BURASI GEDİKPAŞA..
"AMERİKAN KOVBOYLARI, ELLER YUKARI!."
______________________________________________________________________
Burası Gedikpaşa!.
Ayakkabının, ayakkabıcılığın başkenti..
Henüz sanayileşememiş ayakkabı imalatının, toptancılığının, kalbinin attığı yer..
Her ne kadar adı Gedikpaşa olsa da,
bir ucu Kumkapı'ya,
bir ucu, Çemberlitaş-Tavukpazarı,
bir ucu da Soğanağaya kadar uzanır.
Burada zaman farklı işler..
Gedikpaşa'nın kendine özgü bir jargonu, yaşama biçimi, yeme-içme, hafta sonu kültürü vardır.
Sabah; Çarşıkapı köşe başındaki Aydıner han girişinde Bulgar sütçü Argiri Nedelko'dan baget ekmeğe hazırlanmış bal-kaymak sandviç, ya da Çorlulu Ali paşa medresesi karşısındaki, sebilde börekçi
( şimdilerde Kubbealtı cemiyeti ) İzmirli Cemal'den alınan, kuş üzümü-çam fıstıklı, kıymalı börekle başlar.
Hanın çaycısının saat başlarında çay askısını doldurup alttan yukarı servisleri neredeyse her saat başı devam eder..
Öğle yemeğinde seçenek sınırsızdır..
Bazen Tavukpazarında ciğerci Basri'den ekmek arası ciğer, bazen ayağı çabuk bir çırağa Mercan yokuşu başından aldırılan söğüş kelle, arada Gedikpaşa caddesi üzerinde Şar lokantasından tencere yemekleri, veya Şar'ın karşısındaki işkembeciden bol sarımsaklı damar tuzlama ve zerde, bazen Çemberlitaş'tan Nuruosmaniye'ye doğru giderken Vezir hanı geçince köşe başında,
Erzincanlı balıkçı Ahmet Kehri'den alınmış
balık ekmek..
Yalnız, Ahmet Kehri deyince durup düşünmek gerekiyor.
İstanbul'a gelinceye kadar deniz görmemiş bu adam, tek başına orkestra gibi..
Dükkânda personel, dekor, hatta çatal-bıçak bile yok..
Balığın mevsimine ve cinsine göre tava veya ızgara yapıyor, eğer orada yiyecekseniz; duvara bağlı genişçe, raf görüntülü yer sizin yemek masanızdır, alttan bir tabure çeker oturursunuz...
Servis beklerseniz çok beklersiniz..
Uzun boylu, kasketli, pala bıyıklı biri gelir ne istediğinizi sorar ve gider..
Soru: Hangi balığı yiyeceğinizdir.
O mermer raf görüntülü yere beyaz bir kağıt serilir, üzerine yarım ekmek, bir dilim limon, iki dilim mor soğan konur, biraz sonra da balığınız ızgara veya tavada pişirilip kağıdın üzerinde yerini alır.
Siz on parmağınızla tabaksız, çatal-bıçaksız, kürdansız, peçetesiz o balığı yer ve oranın da daimi müşterisi olursunuz..
Burası Gedikpaşa!..
Bütün ayakkabı sanayii başta semte adını veren, Gedikpaşa caddesi, ve ona dik açıyla bağlanan iki önemli cadde, Cami ve Hamam caddeleri ile bunlara bağlı sokaklardan oluşur.
Burada hangi sokağa girseniz, hangi hanın önünde dursanız, yaz günü açık pencerelerden dışarı taşan ritmik çekiç ve danelya tıkırtılarını duyarsınız ki; bu Gedikpaşa'nın alâmet-i farikasıdır.
Kunduracı; ağzından çivi yoksa; ya futbol konuşur
ya da seyrettiği kovboy filmini..
Kovboy filmi moda..
Çünkü: Henüz Kore savaşının hatıraları taze ve o kunduracı tezgâhı etrafındakiler de okullarda dağıtılan Amerikan süt tozuyla büyüyen nesilden.
