Logo
tarikhaber
7 saat önce
Yeni Dizi geliyor başrolde Selahattin Paşalı'nın olacağı KISKANMAK, adlı Yeni Dizi geliyor Proje Televizyon'da https://tarikhaber.com/hab...
Bozkurt mahir
11 saat önce
Bir Mevlid Hikâyesi…

İsmail Şimşek rahmetli olmuştu. Ankara Ocağı Yönetim Kurulu Üyesi yiğit bir ülkücüydü,yiğit, fedâkâr.. Hastalığının son dönemlerinde olduğunu bildiği günlerde, yani vuslata çok yakın olduğu günlerde bile arkadaşlarını düşünecek kadar, arkadaşlarını yani ülküdaşlarını düşünecek kadar samimî bir ülkücüydü…

Mamak Cezâevi’ndeki işkence şartlarında hastalanmış ve bu hastalık sonucu Mevki Hastanesi Mahkûm koğuşuna sevk edilmişti. Haftalık ziyaretlerimiz, İsmail’in ân be ân ölüme nasıl yaklaştığını izlemek gibi bir kahra dönüşmüştü. Gözlerine yuvalanan sarı renk her gün daha da koyulaşıyordu.. Sanki bir sonbahar yaprağı, sanki bir vedâ yaprağı konuyordu gözlerine…

Ve son görüşmelerimizden birinde kendisine Adnan İslamoğulları ile birlikte yaptığımız, “bir şekilde” hastaneden kaçırarak yurtdışına çıkarma teklifimizi de reddetmişti, “çekemem…” demişti… Bir kelime ile reddetmişti bunu, “çekemem…”.

Hakikaten hayatı bile “çekemeyecek” durumdaydı…

İsmail Şimşek kısa bir süre sonra Ankara Mevki Hastanesi Mahkûm koğuşunda muazzez ruhunu teslim etti…

Adnan İslâmoğulları’nın yıllar evvel yazdığı İsmail Şimşek’i anlatan “Bir Paket Kestane Şekeri…” başlıklı çok güzel ve ülkücü hareketin klasikleri arasında girmiş bir yazısı vardır. Yeni neslin muhakkak okuması gereken yazılardandır o yazı, bizi anlatır.. Nasıl acıyla yoğrulmuş bir hareket olduğumuzu…

İşte “Bir mevlid hikâyesi” bu yiğit ülküdaşımızın, İsmail Şimşek’in mevlidinin hikâyesidir.

Sivas Yurdu’nda kalıyorduk…

Lokumları, şekerleri, külâh yapacağımız kâğıtları aldık ve Sivas Yurdu’na geldik…

Bin tane küllâh yaptık…

12 Eylülden sonra ilk mevlid…

Kocatepe Câmii henüz inşâ hâlinde idi. Mevlid, şimdi mağaza olan ve câmi tamamlanıncaya kadar namazların kılındığı kısımda okutulacaktı…

Henüz ibâdete tamamıyle açılmamış olsa da sonuçta Mevlid Kocatepe Camii’nde idi, İsmail Şimşek ve bizim 12 Eylül zindanlarında ölen ülküdaşımıza adına okutuluyordu…

Bin sayısı bu yüzden bana çok az geldi…

En az iki-üç bin kişi gelir düşüncesindeydim…

Bu sebeple arkadaşlara tedbirli olmalarını tembih etmekten kendimi alamadım:

“Kesinlikle mevlidte vazifeli ve teşkilattan arkadaşlar dağıtılan şekerleri, lokumları almayacaklardı, gelenlere yetmeyebilirdi ve Allah korusun mahçûb olabilirdik…”

Bu hususta çok ciddi olarak endişe ediyordum. Mevzu bizim için o kadar mühim ve hayatîydi ki, mevlidle alâkalı hazırlıkları, şeker/lokum sayısına ve yetmeme ihtimâline kadar aldığımız tedbirleri rahmetli Gâlip Amca’ya da anlatmıştım. Anlattığımda o bu durumlarda çoğu zaman olduğu gibi kendine has üslubuyla tebessüm etmişti, gözlüklerinin üzerinden…

O ân bu tebessümün sebebini anlayamadım…

Mevlid günü geldi çattı. Biz şekerlerimizi, lokumlarımızı ve gül sularını alarak câmiye gittik…

Öğlen namazı kılındı, cemaat çıktı…

İşte o zaman Galip Amca’nın tebessümünün hikmetini anladım…

Mevlide yüz kişi bile gelmemişti…

Şekerlerimiz fazla fazla yetti katılanlara!!!

Fakat en azından biz mahçûp olmadık…

O günden sonra, nerede mangalda kül bırakmayan insan görsem aklıma hep o mevlid gelir…

Koskoca Ankara’da elli(50) haydi bilemediniz altmış(60) kişinin katıldığı bir ülkücü şehid mevlidiydi İsmail Şimşek’in ve ölen bütün ülküdaşlarımızın adına okuttuğumuz mevlidi.

Hareketin zaafları üzerinde not ettiğim en önemli olaylardan biridir bu:

“Kendi değerlerinin farkında olmama hâli…”

Sonra ki yıllarda hep aynı şekilde devam etti bu vefâsızlık…

Aslında duyarlı insanlardır ülkücüler, o gün, “bir arkadaşımız saldırıya uğradı koşun” deseydik inanın yüzlerce ülkücü gelirdi olay mahalline…

Ama mevlid’e gelmediler…

Barış dönemlerde çok fazla savrulmamızın nedenlerinden biri de bu ruh hâlimiz olabilir mi?

Ne dersiniz?

Not : mezarı yozgat a giderken Yerköye çok yakın buruncuk köyünde ....
Bozkurt mahir
13 saat önce
Bizler ilkokulda yurttaşlık bilgisi,
lisede:mantık, sosyoloji, felsefe okuyan nesiliz. İşte onun için Kim Milyoner Olmak İster programında 15 Bin Tl yi hiç joker kullanmadan %90 kazanabilen bir nesiliz.

Biz 3 yazılı,1 sözlü imtihan olan ve kopya çekerken öğrenen bir nesiliz.

Biz annesini babasını,huzurevinde terk etmeyen bir nesiliz.
Biz kendine öz güveni olan ama çevresine sevgi ve saygısı olmayan, sadece kendisine yaşayan egoist bir nesil değil : sevgiyi,saygıyı,fedakarlığı,dostluğu,vefa duygusunu , yerine göre başkalarının yaşamı için kendi yaşam tarzından fedakarlık yapan bir nesiliz.

Arkadaşımızın ailesini ,kendi ailemiz kabul eden,namus anlayışını buna göre dizayn eden bir nesiliz.
Biz psikologlarla,pedagoglarla şekillendirilen değil:psikolojik sorunlarını aile ve mahalle ilişkileri içinde bedavaya çözen bir nesiliz.

Biz 40 yıllık 50 yıllık arkadaşlarını köşe bucak arayan ve onlarla birliktelikten zevk alan bir nesiliz...

Kabadayı denilen mahallenin bilekli delikanlısını,bizi soyan değil, bizi koruyan kollayan olarak bilen bir nesiliz.

Biz uzun eşeği, kuka oynamayı, saklambaçı, beştaşı, seksek oynamayı, kovalamaca ve körebe oynamayı, uçurtmayı, futbolu, bakkala kese kağıdı yapmayı, yakan top oynamayı bilen bir nesiliz.

Akşam üstü olunca,ekmeğin üzerine yoğurt sürüp şeker serpip yiyen bir nesiliz.
Dışarıda yemek yemenin ayıp olduğu ve hatta ağız oynatmanın bile ayıplandığı,her lokmanın eşit paylaşıldığı, çay bardağındaki şeker karıştırılırken kaşığın çıkarttığı sesin ayıp olduğu " hoop deve kervanı mı geçiyor? " diye ikaz edilen bir nesiliz.

Ebeveynlerimizin öğretmenimize " eti senin kemiği benim "diye teslim ettiği ve öğretmenimizin de bu emaneti de gözünden sakınarak koruduğu, kulağımızı çeken öğretmenimizi evde şikayet edemediğimiz ve böyle bir durumda babamızdan azar işiteceğimizi bilen bir nesiliz.

Babamızın sözünün geçtiği ama annelerimize değer verdiği ailede fikir paylaşımının olduğu bir nesiliz.

Lise Mezunu Arkadaşlarımızın Bugünkü ÜNİVERSİTE Mezunlarının Yanında DOKTORA Yapmış bir İNSAN Kalitesinde Olduğu bir NESLİN Çocuklarıyız....
Siz bizim nesli küçümsemeyin.
Bence bizim nesle benzemeye çalışın.
İşte o zaman Türkiye kurtulur....

Alıntı
Bozkurt mahir
13 saat önce
Samsun’daki İngiliz Subay, Bandırma Vapuru’na Atatürk’ü tutuklamak için çıkar..

Sonra neler oluyor biliyor musunuz?
Emekli Hava Albayı Kemal İntepe, uçuş eğitimi için gittiği İngiltere’de O İngiliz Subayla tanışır. İntepe o gün yaşananları şöyle anlatır;

1941 yılında
İngiltere’ye uçuş eğitimi için gitmiştik.
Londra’ya vardığımızda, yaşlı bir İngiliz hava binbaşısı, irtibat subayı olarak görevlendirilmişti
Adı Mr. Salter olan bu subay Türkçe’yi bizlerden daha iyi konuşuyordu.
Mr. Salter’i birkaç defa eşi ile birlikte ikindi çayına davet ettim. O da beni akşam yemeklerine evine çağırıyordu.
Emekli Binbaşı Salter bir akşam bana şunları anlattı:

“1919 yılında Piyade Binbaşı Salter olarak Samsun’daki İngiliz İşgal Tabur Komutanı idim. 18 Mayıs 1919 günü İstanbul’daki İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanlığı’ndan şifreli bir telsiz telgrafı aldım...

Bu telgraf, ‘16 Mayıs 1919 günü, Mustafa Kemal adında bir Türk generalinin, Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan ayrıldığını, eğer Samsun’a inecek olursa tutuklanarak İstanbul’a gönderilmesini’ istemekte idi.

Gerekli emirleri verdikten sonra Samsun’a indim. Şehir her zamankinden daha kalabalıktı. Bu kalabalık pazar kalabalığından farklı görünüyordu. Siyah çizmeli, külot pantolonlu ve siyah kalpaklı, sert bakışlı kimselerin çokluğu dikkatimi çekti. Sonradan bunların Türk subayları olduğunu öğrendim.

Durum çok nazikti. Dört gün önce Yunanlılar İzmir’i işgal etmişler, Türkler buna çok sert bir tepki göstermişlerdi. Rum tercümanım çok korkuyordu.
“19 Mayıs günü sabah erkenden iskeleye gittim. Sabah namazından çıkan herkes sahile inmişti...

