Logo
Bozkurt mahir
14 saat önce
Bizler ilkokulda yurttaşlık bilgisi,
lisede:mantık, sosyoloji, felsefe okuyan nesiliz. İşte onun için Kim Milyoner Olmak İster programında 15 Bin Tl yi hiç joker kullanmadan %90 kazanabilen bir nesiliz.

Biz 3 yazılı,1 sözlü imtihan olan ve kopya çekerken öğrenen bir nesiliz.

Biz annesini babasını,huzurevinde terk etmeyen bir nesiliz.
Biz kendine öz güveni olan ama çevresine sevgi ve saygısı olmayan, sadece kendisine yaşayan egoist bir nesil değil : sevgiyi,saygıyı,fedakarlığı,dostluğu,vefa duygusunu , yerine göre başkalarının yaşamı için kendi yaşam tarzından fedakarlık yapan bir nesiliz.

Arkadaşımızın ailesini ,kendi ailemiz kabul eden,namus anlayışını buna göre dizayn eden bir nesiliz.
Biz psikologlarla,pedagoglarla şekillendirilen değil:psikolojik sorunlarını aile ve mahalle ilişkileri içinde bedavaya çözen bir nesiliz.

Biz 40 yıllık 50 yıllık arkadaşlarını köşe bucak arayan ve onlarla birliktelikten zevk alan bir nesiliz...

Kabadayı denilen mahallenin bilekli delikanlısını,bizi soyan değil, bizi koruyan kollayan olarak bilen bir nesiliz.

Biz uzun eşeği, kuka oynamayı, saklambaçı, beştaşı, seksek oynamayı, kovalamaca ve körebe oynamayı, uçurtmayı, futbolu, bakkala kese kağıdı yapmayı, yakan top oynamayı bilen bir nesiliz.

Akşam üstü olunca,ekmeğin üzerine yoğurt sürüp şeker serpip yiyen bir nesiliz.
Dışarıda yemek yemenin ayıp olduğu ve hatta ağız oynatmanın bile ayıplandığı,her lokmanın eşit paylaşıldığı, çay bardağındaki şeker karıştırılırken kaşığın çıkarttığı sesin ayıp olduğu " hoop deve kervanı mı geçiyor? " diye ikaz edilen bir nesiliz.

Ebeveynlerimizin öğretmenimize " eti senin kemiği benim "diye teslim ettiği ve öğretmenimizin de bu emaneti de gözünden sakınarak koruduğu, kulağımızı çeken öğretmenimizi evde şikayet edemediğimiz ve böyle bir durumda babamızdan azar işiteceğimizi bilen bir nesiliz.

Babamızın sözünün geçtiği ama annelerimize değer verdiği ailede fikir paylaşımının olduğu bir nesiliz.

Lise Mezunu Arkadaşlarımızın Bugünkü ÜNİVERSİTE Mezunlarının Yanında DOKTORA Yapmış bir İNSAN Kalitesinde Olduğu bir NESLİN Çocuklarıyız....
Siz bizim nesli küçümsemeyin.
Bence bizim nesle benzemeye çalışın.
İşte o zaman Türkiye kurtulur....

Alıntı
Bozkurt mahir
15 saat önce
Samsun’daki İngiliz Subay, Bandırma Vapuru’na Atatürk’ü tutuklamak için çıkar..

Sonra neler oluyor biliyor musunuz?
Emekli Hava Albayı Kemal İntepe, uçuş eğitimi için gittiği İngiltere’de O İngiliz Subayla tanışır. İntepe o gün yaşananları şöyle anlatır;

1941 yılında
İngiltere’ye uçuş eğitimi için gitmiştik.
Londra’ya vardığımızda, yaşlı bir İngiliz hava binbaşısı, irtibat subayı olarak görevlendirilmişti
Adı Mr. Salter olan bu subay Türkçe’yi bizlerden daha iyi konuşuyordu.
Mr. Salter’i birkaç defa eşi ile birlikte ikindi çayına davet ettim. O da beni akşam yemeklerine evine çağırıyordu.
Emekli Binbaşı Salter bir akşam bana şunları anlattı:

“1919 yılında Piyade Binbaşı Salter olarak Samsun’daki İngiliz İşgal Tabur Komutanı idim. 18 Mayıs 1919 günü İstanbul’daki İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanlığı’ndan şifreli bir telsiz telgrafı aldım...

Bu telgraf, ‘16 Mayıs 1919 günü, Mustafa Kemal adında bir Türk generalinin, Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan ayrıldığını, eğer Samsun’a inecek olursa tutuklanarak İstanbul’a gönderilmesini’ istemekte idi.

Gerekli emirleri verdikten sonra Samsun’a indim. Şehir her zamankinden daha kalabalıktı. Bu kalabalık pazar kalabalığından farklı görünüyordu. Siyah çizmeli, külot pantolonlu ve siyah kalpaklı, sert bakışlı kimselerin çokluğu dikkatimi çekti. Sonradan bunların Türk subayları olduğunu öğrendim.

Durum çok nazikti. Dört gün önce Yunanlılar İzmir’i işgal etmişler, Türkler buna çok sert bir tepki göstermişlerdi. Rum tercümanım çok korkuyordu.
“19 Mayıs günü sabah erkenden iskeleye gittim. Sabah namazından çıkan herkes sahile inmişti...

Kurtarıcılarını bekliyorlardı. Askerlerimle çevreyi kordon altına aldım.
Denizde, batı tarafında bir duman göründü.Sahildeki kalabalık heyecanlıydı. Bir de baktım ki, her askerimin arkasında siyah çizmeli, kara kalpaklı bir Türk subayı duruyor. Hepsinin silahlı olduğu muhakkak.
Vapur iyice göründü. Görevimi iskele üzerinde yapamayacağımı düşünerek motoruma atlayıp vapura doğru hareket ettim. Mustafa Kemal Paşa’yı orada tutuklayacaktım.
Vapura ilk varan benim motorum oldu. Beraberimde getirdiğim iki erimi motorda bırakarak, tercümanımla birlikte vapurun iskelesine tırmandım..

Güvertede beni selamlayan iki tayfaya: ‘Vapurdaki generali görmek istiyorum’ dedim.
Bir tanesi önümüze düşerek bizi salonun kapısına kadar götürdü. Kapıdaki görevli, durumu içeriye bildirdi ve geriye dönüp bizi salona aldı…Herkes ayakta idi…”

“Ortada, mavi gözlü, sert bakışlı kişi ile göz göze gelince ne söyleyeceğimi şaşırdım. Sert bir asker selamı verirken ağzımdan şu sözler döküldü:‘Taburum emrinizdedir!’
Bunu nasıl söylemiştim? Daha önce hiç böyle bir şeyi aklımdan bile geçirmemiştim.

Rum tercümanım şaşırdı, bir an durakladı. Ben kendisine dönüp bakınca hemen toparlandı ve Türkçe olarak generale iletti.
Mustafa Kemal Paşa’nın yüzünde hafif bir tebessüm belirdi, teşekkür etti ve beni de yanına alarak dışarıya çıktı.
Sanıyorum,bakışlarından etkilenip bir anda teslim olma kararı vermiştim.
Gözlerinin, inanılmaz bir etkileyici gücü vardı.
Öteki sandallar da vapura ulaşmışlar, çevreyi doldurmuşlardı.
Mustafa Kemal Paşa, gemiye çıkan birkaç kişiyle tokalaştıktan sonra, vapurdan benim motorumla ayrıldık.

İskeleye vardığımızda muavinime, taburu safta toplayıp silah çattırmasını ve hepsinin Türk makamlarına teslim olmasını emrettim. Biraz durakladı, sonra asker selamı verip ayrıldı ve emrimi aynen yerine getirdi. Taburu o siyah çizmeli, kara kalpaklıkişiler teslim almıştı…
Bu yüzden, İngiltere’ye dönünce askeri mahkemede yargılandım. ‘Bir İngiliz subayı, nasıl olur da bir Türk generalin emrine girer? Bu vatan hainliğidir!’ diyorlardı.”

Mr. Salter, olayın devamını şöyle anlatıyor:

“Mustafa Kemal Paşa benim yanıma, o siyah çizmeli, kara kalpaklı kişilerden birini vererek kendi makam otomobilimle ve kendi şoförümle birlikte, misafir edileceğimi söyledikleri Ankara’ya gönderdi.
Taburumun tutuklu erlerinin de, Çorum, Çankırı ve Kastamonu’da kurulan esir kamplarına yerleştirildiğini öğrendim.
Türklerin Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar Ankara’da, Hacıbayram Camii’nin önündeki cadde üzerinde bulunan iki katlı ahşap evde kaldım.
Hizmetimi göreceğini söyledikleri, aslında gardiyanım olan bir kadınla 4 seneye yakın bu evde oturdum.