Celal Şahin radyoda sesle çizgiler programında "Amerikan kovboyları aslan cinotri" söylüyor..
Sokaktaki çocuklar: "Bir, iki üçler, yaşasın Türkler" diye başlayan, on üç, on dört, on beş Amerika kardeş" diye biten uzun tekerlemeler söylüyorlar.. Ve tam bir Amerikan sarmalındayız..
Sendikasız, sigortasız, mesleki dayanışmadan uzak kundura emekçisinin hatıralarında da, korkularında da ilk sırayı "Patlıcan kesatı" dedikleri yazları olan işsizlik krizi alır ama niyeyse;
kunduracı vahşi! kızılderililerin kaçırdığı sarışın Amerikalı kadına üzülmekten kendi sıkıntılarını, ve çaresizliğini unutur.
Burada hayaller hep kısa vadelidir, sınırı;
Cumartesi gidilecek Beyoğlu, Çiçek pasajı ile pazar günü Dolmabahçe stadındaki maç, belki hafta içi yazlık sinemada bir kovboy filmi..
Haftada bir gün maça gidilir, geri kalan altı gün de maç kritiği yapılır. Bazen yirmi yıl öncesinin şampiyonluğuyla övünülür, bazen de kaçırılmış bir gol için yirmi yıl dövünülür. Üç büyüklerin maçları hararetli tartışılır, iddiaya girilir ama bütün dünyaları bu kadardır..
Gedikpaşa'da en özel gün cumartesidir..
Çünkü: Cumartesi Beyoğlu günüdür!.
Cumartesi dükkânda biraz demlenildikten sonra Beyoğlu'na Çiçek pasajına gidilip madam Anahit dinlenilecektir, veya başka bir yerlere gidilir Arjantin dedikleri votka katkılı bira içilip, dükkânda içilen sonrası, ekonomik çakır keyiflik yakalanacaktır.
Mesleğin kıdemlileri o gün dükkâna kılığına daha dikkat ederek ve tıraş olarak gelir, ayakkabılar pırıl pırıl boyanmış, kimi boyunbağını! da takmıştır, kimi de bağlamayı beceremediği boyunbağını cebinde hazır halde getirip, giderken boynuna takmak üzere duvardaki çiviye asar.
O gün imalathane sahibi, imalatta kullanılan sarf malzemesi çiriş, çivi, pataki, ökçe, taban astarı paralarını malzemeciye, ayakkabının iç tabanındaki yaldızlı persirof baskıyı yapana, sayacıya, dericiye, frezeciye ödemeleri yapar ve sıra dükkandaki personeline gelir.
Her tezgâhın ürettiği ayakkabı hesaplanır, kalfanın her gün aldığı "Prustanca" adı verilen avansları düşülür ödemeler yapılır.
İşte ondan sonrası, gelsin çilingir sofrası..
Alçak hasır iskemlelerin, üstünde, oturmuş üç kişi
70 x 70 santim ölçülerinde ve sandalyelerle mütenasip bir kunduracı tezgâhının etrafındalar.
Tezgahın üzerinde temiz bir gazete, hanın çaycısından ödünç alınmış üç çay bardağı, bir kaç şişe Hamidiye suyu,
Gedikpaşa caddesinde manav Pala'dan alınmış domates salatalık, Pala'nın dükkânının önündeki,
tek dekoru mavi muşamba ve camekân olan lâkerdacıdan alınmış üç ince dilim lakerdayla dörde bölünmüş bir mor soğan, Çarşıkapı alt geçidindeki mezecilerden birinden hazırlatılmış yedi buçuk liralık meze..
O zamanlar, mezeciye kaç kişi olduğunuzu ve bütçeyi söylersiniz, o da size kişi sayısına göre meselâ; altı Kalamata zeytini, üç ince dilim pastırma, üçe bölünmeye uygun ölçüde beyaz peynir, verev dilimlenmiş kornişon turşu, tadımlık Rus salatasını yağlı bir kağıda sarar verirdi. Bilmem şimdilerde böyle bir müşteri profiliyle, böylesi esnaf kalmış mıdır?..