Kurtarıcılarını bekliyorlardı. Askerlerimle çevreyi kordon altına aldım.
Denizde, batı tarafında bir duman göründü.Sahildeki kalabalık heyecanlıydı. Bir de baktım ki, her askerimin arkasında siyah çizmeli, kara kalpaklı bir Türk subayı duruyor. Hepsinin silahlı olduğu muhakkak.
Vapur iyice göründü. Görevimi iskele üzerinde yapamayacağımı düşünerek motoruma atlayıp vapura doğru hareket ettim. Mustafa Kemal Paşa’yı orada tutuklayacaktım.
Vapura ilk varan benim motorum oldu. Beraberimde getirdiğim iki erimi motorda bırakarak, tercümanımla birlikte vapurun iskelesine tırmandım..

Güvertede beni selamlayan iki tayfaya: ‘Vapurdaki generali görmek istiyorum’ dedim.
Bir tanesi önümüze düşerek bizi salonun kapısına kadar götürdü. Kapıdaki görevli, durumu içeriye bildirdi ve geriye dönüp bizi salona aldı…Herkes ayakta idi…”

“Ortada, mavi gözlü, sert bakışlı kişi ile göz göze gelince ne söyleyeceğimi şaşırdım. Sert bir asker selamı verirken ağzımdan şu sözler döküldü:‘Taburum emrinizdedir!’
Bunu nasıl söylemiştim? Daha önce hiç böyle bir şeyi aklımdan bile geçirmemiştim.

Rum tercümanım şaşırdı, bir an durakladı. Ben kendisine dönüp bakınca hemen toparlandı ve Türkçe olarak generale iletti.
Mustafa Kemal Paşa’nın yüzünde hafif bir tebessüm belirdi, teşekkür etti ve beni de yanına alarak dışarıya çıktı.
Sanıyorum,bakışlarından etkilenip bir anda teslim olma kararı vermiştim.
Gözlerinin, inanılmaz bir etkileyici gücü vardı.
Öteki sandallar da vapura ulaşmışlar, çevreyi doldurmuşlardı.
Mustafa Kemal Paşa, gemiye çıkan birkaç kişiyle tokalaştıktan sonra, vapurdan benim motorumla ayrıldık.

İskeleye vardığımızda muavinime, taburu safta toplayıp silah çattırmasını ve hepsinin Türk makamlarına teslim olmasını emrettim. Biraz durakladı, sonra asker selamı verip ayrıldı ve emrimi aynen yerine getirdi. Taburu o siyah çizmeli, kara kalpaklıkişiler teslim almıştı…
Bu yüzden, İngiltere’ye dönünce askeri mahkemede yargılandım. ‘Bir İngiliz subayı, nasıl olur da bir Türk generalin emrine girer? Bu vatan hainliğidir!’ diyorlardı.”

Mr. Salter, olayın devamını şöyle anlatıyor:

“Mustafa Kemal Paşa benim yanıma, o siyah çizmeli, kara kalpaklı kişilerden birini vererek kendi makam otomobilimle ve kendi şoförümle birlikte, misafir edileceğimi söyledikleri Ankara’ya gönderdi.
Taburumun tutuklu erlerinin de, Çorum, Çankırı ve Kastamonu’da kurulan esir kamplarına yerleştirildiğini öğrendim.
Türklerin Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar Ankara’da, Hacıbayram Camii’nin önündeki cadde üzerinde bulunan iki katlı ahşap evde kaldım.
Hizmetimi göreceğini söyledikleri, aslında gardiyanım olan bir kadınla 4 seneye yakın bu evde oturdum.

Savaşın sonunda imzalanan anlaşma gereğince ben ve taburum, Malta’daki Türk esirlerle değiştirildik. İngiltere’ye döner dönmez tutuklandım ve vatana ihanet suçundan divanı harbe verildim. Hakkımda ağır hapis isteniyordu!
Ben askeri hapishanede tutuklu iken ziyaretime gelen ailem ve ebeveynim, savunmamı yapabilmem için bana birçok gazete ve kitap getirmişlerdi.

Onlardan yararlanarak, kısa fakat öz bir savunma hazırladım.
Bana isnat edilen suç, taburumu hiç direnmeden teslim edişim idi.
Savcı, teslimiyetimin vatana ihanetle eşdeğerde bir suç olduğunu iddia ediyor ve en ağır şekilde cezalandırılmamı istiyordu. Yüksek Askeri Mahkeme’nin önüne çıktığımda savunmamı büyük bir soğukkanlılıkla okudum ve şu cümlelerle bitirdim:

‘Sayın hâkimler… Başbakanımız Lloyd George, Avam Kamarası’nda şöyle bir soruya muhatap olmuştur:

Yunanlar silahlandırarak 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkarttık Ve o tarihten bu yana milyarlarca sterlini bulan masraflar yaptık. Sonuç ne oldu? Yunanlar İzmir’de denize döküldüler.
Ayrıca Anadolu’daki bütün Rumlar atıldılar veya göçe zorlandılar. Bu olayda bizim kazancımız nedir?

Hiç..

Bu akılsızca bir gaf, korkunç bir hata, büyük bir felaket değil midir?’
Bu sert ve suçlayıcı soruya karşılık Başbakanımız Lloyd George şu cevabı vermiştir:

‘Yüzyıllar bir veya iki dâhi yetiştirir. 20’nci yüzyılın dâhisinin Mustafa Kemal adıyla Türkiye’den çıkacağını ben nereden bilebilirdim.

Görüyorsunuz sayın hâkimler…

Karşınızdaki bu subay, Başbakanımızın bahsettiği 20’nci yüzyılın dâhisi ile hiç beklemediği bir anda karşı karşıya ve göz göze gelmişti. Ne yapabilirdi?
Eğer ben o gün başka türlü hareket edecek olsa idim, bugün benimle beraber bütün taburumun mezarlarını ziyarete gelecektiniz. Fakat şimdi, eceli ile ölmüş olan üç erimizin dışında hepimiz sağ salim yurdumuza dönmüş, ailelerimize kavuşmuş durumdayız. Karar yüksek adaletinizindir.’

“Beraat ettim ve terhise tabi tutuldum. Ailemle birlikte Türkiye’ye gidip Mustafa Kemal Paşa’yı ziyaret ettim. Paşa beni muhteşem nezaketiyle karşıladı. Tekrar görevli olarak İngiltere’ye çağırılmasaydım, Türkiye’de kalacaktım…
İngiltere’ye döndüğümde beni, Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne aldılar ve…
İstihbarat Başkanlığı’nda önemli bir görev verdiler.
Türkiye ile İngiltere arasında irtibatı sağlayan grupta görev yapıyorum.”

Emekli Hava Albayı Kemal İntepe anılarında Binbaşı Salter için “İki yıldan fazla bir süre birlikte olduk. Bu süre içinde her zaman bizleri savundu ve kendisini daima bizden biri saydı. Büyük bir Atatürk hayranıydı” diyor.

Biz hâlâ Bandırma Vapuru’nda ATATÜRK"le beraberiz..

#Alıntı
Bozkurt mahir
15 saat önce
KÜRTÇE DENİLEN KARMA KARIŞIK EMPERYALİZM
Kürtçe denilen toplama dildeki Farsça oranı %50’in üstünde.
Farslar “Hüda” demiş, Kürtler “Hoda”, üstelik daha kabası.
Şimdi Hoda özgün Kürtçe mi oluyor?..
Kürtçe 1’den 10’a kadar sayalım:
Yek, du, sê, çar, pênc, şeş, heft, heşt, neh, deh
Bunların hepsi Farsçadır.
Kürtçe nerede peki?..
Özgün dil olmanın birici koşulu sayı adlarıdır.
Farsça sayı adlarını kullanmadan 1’den 10’a kadar sayabilecek bir Kürt var mı?
Türkler sayabilir ama.
Farsça sayı adlarını çıkarsam Kürtler pazardan domates, biber bile alamazlar.
Gelelim Kürtçeye girmiş Arapça sözcüklere. Bunların oranı ise %40 gibi. Geriye kalan %10 ise Türkçe, Hintçe, Süryanice.
Yani Kürtçe denilen dilin tamamı başka dillerden aşırma.
Aşağıdaki listede parantez içindekiler Arapça, dışındakiler Kürtçe.
Exlaq (ahlak), îsbat (ispat), îqtidar (iktidar), katib (katip), midexale (müdahale), mixalif (muhalif), mixalefet (muhalefet), mixetab (muhatap), şehîd (şehit), teswîb (tasvip),
Yüzde 1 oranında özgün bir Kürtçe dil olsa anadilde eğitime ben de destek vereceğim. Ama yok!.. Yok oğlu yok!..Toplama dil yani.
Bu gerçeği görüp yazacak Kürt aydın da yok ortada.
Bakın Ebulfez Elçibey ne güzel söylemiş:
“Şiilik Fars emperyalizmidir, Sünnilik Arap emperyalizmi”.
Kürtçe ise karmakarışık bir emperyalizmdir. Kürtçe eğitime yol vermek Türk medeniyetini Ortadoğu bataklığına saplamaktır.

Alper Aksoy
Bozkurt mahir
16 saat önce
* Üç canım var benim:
Barış, özgürlük ve adalet..!

* Üç hazinem var benim:
Liyakat, asalet ve cesaret..!

* Üç dostum var benim:
Bilgi, empati ve dirayet..!

* Üç itirazım var benim:
İnkâr, kibir ve hamaset..!

* Üç isyanım var benim:
Biat, yalakalık ve icazet..!

* Üç rehberim var benim:
Sevgi, tevazu ve metanet..!

* Üç kızdığım var benim:
Kıskançlık, tembellik ve
cehalet..!

* Üç hayranlığım var benim:
Hoşgörü, dürüstlük ve
zerafet..!

* Üç şeye düşmanım ben:
Nankörlük, zulüm ve ihanet..!

Metin Kaynağı: Bilinmiyor
Bozkurt mahir
16 saat önce
Hayır oğlum, burada yalan söyleyenler sizin (Çerkesler)

"1992 yılında Novorossiysk Balık Limanı'nda çalışıyordum. Bir gün Türkiye'den mal getiren bir gemiyi limana yanaştırmamız gerekti. Limanın kaptanı evinde dinleniyordu, ben ve yoldaşım da onun peşinden gittik. Sokaklardan birinde yol, askerler tarafından kalorifer hattı için kazılmış bir hendekle kapatılmıştı. Üzerine kalın bir demir levha atılmıştı ve arabalar bunun üzerinden geçiyordu.