Savaşın sonunda imzalanan anlaşma gereğince ben ve taburum, Malta’daki Türk esirlerle değiştirildik. İngiltere’ye döner dönmez tutuklandım ve vatana ihanet suçundan divanı harbe verildim. Hakkımda ağır hapis isteniyordu!
Ben askeri hapishanede tutuklu iken ziyaretime gelen ailem ve ebeveynim, savunmamı yapabilmem için bana birçok gazete ve kitap getirmişlerdi.

Onlardan yararlanarak, kısa fakat öz bir savunma hazırladım.
Bana isnat edilen suç, taburumu hiç direnmeden teslim edişim idi.
Savcı, teslimiyetimin vatana ihanetle eşdeğerde bir suç olduğunu iddia ediyor ve en ağır şekilde cezalandırılmamı istiyordu. Yüksek Askeri Mahkeme’nin önüne çıktığımda savunmamı büyük bir soğukkanlılıkla okudum ve şu cümlelerle bitirdim:

‘Sayın hâkimler… Başbakanımız Lloyd George, Avam Kamarası’nda şöyle bir soruya muhatap olmuştur:

Yunanlar silahlandırarak 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkarttık Ve o tarihten bu yana milyarlarca sterlini bulan masraflar yaptık. Sonuç ne oldu? Yunanlar İzmir’de denize döküldüler.
Ayrıca Anadolu’daki bütün Rumlar atıldılar veya göçe zorlandılar. Bu olayda bizim kazancımız nedir?

Hiç..

Bu akılsızca bir gaf, korkunç bir hata, büyük bir felaket değil midir?’
Bu sert ve suçlayıcı soruya karşılık Başbakanımız Lloyd George şu cevabı vermiştir:

‘Yüzyıllar bir veya iki dâhi yetiştirir. 20’nci yüzyılın dâhisinin Mustafa Kemal adıyla Türkiye’den çıkacağını ben nereden bilebilirdim.

Görüyorsunuz sayın hâkimler…

Karşınızdaki bu subay, Başbakanımızın bahsettiği 20’nci yüzyılın dâhisi ile hiç beklemediği bir anda karşı karşıya ve göz göze gelmişti. Ne yapabilirdi?
Eğer ben o gün başka türlü hareket edecek olsa idim, bugün benimle beraber bütün taburumun mezarlarını ziyarete gelecektiniz. Fakat şimdi, eceli ile ölmüş olan üç erimizin dışında hepimiz sağ salim yurdumuza dönmüş, ailelerimize kavuşmuş durumdayız. Karar yüksek adaletinizindir.’

“Beraat ettim ve terhise tabi tutuldum. Ailemle birlikte Türkiye’ye gidip Mustafa Kemal Paşa’yı ziyaret ettim. Paşa beni muhteşem nezaketiyle karşıladı. Tekrar görevli olarak İngiltere’ye çağırılmasaydım, Türkiye’de kalacaktım…
İngiltere’ye döndüğümde beni, Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne aldılar ve…
İstihbarat Başkanlığı’nda önemli bir görev verdiler.
Türkiye ile İngiltere arasında irtibatı sağlayan grupta görev yapıyorum.”

Emekli Hava Albayı Kemal İntepe anılarında Binbaşı Salter için “İki yıldan fazla bir süre birlikte olduk. Bu süre içinde her zaman bizleri savundu ve kendisini daima bizden biri saydı. Büyük bir Atatürk hayranıydı” diyor.

Biz hâlâ Bandırma Vapuru’nda ATATÜRK"le beraberiz..

#Alıntı
Bozkurt mahir
9 gün önce
Moritanya'da Nouadhibou-Zouerat demir cevheri treni, 200'den fazla vagonu ve 2,5 kilometre uzunluğuyla dünyanın en uzun ve en ağır trenlerinden biri. Çöl sakinleri açık vagonlarda ücretsiz seyahat ediyor ve kendilerini cevher tozundan korumak için üzerlerine battaniyeler örtüyorlar.

♦ Dünyanın en muhteşem tren yolculuklarından biri Moritanya'da, Sahra Çölü'nü geçen bir hat üzerinde gerçekleşiyor. Bu, gezegenimizin en uzun ve en ağır trenlerinden biri olarak kabul edilen, Nouadhibou ve Zouerate şehirleri arasında çalışan demir cevheri trenidir.

♦ Bu endüstriyel dev, ülkenin kuzeyindeki Zouerate madenlerinden çıkarılan demir cevheriyle yüklü 200'den fazla devasa vagondan oluşmakta ve 2,5 kilometreden fazla etkileyici bir uzunluğa ulaşabilmektedir. Tam yüklendiğinde ağırlığı 84 bin tonu bulan tren, kurak ve izole bir bölgenin ortasında gerçek bir mühendislik harikası haline geliyor.

♦ Tren, yaklaşık 20 saat süren bir çöl yolculuğuna çıkarken, bu yolculuk sırasında aşırı sıcaklar, sert rüzgarlar ve her yere nüfuz eden ince kumlarla karşılaşır. Ancak ülke ekonomisi için hayati bir atardamar konumunda olup, kuzeydeki madenlerden çıkan hammaddeleri, uluslararası pazarlara ihraç edildiği Atlantik kıyısındaki Nouadhibou limanına taşıyor.

♦ Ancak trenin endüstriyel boyutunun ötesinde, son derece insani ve etkileyici bir yanı da var. Güzergahı boyunca düzinelerce, bazen yüzlerce yerel sakin, özellikle de göçebeler ve yoksul topluluklardan insanlar, açık vagonlara ücretsiz biniyor ve cevher dağları boyunca hayal bile edemeyeceğimiz koşullarda seyahat ediyor. Bu yöntemi sadece maceraperestlik duygusundan değil, çoğunlukla zorunluluktan seçiyorlar çünkü tren, çoğunlukla izole yerleşim yerleri arasında ulaşım için tek seçenek.

♦ Yolculuk son derece zordur. Hava boğucudur, demir tozları cilde ve giysilere yapışır ve barınak eksikliği yolcuları gündüzleri kavurucu güneşe, geceleri ise dondurucu soğuğa maruz bırakır. Kendilerini korumak için çoğu kişi yüzlerini, ağızlarını ve gözlerini örten kalın battaniyelere veya eşarplara sarınıyor ve nefes alabilecekleri çok küçük boşluklar bırakıyor.

♦ Tüm bu zorlu koşullara rağmen, dünyanın en tehlikeli ve görkemli demir yolu rotalarından biri olarak kabul edilen Nouadhibou-Zouérat tren yolculuğu adeta efsaneleşmiştir. Birçok yabancı fotoğrafçı, gazeteci ve maceracı, Moritanya'ya özellikle bu eşsiz deneyimi yaşamak için geliyor; yerli halkla birlikte vagonlara biniyor, kameraları koruyucu katmanların altına gizleniyor.

♦ Trenin yolcu vagonu veya ulaşım imkânı yoktur. Bilet yok, insanlar için resmi duraklar yok, duraklar seyrek ve öngörülemez. Her şey, yalnızca çölün ritmine göre yaşayan ve bu çelik canavarı bir can simidi olarak kullanmayı öğrenenlerin bildiği, yazılı olmayan bir düzen içinde işliyor.

♦ Moritanya halkı için tren, sadece bir ulaşım aracı değil; aynı zamanda hayatta kalmanın ve uyum sağlamanın da sembolüdür. Onlarca yıldır faaliyet gösteren bu yapı, yerel kültürün, ailelerin hikayelerinin ve bölgenin kimliğinin bir parçası haline geldi. Her yolculuk sabrın, cesaretin ve dayanışmanın kanıtıdır.