Oturan üç kişi: Sait Faik'in hikaye kahramanları gibi, veya Refik Halit'in eskici hikayesinden fırlamış eskici gibidir.
İkisinin avurtları çökük saç ve sakalları erken kırlaşmış, imalat esnasında ağızlarına çivi doldurmaktan mıdır? bilinmez ama ön dişleri eksik.
Üçüncüsü nispeten genç, dişleri sağlam saçını Engin Çağlar gibi tarayan, bıyığını ona benzetmeye çalışan, filmlerini kaçırmayan, repliklerini ezberleyen hayata geleceğe dair ümitleri olan, ve o kendinden kıdemli meslektaşlarını can can kulağıyla dinleyen biri.
Mekân: Ayakkabı imalathanelerinin bulunduğu adına "Han" denilen, muhtemelen eski güzel günlerin şahidiyken gözden düşmüş eski bir ev.
Şimdilerde ise bayatlamış çiriş, deri, ve odanın her tarafına sinmiş sigara dumanı kokulu bir mekân.
Cumartesi günü bu enva-i çeşit kokuya bir de anason, lakerdanın yanındaki soğan, pastırmanın baskın kokusu ilave oluyor.
Duvarların ne zaman badana yapıldığını hatırlayan yok, çatlaklar delikler futbolcu, artist, şampiyon spor kulüplerinin takım fotoğrafları ile kapatılıyor.
Muhabbetin en kıvamlı yerinde, kapıda bir kovboy!. Sırtında yelek, yeleğin göğsünde yıldız, başında klasik kovboy şapka, belinde fi tarihinden kalma çift altıpatlar tabanca ve boynuna asılı bir fotoğraf makinesi.. Sırıtıp sesleniyor "Hey!.. Amerikan kovboyları eller yukarı.."
Kapıdaki seyyar fotoğrafçıdır.. Aynı zamanda kovboy modasını paraya tahvil eden zekâdır da.. İnsanlar, bir hafta öncesinin kovboy filminden etkilenip, fotoğrafçının yeleği, şapkası ve silahlarıyla kovboy pozu verip fotoğraf çektirir. Fotoğrafçı aynı zamanda, hanları dolaşıp, bir önceki Cumartesi çektiği fotoğrafları teslim edip tahsilatını yapar, bir sonraki haftaya teslim edilmek üzere yeni fotoğraflar çeker.
***
Bu yaşanmışlıkların üzerinden neredeyse elli yılı aşkın bir zaman geçti..
Artık ayakkabı imalatı büyük ölçüde sanayileşti halen o kötü kokulu ve harap iş hanlarıyla o şartlarda çalışan kundura emekçileri var mıdır? bilmiyorum.
O kunduracı tezgâhında üretim yapanlardan yaşayanlar kalmışsa da çoktan seksen yaşını devirmişlerdir.
Artık "Eline yavaş kunduracı olacağına, ayağına çabuk dilenci ol, üç kapı fazla gezersin" diyen Lumbaba Niyazi de,
"Berbere dinlen demişler oturmuş, kunduracıya dinlen demişler, ayağa kalkmış" diyen, sudan bahanelerle kalkıp gezinen, kendine dinlenme sebebi icat eden sağır Bican da yok..
Daha önemlisi ise o insanların yaşama sevinci, hayata tutunma sebebi olan ümit kırıntıları ve güzellikler yok artık.
Artık ne Bulgar sütçü Argiri Nedelko var, ne börekçi İzmirli Cemal, ne Erzincanlı balıkçı Ahmet Kehri ne lakerdacı, ne de akordeonuyla madam Anahit..
Velev ki olsaydılar; İzmirli Cemal'in böreğe koyduğu çam fıstığının kilosu bugün dört bin lira olmuş..
Cemal onu alıp böreğe nasıl koysun, o böreği kaça satsın, ya da bir emekçi o böreği nasıl alıp da yiyebilsin?
Lakerdanın fiyatı an itibarıyla bin beş yüz lira..
Pastırma derseniz; altınla yarışmakta..