Bu köprüden geçerken, hendeğin her iki tarafında, yüzeyden yaklaşık 50-70 cm yükseklikte, yerden dışarı çıkmış çok sayıda insan kemiği gördüm. Ve böylece hendeğin tüm uzunluğu boyunca. Liman kaptanını aldık, 80'li yaşlarındaydı ama yerine geçecek uygun biri olmadığı için hala çalışıyordu.

Dönüş yolunda yine köprüden geçerken yavaşladım ve yerden çıkan kemikleri göstererek sordum: "Bunlar ovadakiler mi?" diye sordum. Bu düşünce aklıma geldi - Malaya Zemlya'nın Vatanseverlik Savaşı'nda ölen savunucuları.

Yaşlı adam kemiklere baktı ve cevap verdi: "Hayır oğlum, bunlar senin. Büyükbabam bana Çerkesler Türkiye'ye sürüldüğünde birçoğunun burada öldüğünü söyledi. Binlercesi. Ve kimse onları gömmemiş. Sonra ceset kokusu başladı, öyle ki nefes almak imkansızdı.

Novorossiysk komutanı bu konuda bir komisyon topladı ve hepsinin gömülmesine karar verdi. Çocuklar 40 cm, yetişkinler ise 60 cm derinliğe gömüldü.

Ve böylece, askerler ve şehrin yerleşimcileri küreklerle ölü Çerkesleri gömmek için dışarı çıktılar. Bazıları çukur kazdı, ama çoğunlukla cesetleri bir çukura sürüklediler ve hepsini oraya koydular ve üzerlerini toprakla örttüler. Ama yine de koku uzun süre kaldı.

İşte böyle evlat. Hikaye buydu."

Çerkes şarkıcı Ali Khachak.
_____________________________

Нет, сынок, это ваши (черкесы) тут лежат

«В 1992-м году я работал в новороссийском Рыбном порту. Однажды нам надо было завести в порт корабль, который пришел из Турции с товаром. Капитан порта отдыхал у себя дома, и мы с товарищем поехали за ним. На одной из улиц дорогу перегородила траншея, которую рыли солдаты для теплотрассы. Через нее был перекинут толстый лист железа, через который переезжали машины.

Въехав на этот мостик, я увидел огромное количество человеческих костей, которые торчали из грунта по обе стороны траншеи, примерно 50-70 см. от поверхности. И так во всю длину канавы. Мы забрали капитана порта, которому было под 80, но он еще работал, т.к. не было достойной замены.

На обратном пути, опять въехав на мостик, я притормозил и, указав на торчащие из земли кости, спросил: «Это что, малоземельцы?». Мне действительно пришла в голову именно эта мысль - погибшие в Отечественную защитники Малой Земли.

Старик посмотрел на кости и ответил: «Нет, сынок, это ваши тут лежат. Мне дед рассказывал, когда черкесов выселяли в Турцию, много их тут померло. Тысячи. И никто не хоронил. Потом пошел трупный запах такой, что дышать было невозможно.

Комендант Новороссийска собрал комиссию по этому поводу, и она постановила - всех похоронить. Детей в глубину 40 см., а взрослых - 60 см.

И вот, солдаты и поселенцы города с лопатами вышли закапывать умерших черкесов. Кому рыли ямы, а в основном, стаскивали баграми трупы в какую-нибудь балочку и всех туда, а сверху землей присыпали. вот и все. Но все равно долго еще запах стоял.

Вот так вот, сынок. Такая была история.»

Черкесский певец Али Хачак.
Bozkurt mahir
18 saat önce
"İSTİKLÂL SAVAŞI YOK!" DİYENLERE!..
İstiklal savaşı filan yok, hepsi dümen!
Punta’da bayram vardı.
Yunan ordusu Pasaport’tan karaya çıkmış, İzmir Metropoliti Hrisostomos etekleri zil çala çala koşmuş, haçıyla takdis edip, “evlatlarım, ne kadar Türk kanı içerseniz, o kadar sevaba girmiş olacaksınız” diyerek yere kapanmış ve ilk ayak basan Yunan albayının çizmelerini öpüyordu.
*
Aniden… Uzun boylu, siyah takım elbiseli bi delikanlı fırladı ortaya, elinde revolver. Bastı tetiğe, trak trak trak! Efsun alayının sancaktarı karpuz gibi düştü atının sırtından. Panik… Baktılar ki, tek kişi, sarıverdiler etrafını, ilk süngüyü iman tahtasına sapladılar, sonra neresine denk gelirse, orasına… Hasan Tahsin’di o çılgın Türk. Henüz 30’unda.
*
Hükümetimiz “bu tür şayialara ehemmiyet vermeyin” diyordu hâlâ… Teori’yle pratik’in kesiştiği insan ise, vakit tamam demişti, Anadolu’ya geçiyoruz. Böyle başladı macera.
*
Ateşten gömleği giymişti ulus, aktı gitti, aylar yıllar, canlar… Takvimler 30 Ağustos 1922’yi gösterdiğinde, yer gök yarılıyor, şöyle yazıyordu hatıra defterine Yüzbaşı Kanellopulos, “Türk topçusu susmuyor, titreyerek güneşin batmasını bekliyoruz.”
*
Onun batmasını beklediği güneş, bizim için doğuyordu aslında… Çıktı bi kayanın üstüne Mustafa Kemal, haykırdı karanlığa, “Eyy Hacıanesti nerdesin, gel de kurtar ordularını!”
*
Kudurmuştu Ali Kemal... Büyük gazeteci! Kin kusuyordu köşesinden, “bu millici mahluklar kadar başları ezilesi yılanlar hayal edilemez, düşmanlar onlardan bin kere iyidir…”
*
O “mahluk”lardan biriydi İzmirli süvari teğmen Yıldırım… 18 yaşında. Vurulmuştu. 40 derece ateşli olmasına rağmen hastaneden kaçmış, cepheye koşmuş, bugün kendi adını taşıyan Küçükköy İstasyonu’nu almaya çalışırken, son nefesini vermiş, bahçesine gömülmüştü.
*
Yıldırım toprağa düşerken, 30 kadar Yunan askeri girdi, savunmasız Kuzuluk Köyü’ne… Gözleri Fatma’ya takıldı, 15’inde… “Taze incir gibi” dediler, sırıtarak… Kaçtı Fatma, evine kapandı, kapıyı kilitledi. Omuzladılar. Açılmadı. Yakalım dediler, evi yakalım, nasıl olsa çıkar. Çaktılar kibriti. Alev alev. Çıkmadı kardeşim. Çıkmadı Fatma.
*
Teğmen Şevket, Uşak’tan geçiyordu o sırada… Sakarya’da şehit olan Yüzbaşı Basri’nin anacığı yakaladı kolundan, “Basrim nerde?” diye sordu. İçi çekildi Şevket’in, boğazı düğümlendi… “Arkadan geliyor ana” dedi. Söyleyemedi gerçeği… Ve, ömrünün sonuna kadar unutamadı bu yalanını, “kendimi asla affetmedim” diye yazdı, o güne dair hatırasını.
*
“Bastır parayı, askerlikten yırt” yoktu o zamanlar… Allah kısmet ederse, romanını yazmak istediğim, Albay “deli” Halit, belinin sağında “namuslu” dediği tabancasını, belinin solunda “namussuz” dediği tabancasını taşıyordu. İşgalciye “namuslu”yla sıkıyor, işgalciden korkup geri kaçana “namussuz”u gösteriyordu, “tercih senin yiğidim, istersen buyur kaçmayı dene!”
*
“Deli”ren biri daha vardı… İstanbul’daki işgal kuvvetleri komutanı General Charpy, öfkeden deliye dönmüştü. Yırttı elindeki haritayı, fırlattı duvara, “bu hızla yarın İzmir’e girerler” dedi. İnanamıyordu. 250 bin kişilik devasa ordu, hayalet gibi çıkıp, bi ordan bi burdan dalan, hızar gibi biçen Fahrettin Altay komutasındaki süvari tarafından lokma lokma bölünüyordu.
*
Kaçıyordu Yunan.
Ecel peşinde.
*
Ve, 9 Eylül. Hava mis. İzmir’in dağlarında çiçekler açıyordu. Bornova’dan boşaldılar aşağıya doğru, dörtnala. Sonradan adı Kahramanlar olan semte geldiler. Ödenecek “bedel” vardı daha… İkinci Tümen Dördüncü Alay’dan Konyalı Mehmet, Akşehirli Hakkı, Avanoslu Ahmet, düştüler oracıkta. Bugün, anıtları var orada. “Vatan ve namus” yazıyor altında.
*
İzmir’e ilk giren süvari olma “şeref”i, İzmirli soyadını alan, Yüzbaşı Şeref’e nasip oldu. Bismillah ilk iş, koştu Şeref, Hasan Tahsin’in düştüğü yere, Hükümet Konağı’nın alnı kabağına dikti al sancağı… Asteğmen Besim, Kadifekale’ye varmıştı bile.
*
Minarelerden ezan sesi yükselirken, Belkahve’deydi, Mustafa Kemal, seyrediyordu.
*
İşgal edildiği gün, bir ulusun Kurtuluş Savaşı’nı başlatan, işgali bittiği gün, o ulusun Kurtuluş Savaşı’nı bitiren, dünyada bu özelliğe sahip tek şehir, İzmir’i… Seyrediyordu.
*
Ağır ağır karardı hava. Kavuniçi top gibi gömüldü körfeze güneş, usuuul usul… Nif’te, kendisi için hazırlanan bağevine gitti. Tek kat, taş, penceresiz, gaz lambasının cılız ışığıyla aydınlanan, buram buram Ege kokan bağevine… Etrafında, Celal Bayar’ın “Galip Hoca” lakabıyla dağlarda örgütlediği efeler… Yorgundu. Yemek getirdiler. Yemedi. Cıgara çıkardı. Kahve istedi. “Biliyor musun İsmet” dedi… “Bir rüya görmüş gibiyim.”
*
Karabasanla başlayan, 3 yıl 3 ay 22 gün süren, mucizeyle biten bir rüya… Sona ermişti.
*
Taa ki… AKP’nin ilahiyatçı mebusu İhsan Şener, TBMM çatısı altında, “biliyor musunuz” diye başlayıp, “Yunanlıların Türklerle savaşı yok. Bütün şehitlikler temsili” diyene kadar.
Bozkurt mahir
18 saat önce
Tam bir zillet
* Katar 1,2 trilyon dolar;
* BAE 1,4 trilyon dolar,
* Suudi Arabistan 1 trilyon dolar
Toplam tam 3,6 trilyon dolar ABD’ye silah alım, ticaret ve yatırım taahhütünde bulundu.