♦ Teknolojinin hızla ilerlediği ve seyahatin giderek daha kolay hale geldiği bir dünyada, Mağribi treni, hem gerçek anlamda hem de mecazi anlamda, ileriye doğru hareket etmek için verilen günlük mücadelenin yaşayan bir kalıntısı olmaya devam ediyor. Bu, sadece iki şehri değil, aynı zamanda Sahra'nın ebedi kumlarına mühürlenmiş derin insan hikayelerini de birleştiren demir bir çizgidir.
Bozkurt mahir
27 gün önce
İslam tarihinde pek BAHSEDİLMEYEN OLAY” BUGÜNKÜ KABE'NİN YERİ DAHİ ESKİ KABE'NİN YERİ DEĞİLDİR..KABE YAKILIP YIKILDIĞI İÇİN BUGÜNKÜ KABE SONRADAN YAPILMIŞTIR....YERİ İTİLÂFLIDIR...
Evet, Kerbela’da Hz. Hüseyin ile birlikte 72 Müslüman, Yezid’in ordusu tarafından katledilmiştir.
Ancak bu olaydan daha önemli bir katliam daha var: “Harre Olayı”
680 yılında meydana gelen Kerbela olayından sonra Emevi halifesi Yezid, İslam dünyasını kendine biat ettirmiştir. Medine’de yaşayan, Peygamber hadislerini, sünnetlerini ve açıklamalarını not eden sahabiler ve sahabilerin öğrencileri tabiinler, Yezid’in hüküm sürdüğü Şam’da İslam’a aykırı yaşayışı ve halka yaptığı zulumden dolayı Yezid’in halifeliğini tanımadıklarını ilan etmişlerdir.
Yezid bu gelişme karşısında, Müslim bin Ukbe komutasında 12 bin kişilik SURİYELİLERDEN KURULU bir orduyu Medine üzerine gönderir. Emevi ordusu içinde ittifak yaptığı Bizanslı askerlerde bulunmaktadır.
Sahabiler ve Medine halkı, şehri savunmak için hendekler kazarlar.
Güçlü Emevi ordusu karşısında dayanamazlar ve mağlup olurlar. Emevi ordusunun komutanı Müslim bin Ukbe, Yezid’in talimatıyla, işgal ettikleri Medine’yi askerlerine üç gün boyunca yağmalanması için ‘mübah’ kılar. “Mübah kılınması” her türlü mal ve can, yağmacıların insafına bırakılması demektir.
80 civarında sahabi öldürülür, başları kesilir, Şam’a gönderilir.
Genç kızlara ve kadınlara tecavüzler yapılır. Yaşlı, genç, çocuk demeden binlerce Müslüman katledilir.
Genç kızlar cariye, genç erkekler köle olarak alınır. Evler ve iş yerleri yağmalanır. Evler ve mescidlerde bulunan önemli belgeler yakılır. Üçüncü günden sonra öldürmedikleri Medine halkını meydanlarda toplayarak “Yezid’in kulu ve kölesi” olarak halifeye itaat edeceklerine dair bağlılık sözü istenir. Bazı Müslümanlar önceki halifelere yaptıkları gibi “Allah’ın kitabı ve O’nun elçisinin sünneti üzere bağlı kalacağım” diye yemin edince bunlar da halkın gözleri önünde katledilir.
Baskı ile “Yezid’in kulu ve kölesi” olduklarını kabul edenler bağışlanır. Tecavüze uğrayan kadınların doğurduğu çocuklara “HARRE ÇOCUKLARI” denmiştir.
Peygamberin Mescidinin bulunduğu topraklar yakılmış, Medine harap olmuştur. Yıl 683.
Yezid bununla yetinmeyip, Emevi ordusunu Mekke üzerine gönderir. Ordunun komutanı Müslim bin Ukbe yolda hastalanır Yerine “Haccac” komutanlığa getirilir. Bu Haccac, daha sonra yaptığı zulüm ve katliamlardan dolayı “zalim” olarak anılacaktır. (Zalim Haccac, valilik döneminde 200 bin kişinin ölümünden sorumlu olduğu söylenmektedir)
Mekke’yi kuşatan Emevi ordusu, aylarca mancınıkla şehre taş ve ateş atar. Atılan taşlarla Kabe yıkılır! Mekke halkı açlıkla kıvranır. Zalim Haccac, Müslümanları aşağılamak için Mekke’ye hayvan leşlerini mancınıkla attırır. Halk köpek leşlerini bile yer. Bulaşıcı hastalıklar yayılır.
Mekke emiri Abdullah bin Zübeyr, bu şekilde yaşamaktansa vuruşarak ölmeyi tercih eder ve çıkan çatışmada şehid olur.
Kafası kesilir, Şam’a gönderilir. Zalim Haccac, Mekke’de katlimalarına devam eder. Yıkılan Kabe’yi yaktırır!
Bu gelişmelerden sonra denilir ki; Yezid, Bedir’de öldürülen müşriklerin intikamının alındığına dair şiir okur.
Yezid bu katliamları bir zafer olarak görür. Eğlenmek için av partisi düzenler. Dağda bir geyiğin arkasından yalnız gider. Kamp yerine atı döndüğünde, Yezid’in ayağı üzengide takılı, yerlerde sürüklenerek vücudu paramparça olarak ölmüş halde gelir. Yıl 683.
ALINTI
Bozkurt mahir
1 ay önce
NİYE GENÇ OSMAN’IN TORUNUYUM DİYEMİYORSUN ?
ÇÜNKÜ ;
ONU BİR AY GECELİ GÜNDÜZLÜ TECAVÜZ ETTİKTEN SONRA BOĞANLAR SENİN DEDELERİNDİ !....
BEN TÜRK’ÜM DİYEMEZSİN. ÇÜNKÜ SEN TÜRK DEĞİLSİN.
SEN NE DERSİN. ANCAK VE ANCAK BEN OSMANLI TORUNUYUM
DERSİN.
İYİ DE, OSMANLININ İÇİNDE KAVM-İ SADIKA DEDİKLERİ, ERMENİLER DE BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ,
KAVM-İ NECİP DEDİKLERİ ARAPLAR DA ,
BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ,
GENÇ OSMANI ; BOĞAN, TECAVÜZ EDEN YENİÇERİLERİN TORUNLA
RI DA, BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ.
SIRP, HIRVAT, RUM, RUS, VEZİRLERİN, PAŞALARIN SADRAZAMLARIN
ÇOCUKLARI, TORUNLARI DA
BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ.
ANADOLU'DA 100 000 TÜRKMENİN BAŞINI KESTİREREK KUYULARA
DOLDURAN HIRVAT SADRAZAM KUYUCU MURATIN ÇOCUKLARI DA BEN OSMANLININ TORUNUYUM DİYOR, SENİN GİBİ.
AMA !
BUNLARDAN HİÇ BİRİSİ BEN TÜRKÜM DİYEMİYOR, SENİN GİBİ.
ÇÜNKÜ BUNLARIN HİÇBİRİSİ DE TÜRK DEĞİLDİ, TIPKI SENİN GİBİ.
SEN ; BEN OSMANLININ TORUNUYUM DERKEN ;
KENDİ OĞLU MUSTAFAYI VE TORUNLARINI GÖZÜNÜ KIRPMADAN
ÖLDÜREN, ANADOLU'DA HAKKINI ARAYAN TÜRKMENLERİ, HIRVAT
SADRAZAMI KUYUCU MURAT MARİFETİYLE KAFALARINI KESTİREREK KUYULARA DOLDURTAN, ZAMANINDA TÜRKÇE, RUMCA VE HIRVATÇANIN ORTAKDİL OLARAK KULLANILDIĞI DEVLETTE GÖREV ALMAK VE YÜKSELMENİN TEK ŞARTININ MÜSLÜMAN VE
TÜRK OLMAMAK OLDUĞU DÖNEMİN PADİŞAHI KANUNİ’NİN TORUNUYUZ DER, ADINI DA HER YERLERE VERİRSİNİZ.
YA DA;
MISIRA SEFERE GİDERKEN ANADOLUDA 40 000 TÜRKMENİ KILIÇTAN GEÇİREN, HALİFELİĞİ ALDIKTAN SONRA, ARAP EŞARİ DİN ADAMLARINI YURDUMUZA GETİREREK, AKLA DAYALI MATURİDİ
İNANCIMIZI ORTADAN KALDIRAN, DOĞU DA BABA KURTHAN GİBİ
TÜRK AŞİRETLERİNİN ADINI BABA KÜRDİ DİYE DEGİŞTİREREK VE
İLK DEFA O BÖLGEMİZE KÜRDİSTAN DİYEN, ALEVİ SUNNİ, TÜRK
KÜRT BÖLÜNMESİNİ YAPIP O GÜN BUGÜNDÜR KARDEŞ KANI DÖKÜLMESİNİN BAŞ SORUMLULARINDAN OLAN YAVUZ SULTAN
SELİM’İN TORUNUYUZ DERSİNİZ. İSMİNİ DE HERYERE KUTSAL BİR ŞEYMİŞ GİBİ VERİRSİNİZ.
ÇÜNKÜ AYNI ÇİZGİDESİNİZ ONLARIN İZİNDESİNİZ. ONLAR TÜRK
MİLLETİNE NE YAPTILARSA, NASIL BAKTILARSA SİZDE AYNISINI
YAPMAK İÇİN YANIP TUTUŞUYORSUNUZ.
AMA!
SULTAN II OSMAN’I YANİ “GENÇ OSMAN”I HİÇ TANIMAZSINIZ.
ONUN TORUNU DA DEĞİLSİNİZ, O'NUN ADINI DA ÖYLE HAR YERE
VERMEZSİNİZ.
ÇÜNKÜ ;
O TÜRKÇÜ İDİ. ÇÜNKÜ O AVRUPALILARIN 168 YIL SONRA FRANSIZ İHTİLALİ İLE GÖREBİLDİKLERİ MİLLET GERÇEĞİNİ,
O ,1621 YILINDA DÜNYA GÜNDEMİNE SOKMAYA ÇALIŞIYORDU.
O SANKİ “TÜRK AYDINLANMASINI SAĞLAMAK İSTİYORDU. EĞER
BAŞARSAYDI, OSMANLI DEVLETİ, ÇAĞIN İLERİSİNDE BİR ZİHNİYET TEMSİLCİSİ OLABİLİRDİ.”
PEKİ NE YAPMAK İSTİYORDU GENÇ OSMAN ?
-ÖNCELİKLE “SOYSUZ YENİÇERİLERİ YOK EDİP, YERİNE ANADOLU TÜRK'ÜNÜ DOLDURMAK.
-DÖNME VE DEVŞİRMELERİN KÖKÜNÜ KURUTMAK.
-FİTNE KAYNAĞI YABANCI KADINLARLA DOLU HAREM’İ ORTADAN KALDIRIP, SARAY’A TÜRKTEN BAŞKA KADIN SOKMAMAK
-DEVLET MERKEZİNİ TÜRKLÜĞÜN BAĞRINA, ANADOLUYA TAŞIMAK.
-DİN ADAMLARINI DEVLET İŞLERİNE KARIŞTIRMAMAK.
-SARAY GELENEKLERİNİ, KIYAFETLERİNİ, ESKİYEN KANUNLARI DEĞİŞTİRMEK.
YALNIZ GENÇ OSMANIN BU DÜŞÜNCELERİ, SOYSUZ YENİÇERİLER
TARAFINDAN ÖĞRENİLMİŞTİ. BUNUN ÜZERİNE O SOYSUZLAR
HEM PADİŞAH, HEM HALİFELERİ OLAN GENÇ OSMANI YAKALAYIP ORTA CAMİ AVLUSUNA GETİRDİLER. SONRA DA ÇIRIL ÇIPLAK SOYUP BİR AT ARABASINA BİNDİREREK, ÇOK ÇİRKİN HAREKETLERLE YEDİKULE ZİNDANLARINA GÖTÜRDÜLER. ZİNDANDA GERÇEKTEN
ÇOK ÇİRKİN HAREKETLERDE BULUNARAK ÇİRKİN TECAVÜZLERDE
BULUNDULAR. DAHA SONRA BOĞAZINA İP TAKARAK ÖLDÜRDÜLER.
GENÇ OSMAN’IN 1621’DE YAPMAK İSTEYİPTE YAPAMADIKLARININ
TAMAMINI BÜYÜK ATATÜRK 302 YIL SONRA GERÇEKLEŞTİRDİ.
ATATÜRK BU YAPTIKLARI İLE GENÇ OSMAN’INDA İNTİKAMINI
ALMIŞ OLUYORDU.
ŞİMDİ.
O GÜN GENÇ OSMAN’A KİMLER ŞEREFSİZCE SALDIRARAK O ŞEREFSİZLİKLERİ YAPARAK CANINI ALMIŞLARSA,
BU GÜN DE;
BÜYÜK ATATÜRK’E ŞEREFSİZCE SALDIRANLAR, O ŞEREFSİZLERİN ŞEREFSİZ KÖKSÜZ TORUNLARIDIR.