***
Ne güzel demiş merhum Ah
"AMERİKAN KOVBOYLARI, ELLER YUKARI!."
______________________________________________________________________
Burası Gedikpaşa!.
Ayakkabının, ayakkabıcılığın başkenti..
Henüz sanayileşememiş ayakkabı imalatının, toptancılığının, kalbinin attığı yer..
Her ne kadar adı Gedikpaşa olsa da,
bir ucu Kumkapı'ya,
bir ucu, Çemberlitaş-Tavukpazarı,
bir ucu da Soğanağaya kadar uzanır.
Burada zaman farklı işler..
Gedikpaşa'nın kendine özgü bir jargonu, yaşama biçimi, yeme-içme, hafta sonu kültürü vardır.
Sabah; Çarşıkapı köşe başındaki Aydıner han girişinde Bulgar sütçü Argiri Nedelko'dan baget ekmeğe hazırlanmış bal-kaymak sandviç, ya da Çorlulu Ali paşa medresesi karşısındaki, sebilde börekçi
( şimdilerde Kubbealtı cemiyeti ) İzmirli Cemal'den alınan, kuş üzümü-çam fıstıklı, kıymalı börekle başlar.
Hanın çaycısının saat başlarında çay askısını doldurup alttan yukarı servisleri neredeyse her saat başı devam eder..
Öğle yemeğinde seçenek sınırsızdır..
Bazen Tavukpazarında ciğerci Basri'den ekmek arası ciğer, bazen ayağı çabuk bir çırağa Mercan yokuşu başından aldırılan söğüş kelle, arada Gedikpaşa caddesi üzerinde Şar lokantasından tencere yemekleri, veya Şar'ın karşısındaki işkembeciden bol sarımsaklı damar tuzlama ve zerde, bazen Çemberlitaş'tan Nuruosmaniye'ye doğru giderken Vezir hanı geçince köşe başında,
Erzincanlı balıkçı Ahmet Kehri'den alınmış
balık ekmek..
Yalnız, Ahmet Kehri deyince durup düşünmek gerekiyor.
İstanbul'a gelinceye kadar deniz görmemiş bu adam, tek başına orkestra gibi..
Dükkânda personel, dekor, hatta çatal-bıçak bile yok..
Balığın mevsimine ve cinsine göre tava veya ızgara yapıyor, eğer orada yiyecekseniz; duvara bağlı genişçe, raf görüntülü yer sizin yemek masanızdır, alttan bir tabure çeker oturursunuz...
Servis beklerseniz çok beklersiniz..
Uzun boylu, kasketli, pala bıyıklı biri gelir ne istediğinizi sorar ve gider..
Soru: Hangi balığı yiyeceğinizdir.
O mermer raf görüntülü yere beyaz bir kağıt serilir, üzerine yarım ekmek, bir dilim limon, iki dilim mor soğan konur, biraz sonra da balığınız ızgara veya tavada pişirilip kağıdın üzerinde yerini alır.
Siz on parmağınızla tabaksız, çatal-bıçaksız, kürdansız, peçetesiz o balığı yer ve oranın da daimi müşterisi olursunuz..
Burası Gedikpaşa!..
Bütün ayakkabı sanayii başta semte adını veren, Gedikpaşa caddesi, ve ona dik açıyla bağlanan iki önemli cadde, Cami ve Hamam caddeleri ile bunlara bağlı sokaklardan oluşur.
Burada hangi sokağa girseniz, hangi hanın önünde dursanız, yaz günü açık pencerelerden dışarı taşan ritmik çekiç ve danelya tıkırtılarını duyarsınız ki; bu Gedikpaşa'nın alâmet-i farikasıdır.
Kunduracı; ağzından çivi yoksa; ya futbol konuşur
ya da seyrettiği kovboy filmini..
Kovboy filmi moda..
Çünkü: Henüz Kore savaşının hatıraları taze ve o kunduracı tezgâhı etrafındakiler de okullarda dağıtılan Amerikan süt tozuyla büyüyen nesilden.
Celal Şahin radyoda sesle çizgiler programında "Amerikan kovboyları aslan cinotri" söylüyor..