Ve diğer Müslman ülkeler de çok farklı değil…

Sırf iktidarlarını kaybetmemek için İslâm coğrafyasının kaynaklarını zalim ve katillere peşkeş çekiyorlar

Allah’ım!
Müslüman halkları uyandır,
Müslümanları bu zilletten kurtar ve aziz eyle,
Tüm Müslüman ülkelerin başındaki zelil, ezik ve ABD/İsrail’in dost ve işbirlikçi liderden ve iktidarlardan kurtar. Amin!
tarikhaber
1 gün önce
ÖMER TARIK YILMAZ / Devlet Bahçeli'den Barış Mesajı: "Barış Tek Kanatlı Kuş Değildir" Üzerine Bir Analiz https://tarikhaber.com/kos...
tarikhaber
1 gün önce
TRT 1'in Bozdağ Film imzalı dizisi Bir Zamanlar İstanbul final kararı aldı https://tarikhaber.com/hab...
Bozkurt mahir
2 gün önce
Atatürk’ün Tabutunun Açıldığı Gün, 9 Kasım 1953.
Atatürk'ün tabutu açıldı! Görenler inanamadı...

(Lütfen zaman ayırıp okuyunuz.)

Etnografya Müzesi’ndeki, Atatürk’ün tabutunun açıldığı gün, Ankara. (09.11.1953)

Atatürk’ün Tabutunun Açıldığı Gün, 9 Kasım 1953.

Kasım 1953 Pazar gecesi saat 23:30’da, Prof. Dr. Kâmile Şevki Mutlu’nun ev telefonu çaldı. Prof. Mutlu, Ankara Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji Kürsüsü başkanıydı. Patalogdu. Arayansa Ankara Valisi Kemal Aygün’dü. Aygün,

-“Hocam” dedi, “10 Kasım günü Ata’mızın naaşını Anıtkabir’e taşıyacağız. Bunun için bir komite kurduk. Naaşı geleneklere uygun olarak toprağa defnedeceğiz. Ancak bozulmadan korunduğunu belgelemek için muayene etmenizi rica ediyoruz.”

Prof. Mutlu önce reddetti. Mutlu, o sırada 40 derece ateşle yatıyordu. Hastalığını gerekçe göstererek, bu görevi bir başka meslektaşının yapmasını rica etti. Ancak Vali Aygün ısrarcıydı:

-“Ben sizi sarar, sarmalar götürürüm. Bu tarihi bir görev.”

Mutlu kabul etti ve 9 Kasım sabahı Etnografya Müzesi’ne gitti. Başbakan Adnan Menderes, Meclis Başkanı Refik Koraltan ve eski Başkan Abdülhalik Renda oradaydılar. Mutlu, görevden affını istemekle ne kadar büyük hata ettiğini o zaman anladı. Gerçekten tarihi bir tanıklıktı bu...

Anıtkabir yapılana değin, Atatürk’ün naaşının korunabilmesi için “tahnit” denilen bir işlem uygulanmıştı. Gülhane Patolojik Anatomi Profesörü Dr. Lütfi Aksu tarafından gerçekleştirilen bu işlem sırasında naaşa, şırıngayla özel bir formül enjekte edilmiş ve üzerine formüllerin yapıştırıldığı iki küçük ilaç şişesi, Ata’nın koltuk altlarına yerleştirilmişti. Bu işlemden dolayı Atatürk’ün naaşı o günkü biçimiyle korunabilmişti. Ancak İslam dini, ölünün defnini şart koştuğundan, geçici tahnitin bozulması koşuldu. Atatürk’ün Anıtkabir’e naklinden önce bu işlem için bir komite kurulmuş, Başbakan Adnan Menderes’in huzurunda, tahnitin bozulması için Atatürk’ün tabutunun açılması kararlaştırılmıştı.

Tabutun açılma günü gelip de, komite üyeleri toplanınca; Prof. Dr. Kâmile Mutlu “Başlayın” talimatını verdi. Mermer lahid sökülüyor, sonra betonlar kırılıyor ve tabutu kaldıracak olan makaralar, lahid salonunun tavanına yerleştiriliyordu.

Meclis Başkanı Refik Koraltan, Başbakan Adnan Menderes ve devletin üst düzey temsilcileri tabutun çevresinde toplanmış, soluklar tutulmuştu. Tabut salonun zeminine yerleştirildikten sonra, Başbakan Menderes, “Hanımefendi, buyurunuz” diyerek, Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan’ı tabutun yanına götürüyordu.

Ve tabutun vidaları söküldü. Tahta tabutun içinde madeni bir sanduka bulunuyordu. Bu sandukada gaz birikmiş olma olasılığı düşünülerek, önce bir burgu ile delik açıldı. Gaz ya da koku çıkmadı.

Sanduka talaş doluydu. Koruma solisyonuyla ıslatılmış tahta talaşıydı bunlar! Talaş, naaşın ayak yönüne doğru toplandı. Ağzı kapalı ve içi sıvı dolu bir şise bulundu talaş arasında. Bu, naaşı koruma için kullanılan solüsyondan bir örnekti, üzerinde terkibi yazılıydı. Atatürk'ün naaşı beyaz kefene sarılmış, sonra kahverengi bir muşambayla kaplanmıştı. Sargıları açmaya başladılar. Soluklar tutulmuştu... Onbeş yıl sonra ilk kez Ata’nın yüzünü göreceklerdi.

Halk arasında, “Naaş çürüyüp bozulmuş”, “Çıkan gazlar tabutu patlatmış”, “Nöbetçi er kokudan bayılmış” gibi, bir yığın söylenti dolaşıyordu. Kefenin sargıları açılınca, Prof. Dr. Kâmile şevki Mutlu, orada bulunanların yardımıyla katafalka çıktı ve Atatürk’ün yüzüne baktı. Atatürk’ün derisi kahverengi bir hal almış; ama yüz hatları bozulmamıştı.

Atatürk araştırmacısı Prof. Dr. Utkan Kocatürk’ün, Prof. Dr. Kâmile şevki Mutlu ile yaptığı sohbetten aktardıklarına göre, Prof. Mutlu, gördüğü tabloyu şöyle anlatıyordu:

“Yüzünü örten ıslak pamuk kitlesi kaldırılınca, Atatürk'ün heykel gibi duran yüzü ile karşılaştım. Uzun sarı saçlarından ince bir tutam, sol göz kapağının üzerine düşmüştü. Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’ndaki yatağında uyuyor gibiydi.”

Prof. Mutlu, kenarda bekleyen komite üyelerini tabutun başına çağırdı. Onlar da tek tek tabutun içine baktılar. En başta Başbakan Adnan Menderes vardı. Koyu renk takım elbisesi içindeki Menderes de, yanındakilerin yardımıyla katafalka çıktı, ürkek bir biçimde aşağı, tabuta doğru baktı.

O an neler olduğunu Prof. Mutlu şöyle anlatıyor:

-“Menderes çok heyecanlandı. Rengi sapsarı oldu. Bir de baktım ki, müzenin kapısına doğru gidiyor. Atatürk’ün yüzüne bakmadı. Tahmin ediyorum, kendinde o kuvveti bulamadı.”

En sona Abdülhalik Renda kalmıştı. O da Ata’yla karşı karşıya gelir gelmez, tabutun yanına yığılıverdi.

Salondaki herkes Atatürk’ü tek tek gördükten sonra naaş, tekrar solüsyonla ıslatıldı. Ata’nın başı pamuklarla örtüldü ve vücudu beyaz kefenle sarıldı.

Bu sırada bir komiser, orada görevli adli tıp doçenti Doç. Dr. Cahit Özen’in yanına yaklaşıp avucunda taşıdığı bir kağıdı gösterdi ve şöyle dedi:

-“Bu kağıdı Atatürk’ün hemşiresi Makbule Hanım gönderdi. Kefenin içine, Atatürk’ün göğsü üstüne konmasını istiyor.”

Doç. Dr. Özen kağıda bir göz attı. Eski Türkçe bir şeyler yazılıydı.

-“Böyle bir kağıdı Atatürk kabul etmez. Bize kızar, darılır” dedi. Komiser kağıdı katlayıp, cebine koydu ve uzaklaştı. Tüm işlemler bittikten sonra, salonda bulunanlar naaşın iki yanından geçip hep bir ağızdan besmele çektiler ve naaşı yeni tabuta yerleştirdiler. Bu tabut da, 15 yıl içinde yattığı büyük gülağacı tabutun içine konuldu. Üzeri bayrakla örtüldükten sonra, kapağı kapatıldı.

Ve 10 Kasım 1953 sabahı, Atatürk'ün naaşı 12 askerin omuzları üzerinde, 15 yıl önce onu Dolmabahçe’den Ankara’ya getiren top arabasına yerleştirilip, 136 asteğmenin çektiği bu arabayla, matem marşı eşliğinde, son durağı olacak Anıtkabir’e taşınıyordu. Etnografya Müzesi’nden Anıtkabir’e doğru yol alan korteji, Atatürk’ün kardeşi Makbule Hanım hıçkırıklar içinde izliyordu.

Bu arada ülkemizdeki tüm din cemaatlerinin temsilcileri de kortejde yerlerini almıştı. Ermeni, Yahudi, Katolik ve Rum temsilcilerle, dönemin Diyanet İşleri Başkanı birlikte yürüyorlardı. Radyodan yayımlanan o görkemli tören, en az 15 yıl önceki denli hüzünlü geçiyor, başkent cadde ve sokakları, insan yığınlarıyla dolup taşıyordu. Atatürk, sonsuza değin kalacağı Anıtkabir’e taşınıyordu!

Osman Ersoy ve Halide İntepe, 10 Kasım 1953’te Etnografya Müzesi’nde asistan olarak çalışıyorlardı. Bu nedenle müzede yapılan töreni ve tabutun içindeki Atatürk’ü son kez görme fırsatını buldular. Osman Ersoy izlenimlerini şöyle anlatıyor:

-“Sağlığında görmemiştim Atatürk’ü... Korkunç heyecanlıydım. Biz çalışanlar, asistanlar, memurlar sırayla katafalka çıktık. Oldukça sararmış ve küçülmüş bir çehre... Bir, iki günlük sakalı vardı. Kaşları fevkalâde iyi şekilde fark ediliyordu.”

Halide İntepe ise şunları söylüyor:

-“Tabut kapanmadan en son gittim baktım. Başı yana doğru eğikti. Yüzü hiç bozulmamıştı. Azıcık sakalları çıkmıştı. Hani insan hasret giderek ölürse, gözleri aralık kalırmış ya, öyle aralıktı gözleri... Ama bir ölü yüzü yoktu. Uyuyor gibiydi...