Nejat Gölbaşı alıntı
İshak K..
1 ay önce
@aliseyhan Kardeşim alıntılama yok mı. Ya da var da ben mı beceremedim
Bozkurt mahir
1 ay önce
YAŞI 50/75 ARASI OLANLAR MUTLAKA OKUYUN

Bir solukta okuyacağınız çok güzel bir yazı.

Hepsi şahsına münhasır özel üretilmiş, yokluklar içinde yetişmiş yaralı bir nesil…....

PEKİ KİM BUNLAR

1945 ile 1970 yılları arasında bu dünyaya merhaba demiş en genci 50, en delikanlısı
70 yaşında HALA 18’LİK DELİ TAYLAR GİBİ İDEALLERİNİN PEŞİNDEN KOŞAN HESAPSIZ BİR NESİL..

Hiçbirinin altına hazır bez bağlanmamış…

Şeker çuvalından pantolon, canik lastikten ayakkabı giymiş…

Okulda ABD süt tozu içirilerek beslenmiş,
bir garip nesil…

Hiçbirinin renkli çocukluk resmi olmamış…

Hatta hiç bebeklik çocukluk resmi olmamış…

Hiç biri kreş, dershane, özel okul görmemiş…

Ama hepsi profesörlere ders verecek kadar
bilgi sahibi olan bir tuhaf nesil…

Harp görmüş, darp görmüş…

Baskı, çatışma, sorguda işkence görmüş…

Karakolda sorgu da Filistin askısını, ceza evinde isyanla tanışmış.

En azı 5 ihtilal, 6 muhtıra, 7 post-modern darbeden sağ salim paçayı yırtmış…

En azı 10 ekonomik krizden nasibini almış…

Tecrübe abidesi yoklukla terbiye edilmiş,

direnç abidesi bir nesil...

Ne yaptıysa yoluyla yordamıyla kendi meşrebine uygun ahlakına yakışanı yapmış.

68’liler de 78’liler de bu neslin deli tayları,
ipe sapa gelmeyen savaşçıları da bu neslin temsilcileri tarihe adlarını kanları ile yazmıştır…

Bunlar bu neslin üretim harikası mı yoksa üretim hatası mı tartışılır ama bu neslin istisnasız tamamı karşılıksız hesapsız
bu vatanı sevmiş…

1950 ve 1970 yılları arasında doğanlar gerçekten özel üretim, çoğu yatılı okumuş, kardeşlik ve paylaşma duygusu zirve yapmış…

Çok kitap okumuş, en azı liseyi bitirmiş, hayatı yaşayarak öğrenmiş…

Çoğu simitçilik, olmadı ayakkabı boyacısı, tamirci çırağı, inşatta amelelik, pazarcılık hamallık yaparak okul harçlığını çıkarmıştır…

Ne ailesine ne devletine ekonomik yük olmamış, geneli bir baltaya sap olmuştur…

Muhanete muhtaç da olmamış, ezilmiş ama ezik kalmamış.

Dik durmuş dikleşmemiş kendi şahsına münhasır özel bir nesildir…

Görevini, sorumluluğunu bilen… Onuru için bir pireye bir yorgan yakan, öfkeli hırçın bir acayip nesil bu 1950 ile 1970 yılları arasında doğan dinazorlar…

İyi bakın, bunlar bu son kalan kadife ye sarılmış çelik yumruk misali yumuşak gözüküp indiği yeri dağıtan bu özel neslin öfkesinden sakının.…

Bunlara iyi bakın,Çünkü bunların nesilleri tükenmek üzere…

Bunların üretimi sonlandı…

Kullanım sureleri doldu, tedavülden kalkıyor…

Neden bu nesil özel biliyor musunuz..?

Bu neslin üzerinden silindir gibi devlet geçti…

Dozer gibi dünya milletleri geçti…

Hayat bu nesli sınadı, ama tüketemedi…

Bu nesil, ihanetin acısını, dost hançerinin sancısını, ölümüne yoldaşlığı, mezara kadar arkadaşlığı bildi…

Dostu için can vermeyi de, elindeki son lokmayı paylaşmayı da, sadakati de vefayı da bildi…

Bu nesil, katı, aksi, deli, serttir…

Bir o kadarda merttir, hoş görülü ve merhametlidir…

Bu neslin yaşarken öğrendikleri bilgi ve kaybederken edindikleri tecrübe en büyük servetidir…

Yani bu 1950 ve 1970 yılları arasında doğan dinazorlar tam bir müzelik antika nesildir…

Onun için 1950 ile 1970 yılları arasında doğmuş, hala inadına yaşayan, ana baba,
amca, dayı, teyze, hala, yenge dede anneanne babaanne her neyiniz varsa değerini bilin..!

Çünkü bunlar elinizdeki son değerli hazinelerinizdir…

Oturun onlarla konuşun, dinleyin onlardan geçmişi öğrenin…

Sonra arar da bulamazsınız…

Çünkü onlar yakın tarihin son canlı kaynak kişileri, her biri iki ayaklı sözlü yakın tarih kitabıdır...

Alıntı
Bozkurt mahir
2 ay önce
TARİHİN EN BÜYÜK YALANI...

"Adam, girdiği her seçimi kazandı..."

Bu yalan, sadece muktedir ağızlardan ve onların yalakalarından değil, muhalefet cenahındaki pembiş - liboşlardan ve ana muhalefet içinde parti içi iktidar mücadelesinin bir kanadından da zaman zaman yıllardır pompalanıyor.

Hayır efendim. Kazanmadı. Çok seçimi ve referandumu kaybetti.

Haydi hatırlayalım:

👎2015'te tek başına iktidar olacak çoğunluğu kaybetti. Sandığı devirdi tekrarlattı seçimi.

👎2016'daki darbe girişimini bahane ederek ilan ettiği olağanüstü hal koşullarında muhalefeti sindirip anayasayı değiştirdi.

👎2017'de hileli referandumda mühürsüz oy pusulalarını kabul ettirdi. İstanbul, Ankara, İzmir dahil pek çok büyükşehirde ve ilçelerinde "Hayır" oyu çıkmasına karşın, "Atı alan Üsküdar'ı geçti" diyerek zaten hileyi itiraf etti.

👎2018 seçimindeki büyük oy kaybı malum.