Sokaktaki çocuklar: "Bir, iki üçler, yaşasın Türkler" diye başlayan, on üç, on dört, on beş Amerika kardeş" diye biten uzun tekerlemeler söylüyorlar.. Ve tam bir Amerikan sarmalındayız..
Sendikasız, sigortasız, mesleki dayanışmadan uzak kundura emekçisinin hatıralarında da, korkularında da ilk sırayı "Patlıcan kesatı" dedikleri yazları olan işsizlik krizi alır ama niyeyse;
kunduracı vahşi! kızılderililerin kaçırdığı sarışın Amerikalı kadına üzülmekten kendi sıkıntılarını, ve çaresizliğini unutur.
Burada hayaller hep kısa vadelidir, sınırı;
Cumartesi gidilecek Beyoğlu, Çiçek pasajı ile pazar günü Dolmabahçe stadındaki maç, belki hafta içi yazlık sinemada bir kovboy filmi..
Haftada bir gün maça gidilir, geri kalan altı gün de maç kritiği yapılır. Bazen yirmi yıl öncesinin şampiyonluğuyla övünülür, bazen de kaçırılmış bir gol için yirmi yıl dövünülür. Üç büyüklerin maçları hararetli tartışılır, iddiaya girilir ama bütün dünyaları bu kadardır..
Gedikpaşa'da en özel gün cumartesidir..
Çünkü: Cumartesi Beyoğlu günüdür!.
Cumartesi dükkânda biraz demlenildikten sonra Beyoğlu'na Çiçek pasajına gidilip madam Anahit dinlenilecektir, veya başka bir yerlere gidilir Arjantin dedikleri votka katkılı bira içilip, dükkânda içilen sonrası, ekonomik çakır keyiflik yakalanacaktır.
Mesleğin kıdemlileri o gün dükkâna kılığına daha dikkat ederek ve tıraş olarak gelir, ayakkabılar pırıl pırıl boyanmış, kimi boyunbağını! da takmıştır, kimi de bağlamayı beceremediği boyunbağını cebinde hazır halde getirip, giderken boynuna takmak üzere duvardaki çiviye asar.
O gün imalathane sahibi, imalatta kullanılan sarf malzemesi çiriş, çivi, pataki, ökçe, taban astarı paralarını malzemeciye, ayakkabının iç tabanındaki yaldızlı persirof baskıyı yapana, sayacıya, dericiye, frezeciye ödemeleri yapar ve sıra dükkandaki personeline gelir.
Her tezgâhın ürettiği ayakkabı hesaplanır, kalfanın her gün aldığı "Prustanca" adı verilen avansları düşülür ödemeler yapılır.
İşte ondan sonrası, gelsin çilingir sofrası..
Alçak hasır iskemlelerin, üstünde, oturmuş üç kişi
70 x 70 santim ölçülerinde ve sandalyelerle mütenasip bir kunduracı tezgâhının etrafındalar.
Tezgahın üzerinde temiz bir gazete, hanın çaycısından ödünç alınmış üç çay bardağı, bir kaç şişe Hamidiye suyu,
Gedikpaşa caddesinde manav Pala'dan alınmış domates salatalık, Pala'nın dükkânının önündeki,
tek dekoru mavi muşamba ve camekân olan lâkerdacıdan alınmış üç ince dilim lakerdayla dörde bölünmüş bir mor soğan, Çarşıkapı alt geçidindeki mezecilerden birinden hazırlatılmış yedi buçuk liralık meze..
O zamanlar, mezeciye kaç kişi olduğunuzu ve bütçeyi söylersiniz, o da size kişi sayısına göre meselâ; altı Kalamata zeytini, üç ince dilim pastırma, üçe bölünmeye uygun ölçüde beyaz peynir, verev dilimlenmiş kornişon turşu, tadımlık Rus salatasını yağlı bir kağıda sarar verirdi. Bilmem şimdilerde böyle bir müşteri profiliyle, böylesi esnaf kalmış mıdır?..