Kaynak: Semra Atay, Başkent Üniversitesi Kültür Yayını Bütün Dünya Dergisi, Sayı: 2008/11. Sayfa: 27-31
TC.YT
Bozkurt mahir
2 gün önce
UZUN YOLDA ARAÇ KULLANANLAR BU YAZI SİZİN İÇİN‼️✅️❌️

Tatil için uzun yolda seyahat ederken dikkat edilmesi gerekenler:

1. Eğer yavaş gidecekseniz bunun için en sağ şerit veya sağda 2. şerit kullanılmalı. Sol şeritte veya soldan 2. şeritte yol paşa dedenizden kalmış gibi 80-90km hızla gidilmez.

2. Hız limitinin 90km olduğu bir yolda 70km hızla radara girince Emniyet Genel Müdürlüğü size çeyrek takmıyor. Eğer yinede o hıza düşeceksiniz sağ şeritleri kullanın.

3. Bir araç sizin sağınızdan geçiyorsa hatalı sollamıyordur. Siz yanlış şerittesiniz demektir.

4. Gece sürüşünde aracın sis farı dahil bütün ışıklarını kullanmak araca ekstra beygir eklemez. Ama ailenizdeki bazı bireylerin kulaklarının çınlamasına sebep olabilir.

5. Bazı insanların acil işi olabilir veya hastası olabilir. Bu sebeple çevrenizi umursamadan araba kullanmak sizi haklı çıkarmaz.

6. Şehirlerarası yollar sizin amcaoğluyla telefonda hasret gidereceğiniz yerler değildir. Eğer çok canınız çektiyse flaşörünüzü yakıp uygun alanlara park ederek hasretinizi gideriniz. Sol şeritte kulağınızda telefonla araç kullanılmaz. Ülke olarak birden fazla işi aynı anda yapabilecek mental seviyede değiliz.

7. Sol şeritte bomboş giderken -özellikle hanımlara söylüyorum- ani fren yapılmaz. O an size gelen vahiy ile frene basmanız arkadan gelen araca sorun yaşatabilir. Lütfen vahiyleriniz sağ şeritte gelsin.

8. Karayolları yönetmeliğine göre gereğinden fazla sol şerit kullanmak suçtur. O sebeple işiniz bitince sağ şeritte seyrediniz.

9. Otomobillerde bir sağda bir solda bir de ortada olmak üzere 3 ayna vardır. Bu aynaların koyulma sebebi makyaj yapmak veya saç düzeltmek değildir. Amaç yapacağınız şerit değiştirmelerde arkanızı kontrol etmektir. Bunu unutmadan aynayı kullanınız.

SON OLARAK, BİR BEYNİNİZ VAR. LÜTFEN ONU KULLANINIZ..🙏
#eğitimvepsikoloji
Bozkurt mahir
2 gün önce
10 yıl önceki yazım.
Resimlerde V. Murad’ın torunu SELMA SULTAN IN Paris’teki Bobigny müslüman mezarlığındaki kabri ve sağ alt resimde şu anda pariste yaşayan kızı Kenize MURAD var.
Hatice Sultan'ın en küçük çocuğu Selmâ Hanımsultan (1914-1941), aynı zamanda ailenin en farklı şahsiyetlerinden biridir. 1937'de Hindistan'ın Müslüman hükümdarlarından Kutvâre Nevvâbı Seyyid Hüseyin Sâcid Zeydî (1910-1991) ile evlendi. Meşhur gazeteci ve yazar Kenize Murad'ı doğurduktan hemen sonrada ölmüştür. Kendisinin ve kızının hayatı, romanlara mevzuu olacak derecede dikkat çekicidir.

SELMA SULTANIN KIZI KENİZE MURAD'IN ANLATIMI İLE ATATÜRK VE CUMHURİYET hakkında ;
"İmparatorluklar elbet bir gün son bulur fakat Türklerin Varlığı sorun yaratıyordu Batılılar için. Gerçekten de Türkiye’yi esaretten Mustafa Kemal kurtarmıştır. Pek çok kişi yokluk içinde hayatını kaybetti ama bilirsiniz devrimler böyledir, birilerinin canı yanar.
Sürgünden başka bir çözüm olabilir miydi ?
Bence de bu Türkiye’de olamazdı. Daima ayrılıklar, ikilikler çıkardı, Burada işlemezdi. Belki iç karışıklıklar savaşa kadar giderdi. En doğrusu yapıldı. Bugün bile çok anlamsız ve saçma bir ikilik var Türkiye’de. Bunlara hiç gerek yok oysa." Demiştir...

Şu anda dünyanın farklı ülkelerinde modern, yenilikci bir yaşam süren osmanlı padişahlarının soyu ve torunlarından'da anlışılacağı gibi ; Türkiyede osmanlı torunuyuz diyerek gerici ve banaz tutum içinde bulunanlar, aslında Türkiyenin ileriye gitmesini istemeyen, sürekli geriye gitmesini isteyen dış güçlerin bilinçli yada bilinçsiz olarak emellerine alet olmaktadırlar. Bu bağlamda Türk milleti olarak yapmamız gereken tek şey cumhuriyetin ve mustafa Kemal ATATÜRK ün izinden devam ederek Türkiyeyi ve Türk milletini aydınlığa ve daha ileriye götürebilmektir. Bu arada Paris'e geldiğinizde bobigny müslüman mezarlığında ebedi ikametgahında yatan Selma sultanı ziyaret etmenizi tavsiye ederim. Sevgi ve Saygılarımla esenkalın.
☪︎ ЋץҐИ ☪︎
Süleyman Efe KOCAZEYBEK. 🇹🇷🇦🇿🇰🇬🇹🇲🇺🇿🇰🇿🇭🇺
tarikhaber
2 gün önce
Yeni Oyuncu 2 Haziran Pazartesi Akşamı yayınlanacak olan 28. Bölümüyle Sezon Finali yapacak olan UZAK ŞEHİR, https://tarikhaber.com/hab...
Bozkurt mahir
3 gün önce
15 Mayıs 1919’da Yunan işgaline karşı İzmir’de ilk kurşunu atarak Türk milli direnişinin sembolü olan gazeteci ve yazar Hasan Tahsin, 1888 yılında Selanik'te doğmuş, Türk Kurtuluş Savaşı'nın başlangıcında önemli bir rol oynamıştır. Rahmet ve minnetle anıyoruz
Bozkurt mahir
3 gün önce
Artık Türkiye'nin yeni düşmanı PKK üniformalı İsrail'dir.

Zaten bitmiş PKK, ortadan kalkacak, yerine KCK çıkacak. Modern silahlarla hendek savaşlarını ve ayaklanmaları şehirlerde başlatacağı iddiaları bölgede konuşulmaya başlandı...

"Gerek kalmadı.." yaygarasıyla koruculuğu kaldırtıp, Suriye ve Irak'tan geçiş koridorlarını boşalttırıp, yeniden giriş çıkış için kullanacaklarmış.

Büyük karakollara gövde gösterisi ve halkı sindirmek için modern hava silahlarıyla saldırılar planlandığı iddiaları haber kaynaklarım tarafından anlatıldı..
ABD/AB/İSRAİL ve İran ele ele vermiş durumda..
Anadolu'yu, teröristleri ve ayaklandıracağı milyonları kullanarak bölme hesapları yapılıyormuş.

Irak'ta Süleymaniye şehir merkezi artık PKK'nın karargahı olmuş durumda.
Tüm üst düzey teröristler orada yaşıyor. Barzani ve Talabani yönetimleri ABD'nin emriyle PKK'ya selam çakar hale getirildiler.

Sözde dost İran'ın molla rejimi tüm havaalanlarını PKK'ya açtı. Almanya'ya her gün gidenler gelenler varmış...

İran, İsrail desteğindeki PKK'ya 50 adet 45 km menzili olan dronlardan vermiş. 6 aydır bu dronlarla birliklerimize saldırılıyor. Mehmetçik teyakkuzda, kuş uçurtmuyor.

ABD, bir süredir Suriye'de yeraltı sığınaklarını arttran YPG'lilerden helikopter. Dron ve uçak pilotu yetiştiriyor. Yeni dönem savaşları ağırlıklı olarak hava savaşları olacak gibi gözüküyor.

Artık eski kalaşnikoflar terk ediliyor, yerine hafif, dürbünlü, otomatik silahlar dağıtılıyor. Muhtemelen eski silahlar sözde teslimde kullanılacak.

Bütün bu sözde barış yalanları gerçekte Türkiye'ye büyük saldırı hazırlığı değilse nedir?

Askerimiz her şeyi biliyor ama iktidar ve medyası can alıcı konularda sessiz kalmaya devam ediyor. Açıklama yapılmıyor.

Bu arada, PKK'nın çürüğe ayırdığı, işine yaramayan yaklaşık 1000 kadar kullanılmış örgüt üyesi Zaho ve çevresinde bir süredir bekletiliyorlardı. Türkiye'ye iade edilecek sözde savaşçılar bu safralar olacakmış diye bir haber aldım..

Şu ana kadar teslim edilmiş bırakın silahı; bir mermi dahi yok..
15 bin tır modern silahlardan bakalım ne teslim edecekler...

HESAP BAŞKA, OYUN BAŞKA.
PKK, SÖZDE KENDİNİ FESH EDERKEN, AYNI TERÖRİSTLER ÜNİFORMA DEĞİŞTİRİP, KCK VE YPG OLARAK SEVR RÖVANŞİSTLERİNİN YENİ PARALI ASKERLERİ OLACAKLAR.

BEKLEDİKLERİ TEK ŞEY BEBEK KATİLİ APO'NUN SERBEST BIRAKILIP SURİYE'YE GÖNDERİLMESİ..

BİRLEŞİK KÜRDİSTAN'IN İLAN EDİLMESİ VE APO ALÇAĞININ İLK BAŞKAN YAPILMASINA AZ KALDI.

TABİ, TÜRK MİLLETİ UYANIP HER ŞEYİ BAŞLARINA GEÇİRMEZSE..
Bozkurt mahir
3 gün önce
Birilerinin taptıgı 2.Abdülhamit Kıbrıs'ı İngiltere'ye sattıktan sonra oradaki Türklere ne oldu ?
Bir ögretmen tarihimizin en utanç verici gerceklerinden birini yazmış

4000 Türk kızı yoksulluktan kadın simsarları tarafından Filistinlilere satılıyor sonrası..sonrası tarihimizin en büyük utancı

1974'te adaya giren Türk ordusü Türkiye Cumhuriyeti Devleti ne yaptı diyenler iyice okusun

''ARAPLARA SATILAN KIBRISLI
TÜRK KIZLARI''

Kıbrıs 1974’ den bugüne ikiye bölünmüş bir ada. Kim ne derse desin, Kıbrıs kapanmayan yaralarla dolu. Kapanmayan yaralar bir yana, Kıbrıs’ ın bir de az bilinen eski yaraları var. Bunlardan biri, Araplara satılan Kıbrıslı Türk kızları.
Kıbrıs tarihinin bu az bilinen sayfalarına ışık tutanların başında emekli edebiyat öğretmeni ve yazar Neriman Cahit geliyor. Neriman Cahit hiç bilmedikleri diyarlara, hem de satılarak gönderilen kızların öykülerini topladı ve “Araplara Satılan Kızlarımız” adlı bir kitapta yayımladı. Bu öyküler ayrımcılığın, yoksulluğun ve acımasızlığın öyküleri; nice çocuk gelinin öyküsü gibi.