👎2019 yerel seçiminde İstanbul, Ankara gibi kaleleri düştü. Antalya, Mersin, Adana, Kırşehir muhalefete geçti. Üstelik İstanbul'da Ekrem'e karşı 1 değil tam 2 kez kaybetti. Melih'in 25 yıllık tahtı yıkıldı.

👎2023 seçiminde Meral - Sinan ikilisinin ne çevirdikleri bir gün ortaya nasıl olsa çıkacak.

👎2024'de hayatının en ağır yerel seçim yenilgisini tattı... Denizli, Kütahya, Manisa, Bursa, Beykoz, Üsküdar, Beyoğlu vb. bile elinden gitti. Fatih bile gidiyordu. Fatih bile...

👎Baro'ları asla kazanamayacağını anlayınca "çoklu baro" sistemi kurduğu halde fiyasko oldu. Bu sefer "asıl baro"nun seçim sandığına bile tahammül edemiyor artık. TTB ve TMMOB'un yönetimlerini elinden gelse seçim değil tayin yoluyla belirlemek istiyor.

Sen hâlâ "Adam girdiği her seçimi kazandı..." yalanına devam et.

He canım... He..
Zafer arapkirliden alinti
Bozkurt mahir
2 ay önce
👍GÜNEŞİ TOPLAYAN ADAMIN HİKAYESİ👍

Osmanlı’nın Bulgaristan’da hakimiyetini sürdürdüğü son dönemler olan 1800’lü yıllarda geçen hikayeye göre; o dönem Osmanlı toprağı olan Bulgaristan’ın Tırnova (Tırnovo) şehrinde yaşayan bir aile vardır.
Dizide geçen kalburla güneş toplayan adamın gerçek hikâyesi de işte burada yaşanmıştır.

Mehmet ve Fatme, Tırnova şehrinin kırsal kesimlerinde çiftçilik yapmakta olan Müslüman bir ailedir.
Evliliklerinin üzerinden 10 yıl geçmiş ama halen çocukları olmamıştır.
Mehmet ve Fatme birbirlerini o kadar çok sevmişlerdir ki, hikayelerde anlatılan aşklar bu ikisi için basit kalabilecek bir seviyededir.

Fakat Fatme’nin o dönemlerde çaresi olmayan bir hastalığa yakalanması ile bu büyük aşk gölgelenmiş, Mehmet ile Fatme’nin sevgilerini doya doya yaşamalarına fırsat kalmamıştır.
O bölgede yaşayan herkes neredeyse istisnasız bu hikâyeyi dedelerinden ve ninelerinden dinlemişlerdir.
Birbirlerini büyük bir aşkla seven Mehmet ve Fatme’nin imtihanı da çok büyük olmuştur. Fatme evliliklerinin onuncu yılında hastalığından ötürü iki gözünü de kaybetmiştir.
Mehmet onun gözlerini açtırabilmek için her yolu denemiş hatta elinde ne var ne yoksa bu uğurda satarak harcamıştır.
Gitmediği doktor, çalmadığı şifacı kapısı kalmamıştır, ama olumlu bir sonuç alamamışlardır.
Mehmet ise Fatme’sini kurtarmak için ellerinde avuçlarında olan her şeyi satar ve o dönem Osmanlı'nın başkenti olan İstanbul'a büyük hekimlere götürmek için yola revan olurlar. İstanbul’un hekimlerinin karısının gözlerini açacağı umuduyla yola çıkarken ise başına geleceklerden habersizdir.

Mehmet ve Fatme’nin İstanbul yolculuğu tam bir yıl sürer.
Gitmedik doktor, uygulanmadık şifacı ilacı bırakmazlar.
Ellerinde avuçlarında olanı tüketince de gerisin geriye memleketleri Tırnova’ya dönmeye karar verirler.

O dönem şartlarında yolculuk yapmak hiç kolay değildir.
İstanbul Tırnova arası yaklaşık 500 Km’dir.
Yola çıktıktan kısa bir süre sonra ise Fatme’nin rahatsızlığı iyice artar ve artık onun için yaşadığı sancılar dayanılmaz hal almaya başlamıştır.

Fatme yolculuğun sonuna doğru çok sevdiği eşi Mehmet’in kolları arasında hayata gözlerini yumar.
O an her şeyini kaybeden Mehmet ise eşine tekrar güneşi gösteremediği, o güzel gözlerine bakamadığı için suçlu hisseder kendisini.

Mehmet ve Fatme’nin beraber yolculuk yaptığı kafile, Tırnova’ya yakın bir yerde mola verir mecburen.
Vefat eden Fatme’yi defin ederler oraya.
Yıkanır, kefenlenir ve bir kabre konulur.
Aslında Fatme ile beraber Mehmet’ de o kabre konulmuştur.
Kafile tüm uğraşlara rağmen Mehmet’i kabrin başından ayırmayı başaramazlar.
Mehmet’i kabrin başında bırakıp yollarına devam etmek zorunda kalırlar.
Mehmet ise eşi Fatme’nin kabrinin yanına bir kabir daha kazar ve o kabirde yatmaya başlar. Eşinin ebedi âleme göçüşünden sonra onun için artık hayatın bir anlamı kalmamıştır.
Bir süre sonra taşlardan ve ağaç parçalarından bir baraka yapar ve orada yaşamaya başlar.

İşte diziye de konu olan bölüm bundan sonra başlar.
Bir gün bir yolcu grubu şehre uğrar.
Uzaklardan gelen bu yolcu grubu yolda gördükleri bir olayı anlattıklarında kimse buna inanamaz.

Yolcu grubunun anlattığı adam, hasta karısı ile birlikte yıllar önce şehirden ayrılan Mehmet’tir. Şehirden hemen birkaç atlı tarif edilen yere varırlar.
Gittiklerinde de gerçekten o adamın Mehmet olduğunu görürler ve uzaktan onu izlemeye başlarlar.

Adam elinde bir kalburla yıkık dökük bir kulübeye güneş taşımaya çalışmaktadır.
Adamı kısa bir süre izleyenler sonrasında yanına giderler, ama adam hiç birisini tanımaz. Adam için her şey silinmiştir, zaman donmuştur.
Kulübenin içine baktıklarında biri dolu diğeri boş iki kabir görürler.
Boş olanı kendisi için hazırladığı her halinden bellidir.

Şehre dönmek için ikna etmeye çalışsalar da, Mehmet dönmeyi kabul etmez.
“Tuttum seni, attım içeri, tuttum seni attım içeri…” sözünden başka bir şey söylemez. Gelenlere göre adam aklını yitirmiştir.
Ama adamın tüm dünya hırkalarını çıkarıp derviş olduğunu kimse düşünmez.

Kalburla güneş toplayan bu meczup adamın köylüleri elleri boş geri dönerler, ancak aralarında da karar verirler.
Her hafta bir kişi bu adama azık götürecektir. Bu sayede her hafta adama bir kişi yemek götürmeye başlar.

Adam azığı getiren herkese tek bir soru sorar.
”Bu azığı kim gönderdi”
Karşısında ki kişi, azığı getiren bir isim yani Ali, Ahmet gibi isimler söylerse bu azığı kabul etmez geri gönderir.
Bir gün kalburla güneş toplayan adamın azığını köyün imamı götürmeye karar verir ve o gün adamla alakalı tüm gerçeklik ortaya çıkar.

İmam efendi adamın yanına vardığında adam yine kalburla güneş toplamaktadır, ‘tuttum seni attım içeri’ diye diye.
Selam verir ve azık getirdiğini söyler.

Meczup adam diğerlerine sorduğu soruyu bu sefer imama sorar ve “Bu azığı kim gönderdi” der.
İmam efendi “Allah! Senin, benim dahi her şeyin sahibi olan Allah gönderdi” der.

Adam anca şimdi kabul eder azığı.
İmam da şehre döndüğünde yaşadıklarını tüm ahaliye olduğu gibi anlatır.
Adama bir daha gideceklerin de vermesi gereken cevap ise artık bellidir.
Ama insanların gözünde artık o bir deli değil velidir.

Bir süre bu şekilde devam eder ve şehirden her hafta bir kişi meczup adama azık götürür.
Sıra yine imama geldiğinde imam azığını alır ve yola koyulur.
Kulübeye geldiğinde ise kalburla güneş toplayan adam kulübenin önünde yoktur.