Oturan üç kişi: Sait Faik'in hikaye kahramanları gibi, veya Refik Halit'in eskici hikayesinden fırlamış eskici gibidir.
İkisinin avurtları çökük saç ve sakalları erken kırlaşmış, imalat esnasında ağızlarına çivi doldurmaktan mıdır? bilinmez ama ön dişleri eksik.
Üçüncüsü nispeten genç, dişleri sağlam saçını Engin Çağlar gibi tarayan, bıyığını ona benzetmeye çalışan, filmlerini kaçırmayan, repliklerini ezberleyen hayata geleceğe dair ümitleri olan, ve o kendinden kıdemli meslektaşlarını can can kulağıyla dinleyen biri.
Mekân: Ayakkabı imalathanelerinin bulunduğu adına "Han" denilen, muhtemelen eski güzel günlerin şahidiyken gözden düşmüş eski bir ev.
Şimdilerde ise bayatlamış çiriş, deri, ve odanın her tarafına sinmiş sigara dumanı kokulu bir mekân.
Cumartesi günü bu enva-i çeşit kokuya bir de anason, lakerdanın yanındaki soğan, pastırmanın baskın kokusu ilave oluyor.
Duvarların ne zaman badana yapıldığını hatırlayan yok, çatlaklar delikler futbolcu, artist, şampiyon spor kulüplerinin takım fotoğrafları ile kapatılıyor.
Muhabbetin en kıvamlı yerinde, kapıda bir kovboy!. Sırtında yelek, yeleğin göğsünde yıldız, başında klasik kovboy şapka, belinde fi tarihinden kalma çift altıpatlar tabanca ve boynuna asılı bir fotoğraf makinesi.. Sırıtıp sesleniyor "Hey!.. Amerikan kovboyları eller yukarı.."
Kapıdaki seyyar fotoğrafçıdır.. Aynı zamanda kovboy modasını paraya tahvil eden zekâdır da.. İnsanlar, bir hafta öncesinin kovboy filminden etkilenip, fotoğrafçının yeleği, şapkası ve silahlarıyla kovboy pozu verip fotoğraf çektirir. Fotoğrafçı aynı zamanda, hanları dolaşıp, bir önceki Cumartesi çektiği fotoğrafları teslim edip tahsilatını yapar, bir sonraki haftaya teslim edilmek üzere yeni fotoğraflar çeker.
***
Bu yaşanmışlıkların üzerinden neredeyse elli yılı aşkın bir zaman geçti..
Artık ayakkabı imalatı büyük ölçüde sanayileşti halen o kötü kokulu ve harap iş hanlarıyla o şartlarda çalışan kundura emekçileri var mıdır? bilmiyorum.
O kunduracı tezgâhında üretim yapanlardan yaşayanlar kalmışsa da çoktan seksen yaşını devirmişlerdir.
Artık "Eline yavaş kunduracı olacağına, ayağına çabuk dilenci ol, üç kapı fazla gezersin" diyen Lumbaba Niyazi de,
"Berbere dinlen demişler oturmuş, kunduracıya dinlen demişler, ayağa kalkmış" diyen, sudan bahanelerle kalkıp gezinen, kendine dinlenme sebebi icat eden sağır Bican da yok..
Daha önemlisi ise o insanların yaşama sevinci, hayata tutunma sebebi olan ümit kırıntıları ve güzellikler yok artık.
Artık ne Bulgar sütçü Argiri Nedelko var, ne börekçi İzmirli Cemal, ne Erzincanlı balıkçı Ahmet Kehri ne lakerdacı, ne de akordeonuyla madam Anahit..
Velev ki olsaydılar; İzmirli Cemal'in böreğe koyduğu çam fıstığının kilosu bugün dört bin lira olmuş..
Cemal onu alıp böreğe nasıl koysun, o böreği kaça satsın, ya da bir emekçi o böreği nasıl alıp da yiyebilsin?
Lakerdanın fiyatı an itibarıyla bin beş yüz lira..
Pastırma derseniz; altınla yarışmakta..
***
Ne güzel demiş merhum Ah
3 gün önce