FİLİSTİNLİLERE SATILAN KIZLAR

1920 ile 1950 yılları arasında, Kıbrıs bir İngiliz sömürgesiyken, yaklaşık 4 bin Türk kızı Filistinli Araplara anne babaları tarafından satıldı. Bu kızların çok azı geri dönebildiler. Geri dönemeyenlerin çoğu evlerinin, köylerinin, memleketlerinin özlemi ile yaşadılar ve kaderlerine küstüler.

MÜTHİŞ BİR SUSKUNLUK

Neriman Cahit kitaba varan süreci şöyle anlatıyor: “Ben yıllardır bu kızları merak ediyordum. Öğretmenlik yaptığım köylerde, çalıştığım kadın örgütlerinde hep izlerini sürmeye çalıştım. Fakat müthiş bir suskunluk vardı. Bu kızlar, 11-12 yaşında henüz sek sek oynarken aileleri tarafından para karşılığı taliplileri hiç araştırılmadan, neyin nesi oldukları bilinmeden Araplarla evlendiriliyordu. Dr. Haşmet Gürkan’ ın araştırmacı yönü çok güçlüdür. Bir yazısında bu kızlardan bahsediyordu. Hep ona sorular sorardım. Bir gün bana: Sen bu işin peşini bırakmayacaksın. Ama lütfen meselenin adını doğru koy; ‘Biz bu kızları sattık’ dedi.”

TARİHLE YÜZLEŞMEK

Neriman Cahit tarihle yüzleşmek gerektiğine inanıyordu: “Ben bir ilkokul öğretmeniyim. Bu kızları yazmak benim topluma olan borcumdu. Bu konuyu konuşmalıydık. Bu kızlar çok büyük acılar çekmişler ve hâlâ çekiyorlar. Ve Kıbrıslılar onları unutmayı tercih etmiş. Haklarını korumamış. Mesela onların da miras hakkı var. Ama bunu kimse gözetmemiş. O dönemde Kıbrıs İngiliz sömürgesiydi. Köylü çok fakirdi, kuraklık vardı. Ve tefeciler köylünün kanını emiyordu. Kadınlar için bir eğitim söz konusu değildi. Şehirli üst tabakadan ailelerin kızları Kur’an bilirdi. O kadar.”

SATIŞ VE TİCARET

Yoksulluktan kurtulmak, belki de kızlarının yoksulluktan kurtulması umuduyla kimi köylüler çocuklarının para karşılığı ellerinden alınmasına ve evlenmek üzere Filistin’ e götürülmesine izin verirler. Baf, Limasol, Larnaka gibi kıyı bölgelerinden, 10-15 yaşındaki kızlar vapurlarla bir bilinmeze doğru yola çıkar.
Köylü kızların satılması bir süre sonra Araplara kız bulmak için acente gibi çalışan simsarların ortaya çıkmasına da yol açmış. Bu kişiler ev ev dolaşarak çoğunlukla sarışın, renkli gözlü kızları bulmaya çalışırlar; satılan kızlar için hem anne babalardan, hem de kızları satın alanlardan komisyon alırlarmış.
Simsarların ille de erkek olduğu sanılmamalı. Gündüzleri kadınlara geceleri de erkeklere hizmet veren Tantin Hamamı’ nı işleten Pembe ve kızı Fatma kadın simsarlara bir örnek.
Damat adayları anne babalara çoğu zaman bir doktor, bir mühendis olarak tanıtılsa da, damatların sözleri çoğu zaman doğru çıkmaz. Satılan kızların çoğu gittikleri yerde büyük bir yoksulluk ile karşılaşırlar. Kimisi kuma durumuna düşer.

KARA HABERLER

Neriman Cahit kızların haberlerinin Kıbrıs’ a gelişini şöyle anlatır: “50’ lere doğru Türk toplumu bu kızlarla ilgili birçok şey öğrendi. Filistin bölgesindeki savaşlara İngilizler Türk askerlerini de götürdüler. Askerler boş zaman bulunca genelevlere giderler. Geneleve giden Rum ve Türk askerleri orada Kıbrıslı bir kıza rastlıyorlar. Kız ağlamaya başlıyor. Nereli ve kim olduğu anlaşılıyor. İnanır mısınız, oradaki askerlerden birinin kardeşi çıkıyor. Meğer kocasının üç karısı varmış. Bizimkini akşam geneleve getiriyor, sabah gelip alıyormuş. Bu kızlar arasından geneleve düşenlerin sayısı az değil. Gariptir bazıları Kıbrıs’ a dönmeyi başardı ama kimse sahip çıkmadığı için genelevlerde çalıştılar, ömürleri orada geçti.”

AMAN NE OLUYORUZ?

Filistin’ e götürülen kızların kötü durumda olduğunu duyanlardan biri de İngiliz ordusuyla birlikte Filistin’ e giden tercüman Mustafa Bitirim’ dir. Bitirim Kıbrıs’ a döndükten sonra, 1943 yılında, “Biz, Kızlarımız ve Araplar… Aman Ne Oluyoruz” adlı 16 sayfalık bir broşür yayınlar.
Bitirim kendisine durumu anlatan asker mektuplarını da yayınlar. Bu askerlerin arasında Kıbrıs Rumlar da vardır. Ama durum Filistin’ in işgaline dek değişmez. O yıllarda İsraillilerin saldırılarından kaçan Filistinlilerin çoğu Ürdün’ e ve çevredeki ülkelere sığınır. Kıbrıslı kızların karşısına bir de sürgün hayatı çıkar. Nice Filistinli gibi onlar da kamplarda yaşamaya başlarlar. Bazıları zaman zaman Kıbrıs’ a gelmeyi ve aileleriyle bağlantı kurmayı başarsa da zamanla tüm ilişkiler kopar.

ÜRDÜN ZİYARETİ

Neriman Cahit günün birinde Ürdün’ de yaşayan Kıbrıslı Emel Muhareb’ le tanışır ve hemen Ürdün’ e, artık neredeyse 90’ lı yaşlarının sonlarına gelen Kıbrıslı kızlarla tanışmaya gider. Neriman Hanım ziyaretini şöyle anlatır: “İsrail zulmünden kaçıp Ürdün’ e sığınan aileleri bulduk. Kıbrıslı kızlara, çocuklarına, torunlarına ulaştık. Gördüklerime, duyduklarıma inanamadım! Her şey çok acıydı… Filistinliler kamplarda, inanılmaz bir yoksulluk var. Ben o kadınların yüzlerindeki derin ifadeyi, her hallerine sinmiş hüznü, küskünlüğü gözlerimle gördüm. İçimde hissettim. Benim onları, o acıyı unutmam mümkün değil. Ben gittim, gördüm ve öldüm…”

LEFKELİ HATİCE TEVFİK

Hatice Tevfik, Neriman Cahit ile tanıştığında altı oğlu bir de kızı 97 yaşında bir kadındır. Ürdün’ de El Vahdet Kampı’ nda yaşamaktadır. Satılmadan önceevin en küçüğüdür. Filistin’ e gönderileceğini öğrenince bir resim çizer. Resimde evdeki dört kardeşi çizer ve kendisini temsil eden figürün üzerini karalar. Çocuk gözüyle, “Niye diğerleri değil de ben?” diye sormaktadır.

Hatice Tevfik küçük evinin kapısından tam dokuz yıldır hiç çıkmamış. Çünkü dünyaya küskün. Türkçe bilmediğini söylüyor. Ama çevirmen aracılığı ile soruyor; “Bunca yıl neredeydiniz?” Neriman Cahit onu ikinci kez ziyarete gittiğinde Hatice Tevfik’ in kızı gizlice şu bilgiyi aktarıyor: “Bütün gece uyumadı eski sandıkları karıştırdı!” Sandıktan yıllar önce giydiği mor bir elbise, mor bir başörtüsü ile Kıbrıs nakışlarıyla dolu bir bohça çıkarıyor. Neriman Hanım, yaşlı kadının acıyla, özlemle, ördüğü duvarı yıkamayacağını düşünüyor. Ama son bir gayret; ekip arkadaşı Eralp Adanır’ a; “Bir Kıbrıs türküsü söylesene” demeyi akıl ediyor. Sıra “Çanakkale içinde vurdular beni” türküsüne gelince bir feryat kaplıyor ortalığı; yaşlı kadın; “Beni vurdularrr, beni vurdular! Ölmeden beni mezara goydular… Unuttunuz beniii” diye feryat ediyor.

NECLA ÖMER

Neriman Cahit sayesinde ortaya çıkan öykülerden birisi, güzelliği ile dillere destan Necla Ömer’ in yaşam öyküsü. Necla Baf’ ın Evretu köyünden. Yoksulluk içinde babası ile yaşıyor. Bir gün ünlü simsar Halil ile bir Arap damat adayı çıkagelir. Baba direnir, kızını vermez. Ama yoksulluk ağır basar. Necla, aynı köyden Mustafa’ ya âşık olduğu halde babasına karşı gelmez. Kendisini Kıbrıs’ ta doktor olarak tanıtan Necla’ nın kocası kavun- karpuz satan bir manav çıkar. Üstelik Necla’ ya akıl almaz derecede kötü davranır. Bir yandan şiddet, bir yandan aile, memleket özlemi Necla’ yı bitirir. Beterin beteri olur ve geneleve düşer. Bu arada İngilizlerle birlikte İkinci Dünya Savaşı’ na katılanlardan biri olan Mustafa deli gibi Necla’ yı arar. Necla’ yı genelevde Mustafa’ nın çok yakın arkadaşı bulur. Ama Mustafa’ ya hiçbir şey söylemez, çünkü Necla’ ya söz vermiştir. Yıllar sonra Necla, Lefkoşa’ nın ünlü genelev mahallesi Kuru Çeşme’ de görülür, yaşlanmıştır. Mustafa da Lefkoşa’ dadır, Ama bir daha karşılaşmazlar.