Çevreye bakar ve dervişi arasa da bulamaz ve kulübeye girer.
Hani kulübenin içinde biri boş diğeri dolu iki kabir vardı ya artı o boş kabir de dolmuştur. Derviş ruhunu hakka teslim etmiş, çok sevdiğine kavuşmuştur.😪

alıntı
Bozkurt mahir
2 ay önce
TAKSİM CUMHURİYET ANIT’INDA ATATÜRK’ÜN YANINDA Kİ RUSLAR !!!...
***
Belki bilmezsiniz ama Taksim Cumhuriyet Anıt’ında Atatürk’ün yanında iki Rus yer almaktadır.
Bu kişiler ünlü Rus mareşal Kliment Voroşilov ile ünlü Soviyet KGB kurucusu Mihail Frunze.
Bu kişiler Türkiye Cumhuriyet’inin kuruluşunda oynadıkları önemli rolü Atatürk’ün özel emri ile tüm gelecek nesiller için asla unutulmasınlar diye burada yer almaktadırlar.
Ne yazık ki günümüzün Türk nesli bu kişilerin ne adlarını biliyor ne de ne yaptıklarını.
16 mart 1921 yılında özel törende Rusya Sovyet Federal Sosyalist Cumhuriyet’i ile Türkiye arasında “Dostluk ve kardeşlik sözleşmesi” imzalanmıştır.
Bu sözleşmeye göre henüz kurulmamış Türkiye Cumhuriyet’ine Türk milletinin yabancı istilacılardan özgürlüğünü kazanabilmesi için 1878 yılından beri Rusya sınırlarına dahil edilen Kars, Ardahan ve Artvin bölgeleri verilmiştir.
Sözleşmeye göre Rusya Türk halkına 10 milyon altın ruble ile askeri mühimmat hibe edecekti
Ağustos 1921’de Rusya Mikail Frundze’yi Türkiye’ye elçi olarak atamıştır.
Frundze Türkiye’de Aralık 1921 ile Ocak 1922 tarihleri arasında bulunmuştur.
Türkiye’nin bulunduğu ağır ekonomik durumunu ve içinden çıkamadığı savaşı Rus halkına ve Sovyet yönetimine ileten Frundze acilen Türk halkı için yardımının arttırılmasını istemiştir.
Rusya bulunduğu ağır ekonomik durumuna henüz yeni biten iç ve dış düşmanlara karşı verilen savaşa rağmen Frundze’ye kulak vermiş ve yardımını esirgememiştir.
S. Aralov yazdığı hatıra kitabında Türkiye’ye gitmeden önce Lenin’in kendisine söylediği sözleri şöyle vermektedir.
Lenin:
“Türk halkı özgürlük savaşını vermektedir. Merkez Komitesi oraya savaş sanatını bildiğiniz için yolluyor”.
Yabancı istilacılara karşı geçilecek taaruz öncesi hazırlık aşamasında 1922 Mart-Nisan aylarında Mustafa Kemal’in davetlisi olarak elçi S. Aralov, askeri ataşe K. Zvonaryov ve Azerbaycan elçisi İbrahim Abilov’un katılımı ile tüm Türk silahlı kuvvetleri denetimden geçmiştir.
Misafirler kara ve atlı birlikleri ziyaret etmiş, iki ordunun komuta merkezlerine gitmiş, Konya’da bulunan yedek ordunun denetiminde bulunmuşlardır.
Misafirlerin katılımı ile Türk Silahlı kuvvetlerin ilk yıldönümü kutlaması gerçekleşmiştir. Kutlamalardan sonra misafirler Türk askerlerine hediyeler dağıtmıştır.
Hediyelerin üstünde Türkçe olarak “Sovyet Kızıl Ordusundan Türk Askerine” diye bir yazı bulunuyormuş.
16 Mart 1921’de imzalanan sözleşme çerçevesinde taarruz öncesi 1921-1922 yıllarında Rusya’nın Novorossiysk, Tuapse ve Batum limanlarından Türkiye’ye 39 bin adet tüfek, 327 adet makineli tüfek, 54 top, 63 milyon tüfek mermisi, 147 bin top mermisi, giysiler vs getirilmiştir.
Bunun dışında Rus Beyaz ordusunun 1918’de doğu sınırlarda bıraktığı tüm askeri muhhimat da Türkiye’ye getirilmiştir.
1921 yılında iki savaş gemisi “Jutkiy” (Korkunç) ile “Jivoy” (Canlı) Türkiye’ye hibe edilmiştir.
Rusya Hükümeti Ankara’da hala Makine Kimya olarak bilinen mermi üretim fabrikasının kurulması için tüm gerekli donanımı hibe etmiştir.
Donanım ile birlikte çok miktarda hammadde de getirilmiştir ve Türk işçilere eğitim verilmiştir.
Bunun dışında Moskova’da imzalanan sözleşmeye göre Türkiye halkına vaad edilen 200,6 kg saf altın Sovyet diplomatik misyonun başında bulunan Y. Upmal-Angarskiy tarafından Türkiye Hükümetine teslim edilmiştir.
Mikail Frundze yetim kalan Türk çocuklarının barınması için kurulacak olan yetimhaneler için 100 bin altın ruble Türkiye Hükümetine Trabzon’da teslim etmiştir.
S. Aralov ise Nisan 1922’de Türk Silahlı Kuvvetlerine ayrıca tipografi ve sinema aparatları için 20 bin lira hibe etmiştir.
Aynı zamanda Aralov Rusya Hükümeti tarafından vaad edilen 10 milyon altın ruble yardımının son 3.5 milyonluk kısmını da Türkiye’ye geldiğinde beraberinde getirmiştir.
İki halkın kardeşlik bağları Lozan ön görüşmelerinde ve Lozan antlaşması esnasında daha da pekileşmiştir.
SSCB Hükümeti
(Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerin Birliği) 1922-23 yıllarında Türkiye’nin boğazlar üzerindeki tek başına hakim olması gerektiğinin tezini savunarak Türkiye’ye destek çıkmıştır.
Lozan antlaşmazından sonra Türkiye bağımsızlığını kazanmış tüm yabancı istilacıların Türkiye’den çekilmesi sağlanmıştır.
TBMM Mustafa Kemal Atatürk’ü ilk Cumhurbaşkanı seçmiştir.
31 Ekim 1923’te SSCB Merkez Komitesinin başkanı M. Kalinin (Dönenmiş SSCB başkanı) Atatürk’e yolladığı teleğramda şunları söyledi:
“Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerin Birliği halkları adına nihayi olarak despot monarşi rejiminin kalkması ve Türkiye Cumhuriyet’inin kurulması dolayısıyla kardeş Türk milletini ve dost Türkiye hükümetini sıcakça selamlıyorum.
Sizi, Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa’yi, yabancı istilacılara karşı kahramanca savaşan Türk milletinin üstün yetenekli yönetici olarak Türkiye Cumhuriyet’inin Cumhurbaşkanı seçildiğiniz için tebrik ediyorum.
Eminim ki, asla bağı kopmayacak halklarımız arasındaki dostluk zaman içerisinde gittikçe pekişecektir ve iki devletin de gelişmesine vesile olacaktır.”
Ağustos 1928’de açılan Türkiye Cumhuriyet Anıtı gelecek nesiller için Türkiye Cumhuriyet’inin kurucuları yer almıştır. İşte Atatürk’ün sağında yer alan Türk halkının kahramanları, Türkiye Cumhuriyetin kurucuları arasında yer alan Kliment Voroşilov il Mikail Frundze:
Surits zamanında Voroşilov ziyareti esnasında SSBC ile Türkiye arasında dostluk ve işbirliği sözleşmesi imzalanmıştır.
Bir çok kültürel ve siyasi gelişmelerde Türkiye ve SSCB birlikte hareket etmiştir.
Yeni bağımsız devletlerin gelişmesi adına, emperyalizm ve kapitalizm’den bağımsız olmak için SSCB birçok devlete elinden gelen yardımı üstlenmiştir. Sadece Türkiye’de Atatürk zamanında SSCB desteği ile birçok hafif ve ağır sanayi fabrikaları kurulmuştur.
İsmet İnönü’nün başında bulunduğu heyet 25 Nisan 1932’de SSCB’yi ziyaret eder.
Kendisi burada 15 gün boyu 70 fabrikayı ziyaret ederken yanında bulunan tekstil uzmanları Şerif Onay ile Kamil İbrahim SSCB’de ta 9 Hazirana kadar kalarak SSCB’nin endüstrisini incelemişlerdir.
Heyetin Stalin’den istediği yardım kısa zamanda Türkiye’ye ulaşmıştır.
SSCB kardeş Türk halkının kalkınması için gerekli çalışmaları tespit edecek heyeti göndermiştir.
SSCB Devlet Gelişmesinin Planlama Enstitüsü başkanı Prof. Orlov’un başındaki heyet Türkiye’ye gelerek 22 Eylül 1932’de raporunu hazırlamıştır ve sunmuştur.
Gitmeden önce İstanbul Üniversitesinde konferans veren Orlov şunları söyledi:
“Sevinçle emin oldum ki aklı ile enerjileri ile eğitimi ile Türk mühendisleri ne bizden ne de başka ülkelerdeki mühendislerden farklı değildir.
Kendileri bize gayet iyi yardımcı olmuştur.
Neden Avrupa’dan mühendis çağırdığınızı açıkçası anlamış değilim.”
21 Ocak1934’te imzalanan sözleşme ile SSCB Türkiye’ye verdiği 20 yıllık faizsiz kredi ile daha önce Prof.Orlov tarafından belirlenen Nazilli (Denizli) ve Kayseri mevkilerinde iki tekstil fabrikası kuruluşu kararlaştırılmıştır. Fabrikalar Sovyet mühendisler tarafından kurulmuş tüm teçhizat Rusya’dan getirilmiştir. Atatürk fabrikaların açılışını ölümünden bir ay önce yapmıştır.
Türkiye o dönemde Osmanlı’dan kalan borçların ağır yükü altında kalmıştır.
SSCB halklarının yardımı ile Türkiye ekonomisi ilk defa nefes almıştır.
SSCB Hükümeti yaptığı tüm yardımları para karşılığı değil barter yani değiş tokuş şeklinde yapmıştır. SSCB yaptığı yardımlar karşılığında Türkiye’nin ürettiği ürünleri almaya kabul ederek Türkiye’nin bu ürünleri dış pazarda satma zorluğundan kurtarmıştır.
Türkiye eski sanayı bakanı Mehmet Turgut 1964’te yazdığı kitapta bu antlaşmayı Türkiye’de devletçiliğin başlangıcı olarak nitelendirmiştir.
Fabrikalar Türkiye’deki ilk tekstil fabrikaları olmuştur. Fabrikalar kurulurken SSCB’de eğitim gören Türk işçileri ve mühendisleri kısa zamanda fabrikayı çalıştırır hale gelmişlerdir.
Aynı dönemde nihayı olarak TC Merkez bankası da Sovyetlerin yardımı ile kurulmuştur.
Daha önce bu görevi üstleyen Ottoman bankası yabancıların elinde idi.
Sonraki dönemlerde SSCB benzer antlaşmalar çerçevesinde ta 1980lerin sonuna kadar Türkiye’de İskenderun, Karabük demir çelik fabrikaları dahil ilk demir çelik fabrikalarını, ilk petrol arıtım fabrikası TÜPRAŞ’ı, Mersin ve İskenderun limanları dahil bir çok liman, ilk Alüminyum fabrikasını, ziraat sanayisi, tarımcılık sanayisini ve bir çok alanda daha Türk halkının yardımına koşmuştur.
Sovyetler sayısı 50 bini geçen Türk mühendisini ve işçisini eğitmiştir.
(Mehmet Ali Tümer den alıntıdır)
**********
ANITIN VE RUSLARIN HİKAYESİ !!!...
94 yılı aşkın süredir Taksim Meydanı'nda durmasına rağmen birçok kitap, dergi hatta ansiklopedilerde bile o iki generalin ismi yoktu. "Popüler Tarih Dergisi" Ağustos 2002 sayısında, yıllardır saklanan bu gerçeği/sırrı yazdı: Taksim Anıtı'nda, Atatürk'ün arkasında iki Sovyet generali duruyor:
General Mihail Vasilyeviç Frunze ve Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov...
Taksim'deki Cumhuriyet Anıtı'nın açılışı 1928 yılında gerçekleştirildi.
Tasarımı İtalyan heykeltıraş Pietro Canonic
cenk rst
2 ay önce (E)
📌Varsın her şey sonraya kalsın en sonraya..
{Alıntı}
Bozkurt mahir
2 ay önce
Mora yarım adasında isyancı yunanlılar azınlıkta kalan osmanlı vatandaşı müslüman türklere acımasızca soy kırım uyguladılar. İngilizlerden aldıkları silahlarla kadın çocuk yaşlı erkek demeden bir kişiyi sağ koymadılar. Müslüman Türk ahaliyi deniz kenarlarına sürüp kesmekten yorulunca boğdular. Osmanlı devleti ne Mora yarım adasında bu kalkışmanın istihbaratını yapmıştı. Ya da Türk azınlığı koruyacak askeri birlikleri sevk etmişti. Ne de Türk müslüman vatandaşlarını silahlandırıp örgütleyerek öz savunma milis güçleri oluşturmuştu. Tamamen insanlarımızın can güvenliği Allaha bırakılmıştı. Aylarca Türk kestiler. Üç ay sonra yarım adada tek Türk kalmamıştı. Adeta hepsi buharlaşmıştı...

