsyanı (26 Mayıs – 25 Ağustos 1927, Mutki)
- İkinci Ağrı Harekatı (13 – 20 Eylül 1927
- Bical Tenkil Harekatı 7 Ekim – 17 Kasım 1927, Bicar)
- Resul İsyanı (22 Mayıs – 3 Ağustos 1929)
- Tendürek Harekatı (14 – 27 Eylül 1929, Tendürek)
- Savur Tenkil Harekatı (20 Mayıs – 9 Haziran 1930, Savur)
- Zeylan İsyanı (20 Haziran – Eylül 1930, Zeylan)
- Üçüncü Ağrı Harekatı (7 – 14 Eylül 1930)
- Oramar (Hakkari) Ayaklanması (İsyanı 16 Temmuz – 10 Ekim 1930)
- Şıh Mahmut Berzenci İsyancı (Eylül 1930, Irak)
- Pülümür Harekatı (8 Ekim – 14 Kasım 1930, Pülümür)
-Şıh Ahmet Barzani İsyanı (Kasım 1931, Irak)
- Buban Aşireti İsyanı (1934)
- İkinci Sason İsyanı (Ocak 1937, Diyarbakır, Batman)
- Dersim (Tunceli) İsyanı (21 Mart 1937, Seyit Rıza)
Cumhuriyet döneminde meydana gelen bu isyanlar, ülkenin ilerlemesinin önünde büyük engeller oluşturmuştur. Bölgeyi kendisi açısından Musul Petrollerinin varlığı sebebiyle vazgeçilmez olarak niteleyen İngiltere başta olmak üzere diğer Batılı devletler buraya birçok ajan göndermişlerdir.
Kaynak: Turan Bozkurt, Atatürk’ün Doğu Politikası ve Kürt İsyanları.
***
ADINA “KÜRT İSYANLARI” DEDİLER!
Yıl 1907:
Şeyh 2'nci Abdusselam Barzani tam yedi yıl boyunca Osmanlı'ya isyan etmiş, ama adı isyanlar listesinde yok.
Yıl 1925.
Şeyh Abdullah, Şemdinli'de taburumuza saldırmış, subaylarımızı infaz etmiş, ama onun da adı isyanlar listesinde yok.
Yıl 1930;
Molla Mustafa Barzani, Dağlıca'da bir bölüğümüze saldırmış, dört şehidimiz var, üstelik halkı ayaklandırmış, ama onun da adı isyanlar listesinde yok.
Anlaşılan o ki;
Barzani olunca isyan olmuyor, ama Barzani olunca adı Kürt oluyor.
Bu Barzani Kürt değilse; Kürt üzerinden isyan çıkartanlar kimdi?
ERDAL SARIZEYBEK,
14 Kasım 2013