VEDİA MUSTAFA

Vedia Mustafa’ nın öyküsünü torunu Dr. Ahmed Ali Hamiş şöyle anlatıyor: “Dedem, evlenmek için Kıbrıs’ a gitmiş. Simsar aracılığıyla bir miktar para vererek ninem Vedia ile evlenmiş. Ninemin ailesi fakir bir aile.” Beş erkek, iki de kız kardeşi olan Vedia kocasıyla birlikte Filistin’ e gider ve Abu Şusu köyünde yaşamaya başlar. Dr. Ahmed Ali Hamiş nenesini hep hüzünlü hatırlıyor: “Ninemi çok severdim. Çünkü hep üzgündü ve hep ağlardı, çok mutsuzdu. Ben de yanına gider onunla ağlardım. Annem bana kızardı marazi bir çocuk olacaksın diye…” Ahmed Bey, çocuk yaştan itibaren ninesinin vatanını ve ailesini özlediği için mutsuz olduğunu bildiğini söylüyor: “Ninemin mutsuzluğun azaltmak için onun ailesini bulmaya onları buluşturmaya karar verdim. Tabii bu o kadar kolay olmadı…” A
Bozkurt mahir
3 gün önce
Demirel kürsüde konuşuyordu:
"Şunu yaptım. Bunu yaptım. Baraj, köprü, yol yaptım. Fabrika yaptım."
Kalabalığın içinde bir adam bağırdı:
"Bubaanin parasıynan mı yaptın?"
Polis, jandarma, Demirel'in korumaları, zabıta hemen bağıran adama doğru harekete geçti.
Başbakan Demirel, görevlilere "Durun!" dedi "Durun! Adam doğru bir şey sordu. "Durun!"
Sonra da protestocu adama bakarak konuşmaya başladı:
"Ülen! Senin bubanla, benim bubamın parasını üst üste koysak yine yetmez. Bu Meydandaki herkes, bubasının parasını getirse, çuvalla koysak o bile az gelir. Milletin parasıyla yaptım. Sizin verginizle. Ama benden öncekiler yapmadılar, ben yapıverdim. Anladın mı?"
Protestocu adam, Demirel'i alkışlamaya başladı: "Valla doğru söylüyon başbakanım. Allah senden razı olsun."
Siyaset işte budur.
Protestocuyu azarlamamak,
ve protestocuya kendini alkışlatmak.
Süleyman Demirel, babası Yahya Çavuş ve annesi Ümmühan hanımla İslamköy’de baba evinde baba evini bize gezdirirken, başımızı eğerek girdiğimiz kerpiç odaya bir göz gezdirdikten sonra şöyle demişti:
"İşte ben bu odada kardeşlerimle yaşadım. Elektrik yoktu gaz lambasıyla okur-yazardık. Köy okulunu bitirdim. Ortaokul yoktu. Ortaokula gitmek için her sabah kilometrelerce yürür, kasabaya giderdik. Sonra Afyon Lisesi. Eğer bana Cumhuriyet nedir, diye sorarsınız. Size cevabım şudur:
Cumhuriyet benim işte!
İslamköy'den çıkmış bir köylü çocuğunu cumhurbaşkanı yapan, Cumhuriyet'tir. Cumhuriyet budur. Bunu Büyük Atatürk'e borçluyuz."
Bozkurt mahir
3 gün önce
KCK DURUYOR , KONGRA-GEL DURUYOR.
Kürt ulusal ya da siyasal hareketinin yapısını bilmeyenler açısından PKK’nın (yoksa PKK’nin mi demeliydim) PKK’nın dünkü açıklaması çok önemli gelebilir.
Ama gerçekten öyle mi!
PKK, yıllardır Türkiye’yi kana bulamış teröristlerin en namlılarının fotoğraflarından oluşturduğu bir dekoru “Türk milliyetçilerinin” gözüne soktuğu bir basın toplantısı ile kendini feshettiğini açıkladı.
Ancak “sadece ve sadece” PKK feshedildi.
Bu ne demek!
Siyasal Kürt Hareketi, 1960’ların ve 70’lerin şiddete dayalı devrimcilik siyasetini benimseyen kanadını kapattı.
Çünkü her ne kadar fesih bildirgesinde sözünü etmese de çağdışıydı, yeni dünyaya uygun değildi ve dönemini tamamlamıştı.
Hiçbir etkisi olmadığı halde Kürt hareketine “terörist” damgası yapışmasına neden oluyor, “düşmanlarının” eline koz veriyordu.
Bir anlamda “ihtiyaç fazlası” idi.
1978 yılında kurulan PKK 47 yıllık siyasi, 42 yıllık terör faaliyetine son verdi.
1980’lerin başında Özal’ın “mekaplılar” dileyerek küçümsediği, sonrasında ise Türkiye’nin başına büyük bela olan örgüt kapandı.
Tabii yersen!
Peki KONGRA-GEL ne oldu!
KONGRA-GEL dediğin, PKK tarafından oluşturulmuş “Kürt parlamentosu”, PKK bu parlamentonun bir parçası idi sadece.
KONGRA-GEL kendini feshetti mi!
Yooo!
Aynen devam.
Peki ya KCK.
Siz KCK’yı PKK ile aynı şey zannedenlerden misiniz!
Güldürmeyin beni.
KCK Kürdistan Topluluklar Birliği demek. Yani içinde PKK, PYD (evet bildiğiniz PYD), PJAK ve PÇDK’yı barındıran yapı!
KCK kendi feshetti mi!
Tabii ki hayır!
Sadece içindeki partilerden biri “Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleyi” bıraktı.
Peki, ne oldu!
KCK ve KONGRA-GEL yani Kürt Milliyetçi Hareketi, Türk Milliyetçi Hareketi’ne karşı önemli bir üstünlük elde etti.
Kendi liderini Türk milliyetçi hareketine “kurucu önder” olarak kabul ettirdi.
Türk Milliyetçi Hareketi’nin ideolojik temelini ortadan kaldırdı.
MHP’nin söylem etkinliğini bitirdi.
PKK’nin fesih kararı, aslında MHP’nin ideolojik olarak fesih kararıdır.
PKK ortadan kalkmış, ama KCK ve KONGRA-GEL olarak yoluna devam edecektir.
MHP de artık kendini gereksiz hale getirmiştir.
Bundan sonraki süreçte muhtemelen AKP içinde eriyip kaybolacaktır.
Fatih Altaylı
BOZKURTBEY
3 gün önce
“İstikbal Göklerdedir” şiarıyla vatanın istikbali için canlarını seve seve feda eden tüm hava şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz...
tarikhaber
3 gün önce
Kanal 1 şuan test yayınında. Yakında normal yayına başlayacak. Frekans: 12219 H 6500 #Ali https://tarikhaber.com/hab...
tarikhaber
3 gün önce
ÖMER TARIK YILMAZ / Rusya-Ukrayna Görüşmeleri: Trump ve Putin'in İstanbul Planlarının İptali Üzerine Bir Değerlendirme https://tarikhaber.com/kos...
tarikhaber
3 gün önce
Yeni Mini Dizi geliyor Oyuncu Kadrosunda Melisa Döngel Haluk Bilginer Ali Atay Hazal Kaya Atay Çifti Serkan Keskin https://tarikhaber.com/hab...
Bozkurt mahir
4 gün önce
CANTURİ'NİN EŞİ

1812 Vatanseverlik Savaşı ve Rus Ordusunun 1813-1814 Dış Seferleri sırasında Başkurtistan'da 20 Başkurt, 2 Teptyar ve 2 Mişar alayı kurulmuş, bu alaylar Napolyon'un ordularının Rusya'dan kovulması ve Avrupa'nın kurtuluşunda rol oynamışlardır.

Alman ressam Jugel'in "20 Şubat 1813'te Berlin'de İlk Kazaklar" adlı çiziminde, Don Kazakları ve Başkurtlardan oluşan düzensiz süvarilerin birleşik bir müfrezesini görüyoruz. Bunlardan biri demir miğfer giymiş, mızrak, kılıç, oklu yay ve kemerine sıkıştırılmış bir tabancayla silahlanmış. İkincisi yüksek üstlü geleneksel yuvarlak bir şapka takıyor, üçüncüsü ise malakhai (kolaksin) takıyor. Bunların arasında bir de kadın görüyoruz. Bu, birçok Başkurt'un eşlerini seferlere götürdüğü bilgisini doğruluyor, özellikle bu, yerel tarihçi ve yayıncı Vasili Zefirov'un 19. yüzyılın ortalarında kaydettiği "Başkurt Canturi Hikâyeleri"nde belirtiliyor:

“Kibitkada bir şey fark ettim: zincir postaydı - Başkurtların eski savaş kıyafeti. Tamamen çelik halkalardan oluşuyor, ancak dördüncüsüyle birbirine bağlanan üç halkanın bütünün yalnızca bir halkasını oluşturduğunu belirtmek gerekir; bir kişiyi baştan bele kadar kaplar; giymeye çalıştım, ancak başaramadım: yaklaşık iki pud ağırlığındaydı ve bir tüfek mermisinin bu zincir postayı ancak yakın mesafeden delebileceğini düşünüyorum.

— Şu anda bu savaş kıyafetini kullanıyor musunuz? - Diye sordum.

"Hayır efendim," diye cevapladı Canturya, "bizim yakışıklı adamlar artık kumaş ceketler, şapkalar giyiyorlar ve ağır zincir zırh giyme alışkanlıklarını kaybettiler." Eskiden Başkurtlar böyle değildi: Sefer emri verirlerdi, sırtlarına zincir zırh giyerlerdi, üstüne mavi bir kaftan, başına beyaz bir şapka, sırtında oklu bir sadak, kemerine takılı bir kılıç, elinde bir mızrak olurdu ve komutanın emrettiği yere giderlerdi. Bu birlik içinde Fransızlarla ve onların büyük şehri Paris'le savaş halindeydim.

"Peki," diye sordum, "Paris iyi mi?"

- Muhteşem bir şehir, çok muhteşem bir şehir! Gülerek ekledi, oradaki kadınlar sadece yakşi. Yalnız karım beni tek başıma yürüyüşe çıkarmıyordu... Kurnaz bir ihtiyar kadın.

"Bir eş gibi," diye sözünü kestim, "savaşta mıydı?"

— Öyleydi ve bir madalyası vardı.

— Bu olabilir mi? Sonuçta bir savaş var!

“Ne efendim,” dedi yaşlı adam, “bizimle şaka mı yapıyorsunuz?” Kızlarımın at sırtında nasıl gezdiklerini gördün, ellerinde sadece bir mızrakla, tam bir Kazak gibiler, her cüretkarı atından düşürürler.

Çay içerken konu tekrar Fransız seferine geldi. Canturya çok ilginç hikayeler anlattı. Esprilerle tatlandırılmış sade anlatımını beğendim...