Bu olay ders oldu mı derseniz ne gezer? Akabinde ayni olaylar bir ada olan Giritte oldu. En son katliamdan adı Hasan olan tek bir çocuk kurtulmuştu. Ona bile sahip çıkamadık...

Ardından Teselya Makedonya Bosna Arnavutluk SIrbistan Bulgaristan Romanya Kırım Kafkasya.
Siz Rusların Bin Ali Yıldırımın Erzincandaki köyüne kadar geldiğini biliyor muydunuz? Sakın bana oralarda kaç yıl kaldı demeyin. Trabzonda Karsta opera binası yollar kışlalar inşa edecek kadar kalmışlar işte...
Tabi sen bunları hep unuttun. Merak etme acı acı hatırlatırlar.
Alıntı Yakup K.
Lalehan Buyukataman.
Bozkurt mahir
2 ay önce
Rahmetli anneannem vardı ,
Okul yüzü görmemiş ama kitap gibi kadındı...
Oydu benim ilk öğretmenim ..
Ben ondan çok şey öğrendim hatta annemden daha çok şey verdi bana bilgi yönünden ...
Ocakta varsa boş tenceren gelen misafir içinde yemek var diye ummasın ,
Aç kapağını yanında bu da boşmuş yerine kaldırayım de kaldır gözünün önünde ,
Yok varsa içinde dökülecek bozuk yemeğin o bilmez canı çeker al dök yanında çöpe
Belki çeker canı geçirir içinden yemeği varda vermedi diye..
Sofradan misafirden önce kalkma ,
Yermisin diye sorma Allah ne verdiyse koy önüne ...
Misafir rızkıyla gelir sakın cimrilik etme biter diye...
Gece destursuz basma çöp dökme
Gözle görünen kadar görünmeyenlerde var bizimle yaşayan yeryüzünde...
Vefalı ol ama hak etmeyenler için de vefa uğruna ezdirme kendini sakına,
Vefalı olmak için vefayı hak etmekde önemlidir unutma...
Hediyeleşmek sevaptır kızım ,
Azdan çoktan al sevdiklerine
Azımı çoğa say diyerek ver
Uslup vereceğin üç kuruşluk şeyi kıymetli de yapar pahalı bir şeyi kıymetsiz de
O yüzden dikkat et verirken ...
Kendini sakın met etme kendini beğenme ,
Kendini beğenmiş insan çirkindir güzel bile olsa karşısındakinin gözünde ,
Sen hep ağır vakur ol derdi ...
Huyu güzele doyum olmaz
Yüz güzelliği dediğin görümlük o da huyu çıkana kadar suyun yüzüne...
Biri senden bir şey istediğinde varsa az çok yardım et ,
Varken yok diyeni yoklara karıştırır Allah..
Sen sen ol kimseye kin nefret besleme
Zehirdir onlar insanı yavaş yavaş öldürür hızla da insanlıktan çıkartır sen seni bildikten sonra bırak isteyen istediğini söylesin ölüm yokya ucunda ,
Varsa nefreti hak eden biri uzaklaş sadece bırak kendi haline boğulur zaten kendi kötülük bataklığında ...
Yanlışta okusan duaları vaz geçme oku hep içinden
Niyet önemli zamanla doğrusunu da öğren ama ..
Birilerini geçmeye çalışma ,
Kendini geçmeye çalış sadece her bildiğinin üzerine koyarak hep iyisini hedefle konu her ne olursa olsun...
Kim sana nasıl geliyorsa sende öyle git ,
Gelene git gelmeyenden ayağını kes ..
Yaşına göre davran sakın milleti güldürme kendine,
Eller yüzüne güzel derler ardından gülerler bunu da unutma ...
Boş kaldığında oku sakın onla bunla uğraşma
Sanane ondan bundan kim ne yaparsa yapsın
Sen kendinle olmayı kendinle yetinmeyi öğren ömür boyu yanında tek sen olacaksın bu yaşam yolculuğunda ...
İnsanlar girecek hayatına
İnsanlar geçecek hayatından
İnsanlar gidecek hayatından ,
Gelenlere hoş geldin demeyi
Gidenlere güle güle demeyi
Geçenlere de hemen yüreğinde yer göstermemeyi öğren...
Önce bir bak tart hak ediyorlar mı o yeri,
Hak edenleri koyma ayakta yerleştir yüreğine
Etmeyenleri eyleme boşuna bırak gitsinler senden uzağa...
İnsanları yaşına göre değerlendirme yanıltır ,
Genç vardır aklı başında ruhu olgun
Yaşlı vardır olgunlaşmış armuttan farkı yoktur ruhu bomboş...
İnsan bu girmeden içine bilinmez ..
Kendini yetiştirememişleri geç
Onlar anca uğraşır insanlarla..
Sen insanla değil insanlıkta yarışanları eş dost belle ,
Ancak öyleleri bir şeyler katar sana,
Gerisi sadece batar raptiye gibi..
Alıntıdır
DÜNYA HALİ "1" DÜNYA HALİ "2"
tarikhaber
2 ay önce
Suriye Cumhurbaşkanı Şara: Bazı devrik rejim kalıntıları yeni Suriye'yi test etmeyi denedi https://tarikhaber.com/hab...
Bozkurt mahir
2 ay önce
AYAĞI ZİLLİ GENÇ

Bir kasaba Papazı etrafın rahatlıkla görülebildiği yüksek kilise bahçesinde oturuyordu. Uzaktan temiz giyimli eli yüzü düzgün bir gencin kiliseye doğru geldiğini gördü. Genç yürüyüşüne asalet katan ağır adımlarla yürüyordu.

Genç yaklaştıkça Papaz ilginç bir ayrıntı fark etti. Genç yürüdükçe garip bir zil sesi geliyordu. Bir an içinden “acaba hayalleniyor muyum?” diye geçirdi ve bir daha dikkat kesildi. Evet, genç yürüdükçe etraftan zil sesleri yükseliyordu.

Genç kilise bahçesine girip Papaz’a yaklaştı.

- Selam Papaz Efendi.
- Selam delikanlı.
- Ben günah çıkartmak için geldim.

Papaz bir yandan,
- "hoş geldin hoş geldin” diyerek genci karşılıyor bir yandan da üstten aşağı onu süzüyordu. Bakışları gencin ayaklarına geldiğinde şaşkınlığının kaynağını bulmuştu. Gencin ayakkabısının her yanı küçük küçük ziller ile doluydu.

- Hele gel otur. Önce şu ayakkabının sırrı nedir bir söyler misin? Niçin ayakkabılarının etrafı zillerle dolu? dedi Papaz.

Genç, Papazın karşısına oturdu:

- Papaz Efendi biliyorsunuz yaz mevsimindeyiz ve kasabamızın yolları toprak. Yollar karınca, börtü böcek dolu. İnsanlar çoğu zaman zaman istemeseler bile onları ezerek yürüyorlar. Ben ayakkabılarımın etrafına ziller taktım ki, zil seslerini duyan börtü böcek kaçışsın ve ben onları ezmek zorunda kalmayayım.

Bu ince düşünce karşısında Papaz’ın neredeyse nutku tutuldu ve ne diyeceğini bilemez hale geldi. Duygulanan Papaz içinden “Tanrım, zannedersem güneşi ve yağmuru böylesi gençlerin yüzü suyu hürmetine bizden esirgemiyorsun. Kasabamıza kilisemize böylesi bir genç verdiğin için sana şükürler olsun” diye geçirdi.

Genç bir kez daha nazik bir ses tonuyla;

- Ben günah çıkartmak istiyorum Papaz Efendi, dedi.

Papaz hayran hayran gence bakıyorken bir kez daha içinden “Acaba böylesine ince bir ruh nasıl basit bir şeyden rahatsız oldu da onu günah olarak gördü ve tövbe etmek istiyor” diye geçirdi. Bir yandan da gerçekten gencin günah olarak ne söyleyeceği konusunda meraklandı.

İçeri geçtiler. Her şey hazır olduğunda genç konuşmaya başladı:

- Papaz Efendi benim ailem sütçülük yapıyor ve ben de dağıtımda onlara yardım ediyorum. Geçenlerde aşağı sokakta tacir Michael’in sütünü götürmüştüm. O evde yoktu. Sütü almak için eşi karşıladı. Nasıl oldu bilmiyorum biz olmadık işler yaptık!

Papazın keyfi kaçtı, birden yüzü düştü ama hemen kendini toparlayarak içinden “düşmez kalkmaz bir tek Tanrı’dır. Hem pişmanlık duymuş, kınamamalıyım” diye geçirdi ve gence:

- Evladım! İnsandır hata yapar. Önemli olan hatalarımızdan ders çıkarıp pişman olabilmek ve tekrar doğruluk yoluna dönebilmektir. Dedi.

Rahatlamış bir yüz ifadesi ile genç tekrar konuşmaya başladı:

- Teşekkür ederim Papaz Efendi. Ama ben bir şey daha söyleyeceğim. Geçenlerde bir gün Demirci Boris’in dul eşinin sütünü götürmüştüm. Kapıyı açınca birden kendimi kaybettim ve onu bazı işlere zorladım, olur olmaz işler oldu!

Papazın tadı tuzu tamamen kaçtı. Düşünceleri darmadağın olmuştu. Yüzü tamamen asıldı. Ama hızla kendini toparladı ve içinden “ben n’apıyorum. Tamam, ayağı kaymış ama pişman da olmuş. Yardımcı olmalıyım” diye geçirdi. Biraz kızgın biraz şaşkın biraz kınayıcı ama halen nasihat içeren bir ses tonu ile:

- Evladım! En hassas olmamız hayatta en çok dikkat etmemiz gereken şey kul hakkıdır. Kul hakkının en yücesi ise namustur. Başkalarının namusunu kirletme Tanrı katında en büyük suçtur. Çok büyük bir günaha bulaşmışsın. Ama Tanrı’dan ümit kesilmez. Çok dikkatli olmalıyız. Dedi.

Biraz hinlik biraz kurnazlık içeren yapmacık bir mahcubiyetle genç:

- Çok haklısınız Papaz Efendi. Hoşgörünüz ve nasihatleriniz için de ayrıca teşekkür ederim. Müsaade ederseniz bir şey daha söyleyeceğim. Dedi.

Papaz boş gözlerle gence bakıyorken sadece:

- Hı hı! Dedi.

Genç yeniden söze başladı:

- Geçenlerde geniş aile ile pikniğe gittik. Halamlarda vardı. Halamın nişanlı bir kızı var. Kırda bayırda koşup eğleniyorken onu ailenin olduğu yerden epey uzağa götürdüm. Orada da olmadık işler oldu! dedi.

Papaz elindeki İncil’i saygıyla masanın üzerine bıraktıktan sonra hiddet ve kandırılmışlık duyguları ve de oldukça kızgın ve aşağılayıcı bir ses tonu ile bağırdı:

- Ulan g.v.t! Ulan d.yy.s! Ulan p.z.v.nk! Ulan Zilli! Ayağındaki şu zilleri çıkar da şeyine tak.. Yoksa tüm kasabanın ırzı kirlenecek.
◇◇◇

PEKİ, AYAĞI ZİLLİLER KİMLERDİR?

● Devletin 200 - 300 Milyon' dolarını vurgun yapmış ama 'saçımın teli göründü' diye ortalığa düşenlerin ayağı zillidir.
● İşyerinde israf olmasın diye atık kâğıdın arka yüzünü kullandıktan sonra ihaleyi yandaşa verenin ayağı zillidir.
● Dairede israf diye iki lambadan birini söndürüp vatandaşın işlerini adalet üzere değil de partizanlık üzerinden yapıp eden her amir ve memurun ayakları zillidir.
● 'Sünnet' diye yemek sofrasında ekmek ufantılarını topladıktan sonra kaç milyonluk aracıyla camiye gidenlerin ayakları zillidir.
● Allah, Kuran, bayrak, vatan, millet kelimelerini ağzından düşürmeyip yandaşlık, yardakçılık, kayırmacılık, torpil yapan herkesin ayakları zillidir.
● Asgari ücretin 17.000 TL olduğu bir memlekette kaç yüz milyon Dolar'lara cami yapılmasını kutsayan adamın ayakları zillidir.
● 'Kılıç hakkıdır' diye canla başla filan kilisenin camiye çevrilmesini savunup da ülkedeki onlarca Amerikan ve Nato üslerine gık çıkarmayanların ayakları zillidir.
● "Allah adildir, adaleti ister!" dedikten sonra kendi gibi düşünmeyen, kendi gibi inanmayan herkesi “öteki” görenlerin ayakları zillidir.
● Garibe, gurebaya, halka, vatandaşa fakirliği tavsiye edip, kendi karun gibi yaşayan herkesin ayakları zillidir.
● Camide cemaate “Peygamber yarım hurma ile oruç tuttu, Halife Ömer yamalı cübbe giyindi" vaazı verdikten sonra, bilmem kaç milyon liralık zırhlı makam araçlarına binip, villalarda oturan herkesin ayakları zillidir.
● Piyango bileti aldı diye vatandaşa kızıp da, piyangoyu işleten adama “işadamı” muamelesi yapanların ayakları zillidir.
● Bir bira içti diye vatandaşa demediğini bırakmayan ama bira fabrikası açan ve onu vergilendirenlere “halife” muamelesi yapanların ayakları zillidir.
● Bütün bunları görmesine, duymasına, bilmesine rağmen itiraz etmeyen herkesin ayakları zillidir.

Alıntıdır

Hiçbirşey Bulunamadı!

Üzgünüz, ancak {{search_query}} arama sorgunuz için veritabanımızda hiçbir şey bulamadık. Lütfen başka anahtar kelimeler yazarak tekrar deneyin.