“Ordumuz,” diye anlatmaya başladı Canturya, “çok hızlı bir şekilde Drizden’e doğru hareket ediyordu… Nerede olduğunu hatırlamıyorum ama yaklaşık elli kişi nöbete alınmıştı. Nasıl kaçırdığımızı bilmiyorum ama şafak vakti yanımıza yaklaşık 20 Fransız geldi, göğüslerinde çelik levhalar vardı (muhtemelen Fransız şövalyeleri); Atlarımıza atladık, mızraklarımızı eyerlerimize bastırdık ve bir çığlıkla kötü adamlara doğru koştuk. Altımdaki at canlıydı, birini delip geçtim ve mızrağı çoktan çıkarmıştım ki, diğeri, bir köpek, bana kılıcıyla sertçe vurdu, zincir posta dayanamadı ve attan düştüm, omzum koptu ve huşumu kaybettim. Kendime geldiğimde yoldaşlarımın yarısının öldürüldüğünü ve geri kalanının bağlandığını gördüm. Karım yanımda değildi ve artık bu dünyada olmadığını düşündüm. Bizi atlara bindirdikten sonra esir aldılar. Yaklaşık bir buçuk saat sonra, tam yüz Don Kazakları aniden ormanın arkasından fırlayıp bizi her taraftan kuşattılar. Sadece 12 tane kalmış olan Fransızlar korkup af dilediler. Eşim Don Kazakları ile birlikteydi ve meseleyi anlattılar: ilk savaşta kadınım bizimkinin dayanamayacağını anlayıp savaş alanından sıvıştı ve ana müfrezeye haber verdi. Evet, o olmasaydı artık memleketimde ziyafet çekemezdim. "Güzel bir kadın, söylenecek bir şey yok..."

Fotoğrafta: Dresden yakınlarındaki 15. Başkurt Alayı'na bağlı bir Başkurt.
Sanatçı A. Kuzhin.
Bozkurt mahir
4 gün önce
Bizim memlekette Uşak Afyon arası sürekli trafik kontrolu olan bir yer vardır.

jandarma kolluk kuvvetleri trafik uygulaması yapmaktadır.
Yaşlıca bir amcanın aracını kontrol için çevirirler. Kontrolden sonra amcaya ceza yazılır.

Amca, makbuzunu alıp aracına doğru giderken geri döner ve Jandarma Astsubay Zeki Marmara'ya "evladım sana bir kere sarılabilir miyim" der.

Astsubay Zeki Marmara insanların ceza yazıldıktan sonra söylenmesine alışıktır.

- "Hayırdır amca niye sarılacaksın?" diye sorar.

Amca:
- "İçimden geldi evladım" der.

Astsubay gülerek
- "Gel sarılalım" der.
Sarılırlar.

Ayrıldıklarında amcanın gözleri yaşlıdır. Ve hızla aracına doğru yürüyüp biner.

O esnada Astsubay Zeki Marmara hiçbir şey anlamadığı bu durumu açıklaması için başını aracın camından içeri uzatarak
- "Amca niçin ağladığını bana söyleyeceksin" diye ısrar eder.

Amca gözleri buğulanmış olarak yanındaki hanımına dönüp bakar.
Teyze de ağlamaktadır.

Bu esnada Uzman Çavuş Faruk Yayla da yanlarına gelmiştir.
Amca ısrara dayanamaz. Astsubay Zeki Marmara'ya şefkatle bakar ve "Oğlum yaşasaydı senin yaşlarında olacaktı. Cizre'de şehit düştü" der...

Astsubay Zeki Marmara ve Uzman Çavuş Faruk Yayla kurşun yemiş gibi sarsılırlar. Bir müddet gözleri birbirlerine takılı kalır.
Afyon'un soğuğunda yürekleri alev alev yanmaktadır.
Amca aracını vitese takar yürümek üzereyken ani bir hamleyle durdurur ve ceza makbuzunu geri isterler.

Zorla da olsa elinden alırlar.
Ve amcanın ellerini öpüp;
"Biz de senin evladın sayılırız ve evlatlar babalarının cezasını öderler.

Gerçi bu cezanın bedeli Cizre'de çoktan ödenmiştir. Lakin kabul edersen bir kere de biz ödemek istiyoruz" deyip amcayı hürmetle uğurlarlar..!

Bu millete bu acıları yaşatanlar aynı acıları yaşasınlar demek yeterlimidir.

bu acıları yaşamamak için her birey kendini geliştirmelidir. insan ancak çağdaş eğitim, bilim, felsefe ile aydınlanır evrensel erdemlerle gelişir.
Bozkurt mahir
4 gün önce
İsteseler anayasa değişikliğini referanduma götürecek 360 milletvekilini bulabilirler ama
referandumda %70 "HAYIR" çıkacağını biliyorlar..!!

Bugün seçim olsa, o 360'ı da artık rüyalarında bile göremezler..!!

Bunu da çok iyi biliyorlar..!!

Tek hesapları var, bir daha asla ulaşamayacakları milletvekili sayısını 400'e tamamlayarak, anayasayı referandum yapmadan değişitrebilmek..!!

Yani, an itibariyle halkta karşılığı olmayan bir gücü, halkın çoğunluğuna karşı kullanmaya çalışıyorlar..!!

Bunu da "demokrasi" diye yutturacaklar..!!

pkk me ka ka, fesih falan hikaye..!!

Bütün hesap, kirli iktidarlarını devam ettirebilmek üzerine..!!

Ülkeye ne olacağı umurlarında bile değil..!!
Bozkurt mahir
4 gün önce
🔴🔴İmralı da bebek katilini sorgulayan Albay Hasan Atilla Uğur:

"İmralı'da bebek katili Öcalan’ı sorgularken, 'telsizden ses kayıtların var, bebeklerine kadar öldürün diyorsun’ dedim. Verdiği cevap;

'İnsanları PKK'nın karşısında duramaz hale getirmek için bunları söylemem gerekti' dedi.” Bu it, şimdi barış güvercini yapıldı!
BOZKURTBEY
4 gün önce
"Çiftçi, hayatın büyüsünü toprağa işler. Onun emeği, doğanın kendisi kadar değerlidir."
Sofralarımıza ulaşan her türlü nimetin üretiminde emeği ve alın teri bulunan tüm çiftçilerimizin 14 Mayıs Çiftçiler Günü'nü kutlarız...
K_Cemal
4 gün önce
... Türkler; İslam'ı seçmekle kalmamış, kendilerini hak bildiklerine savunmaya adamıştır. Bir yerden sonra savunmayla birlikte Liderlik de üzerlerine farz olmuş, İslam'ın ilk yeşerdiği ve geliştiği Arap Milletinden daha fazla Halifelik süresine sahip olmuşturlar. Bu süreçteÜmmet'in en dar ve sıkıntılı anlarında abilik, yer yer babalık, yapmış; Çin'den İspanya'ya, Hidnistan'dan İngiltere'ye kadar kâfirin kabusu olmuştur.

Günümüzde Türklerin en güçlü devleti olan Türkiye; Selçuklu ve Osmanlı'nın devamı olan, 1000 küsurlük bir devlet olmasının yanı sıra, Cihan Devleti vasfını ve üzerine Halifelik makamını (tırtışmasız bir biçimde) birçok milletin bütün tarihinden daha fazla taşımış, güçlü ordusu ve bağımsızlığıyla -daha önce hiç sömürgeleşmemesiyle- milli hafızasıyla, liderlik için gereken şartları büyük oranda sağlamasıyla, Ümmet'in ekseriyetiyle kurduğu güçlü bağlarla tekrardan Halifeliği (ilk etapta İslam Birliği Başkanlığına) en güçlü adaydır.

Diğer adayları saymak gerekirse; Suudi Arabistan, İran ve Mısır diye biliriz. Bu üç ülkedense ilk ikisi (S.Arabistan ve İran) meshepsel bakış açıları sebebiyle gerçek bir liderlikten bahsedemez. Nitekim görüşleri Ümmet'in kahir ekseriyetiyle alakasız olup, kendileri dışında kalanlara karşıda düşmanca bir tavır sergilemektedirler. (İran için Suriye İç Savaşı, Suudlar için Yemen'e bakılması yererlidir.) Gerçke bir liderlik içinse kapsayıcı bir bakış açısı şarttır. Birlik sağlanacak yerde bir azınlığın liderlik yapması mümkün değildir.
Bilhassa Şia, devlet politikası olarak zaman zaman ortaya çıkan ve devletin dağılmasıyla hızla güç kaybedip asimile olan ve zayıf bir görüştür. Ehli-Sünnet'e bakışlarıysa onları kendi içlerinde yaşamaya sevk etmiş, kendilerini Ümmette yabancılaştırmıştır. Bunun yansımaları Suriye İç Savaşında görülmüş ve Şia, Ümmet için ciddi bir risk olarak kabul görmüştür.
Suudlarında Vehhabilik anlayışı Şia'ya benzer bir serüven yaşasa da 1800'lede ortaya çıkması ve gelişimini tamamlayamayışla toy kalmış, bu toylukları onlara "Devlet" tanımı yapmaktan bile alı koymuştur. Yansımalarınıysa Yemen'de gördük. İkisinin de Ümmet tarafından kabul görmesi muhtemel değildir.
Mısır; zayıf devlet yapısı, kendini kanıtlayan ayan ordusu, siyasi sorunları ve halkın liderlikten uzaklığı gibi ciddi sorunlarından dolayı potansiyeli yüksek lakin pratikte olmayan bir adaydır. Yaşadığı sorunlar bir yana; Mısır, İslam Medeniyeti için vaz geçilemeyecek yerlerden birisidir. Tarihi ve kültürü ile, İslam'ın geliştiği ve yayıldığı en önemli yerlerden birisi olmasıyla, halen devam eden Alimler silsilesiyle, Halifelik makamına ev sahipliği yapmışlığıyla, geçmişiyle ve gelecek potansiyeliyle -Halifelik için olmasa bile- önemli bir konumdadır.

Türkiye ise halkının böylesi ağır bir vazifeye hazır olmaması uğraşmak zorundadır.
Allah, bizleri vazife vaktinde hazır eylesin.
İstesek de istemesek de vazife omuzlarıma yüklenecek. O vakit kabul etmez yahut kaldıramazsak, altında bir biz değil, bütün bir Ümmet kalacaktır. Biz bunu Haçlılarda, Moğollarda, Sömürgecilik döneminde yaşadık. Bugün yaşananların mesluliyeti bizdedir. Bunu inkar etmek de fayda sağlamaz. Tarih birkez daha başrolü bize yazdı, oynamak zorundayız.

Hiçbirşey Bulunamadı!

Üzgünüz, ancak {{search_query}} arama sorgunuz için veritabanımızda hiçbir şey bulamadık. Lütfen başka anahtar kelimeler yazarak tekrar deneyin.