Logo
Bozkurt mahir
13 gün önce
PAVYONDA BİR KADIN...
''Her giden, benden bir parça koparıp gitti Tamer beycim. İşte geriye kalan da karşınızda duruyor'' dedi....

Hiç haz etmediğim fakat bir arkadaşın
''Gel yahu, sana da malzeme çıkar'' zoruyla girdiğim Beyoğlu batakhanelerinden birindeydim.
Yanıp sönen renkli ışıkların altında, berbat sesli bir kadın sallana sallana bir şeyler söylüyordu.
''Bir şeyler'' diyorum çünkü ne dediğini anlamak mümkün değildi.
Ve zaten dinleyeni de yoktu.
Yarı karanlık masalar tıka basa doluydu ve her masada farklı bir gürültü vardı.
Sonra o gürültüler bir yerde birleşip kulaklarımın ırzına geçiyordu.
Yanımdaki arkadaş iyice kafayı bulmuş ve masalara paylaşılan kadınlardan en sonuncusunu ve en yaşlısını bizim masaya davet etmişti.
Mavi siyaha boyanmış saçları, derin yüz çizgileri ve kıpkırmızı rujuyla karşımızda oturan kadın sürekli anlatıyordu.
Ben ne anlattığından çok ellerine bakıyordum.
Çünkü elleri çorak bir arazi gibiydi.
Kupkuru ve morarmış damarların kıyısında, delik deşik bir ten vardı.
Derin bir iç çektikten sonra,
''artist şampanyası'' dolu kadehini kaldırdı,
bize baktı.
Biz de kadehlerimizi kaldırdık.
İşte o anda kadınla göz göze geldim.
Masmavi gözlerinde gördüğüm gemiyi yıllar sonra bile unutamadım. Şimdi siz bunu bir şair abartması olarak okuyacaksınız fakat inanın öyle değil. Gerçekten o anda sanki koskoca bir gemi o bambaşka mavi gözlerin sularına gömüldü.
Ayakta uyuklayan garsonlar can sıkıntısıyla,
saatlerinin dolmasını ve patronlarından evlerine gitme iznini bekliyorlardı. Masamızda suskunluk vardı.
Yanımdaki arkadaş sızdı sızacak haldeydi ama yine de her kalkmaya niyetlendiğimde, beni "biraz daha yahu" diyerek yerime oturtuyordu.
Sanırım laf olsun diye, kadına doğru eğilip ''Neden buradasınız?'' diye aptalca bir soru sordum.
kadın önce bir kahkaha patlattı ardından da
'' Ah Tamer beycim,
siz neden buradaysanız ben de ondan buradayım...'' dedi.
Bu hiç beklemediğim cevap karşısında önce bir yutkumdum sonra da kekeleyerek ''Şey...
Ne alaka canım,
ben yalnızlıktan buradayım'' diye saçmalamaya devam ettim.
Paketindeki son sigarasını çıkardı ve etrafı kontrol ettikten sonra bu kez o bana doğru eğildi "Yalnızsanız tadını çıkarın efendim.
Benim başıma ne geldiyse kalabalıktan geldi.
Siz bilmezsiniz, orospuluk kalabalık bir meslektir.'' dedi.
Bu sırada arka masalardan birinde kavga çıktı.
Anladığım kadarıyla, hesaba itiraz eden bir herif garsonlardan dayak yiyordu.
Ben onlara bakarken, kadın işaret parmağıyla çeneme dokunup, kafamı ona doğru çevirdi. ''Siz şairsiniz değil mi?'' diye sordu.
Şaşırmıştım ''Evet ama o kadar belli oluyor mu şair olduğum'' diye işi komikliğe vurdum.
''Aaa, Tamer beycim, ben şairi oturuşundan, kalkışından, konuşmasından tanırım'' dedi.
Bu çilekeş kadın tarzı, oturuşu, kadehi tutuşu, bakışı ve kurduğu cümlelerle iyiden iyiye onunla ilgili meraklanmama sebep olmuştu ama ben o kadar yorgundum ki, yine de sigara dumanı ve alkol kokusundan kurtulup, otelime gitmek istiyordum. Kadın sıkıldığımı anlamış olacak ki ''Biliyor musunuz, annem babam izin verseydi devrimci olacaktım ben'' dedi.
Kadehi elimden düşürdüm.
Rakı üstüme başıma döküldü.
Ne, ne demişti kadın. "Devrimci" mi? Ben daha onun ne dediğini anlamaya çalışırken,
o devam etti. ''Ben Almanya'da büyüdüm. Orada saygıdeğer, çok sevdiğimiz, devrimci abilerimiz ablalarımız vardı.
Her fırsatta, oturduğumuz mahalleye gelip bizimle konuşurlardı. Dertlerimizi dinlerlerdi. Tertemiz çocuklardı." İyice bana doğru sokuldu.
"Yalan yok, ben de onlardan, onların anlattıklarından, güzel gelecek hayallerinden, barıştan, insanlıktan, sevgiden çok etkilenmiştim. Sonracıma, giyimleri, kuşamları, davranışları...
Ahhh...
Bir süre sonra, onların derneklerine gitmeye başladım. Bana kitaplar verdiler. Benimle gezdiler, hiç bilmediğim şeyler anlattılar. Biliyor musunuz Tamer beycimi beni ilk defa insan yerıne koyan onlardı. Fakat gelin görün ki, bu buluşmaları duyan annem ve babam bana çok kızdılar, onlarla konuşmamı yasakladılar. 'Onlar seni kandırıp dağlara göndermek istiyorlar' diyerek, beni eve kapattılar.
Çok üzüldüm çokkk...
Derken efendim, biz bir süre sonra oradan taşındık ve ben bir daha onların izlerini bulamadım. Bu arada alman diskolarına gitmeye ve saçma sapan insanlarla arkadaşlık kurmaya başladım. Bir bardak bira ve bir fırt sigara derken, hoop bir baktım ki, viski ve uyuşturucuya kadar gelmişim." Başını öne eğdi, sesi titreyerek "Ve bir gece geç vakit diskodan eve dönerken, beni yolda becerdiler. Sabaha karşı polis beni bir çöp kutusunun yanında buldu. Ailem başıma geleni öğrendiğinde, beni yaka paça, İstanbul'a, amcamın yanına gönderdi. Olmadı. Burada da yapamadım. Dik durmayı beceremedim dik durmayı. Bir kere tren kaçtı mı, sonrakilere de yetişemiyor insan."
Kadehindeki son yudumu da içti.
Bir süre birbirimize baktık. '
'Maksim Gorki...Ana...''
dedi.
Haydaaa! Gecenin bilmem kaçında, boktan bir pavyon masasında, karşımda oturan kadın bana Maksim Gorki, Ana diyordu. Kekeleyerek "Şey...
Özür dile..rim..Anlayamadım." dedim.
''Ahh be Tamer beycim...
Maksim Gorki'nin
diyorum Ana
kitabı..Bilirsiniz...işte o
kitap ilk kitaptır.
Siz
bakmayın benim bu orospu
hallerime. Ben Ana'yı
okumuş kadınım. Bedenimi
kurtaramadım belki ama
ruhum hala tertemiz."
Kafam iyice karışmıştı
Gorki...Ana...Devrimci...Almanya...Orospu...
Kadeh...Disk
o...Tecavüz...Ruh...
Beden..
"Ana benim de ilk okuduğum
kitaptır." dedim. Gülümsedi,
Müşteriler birer ikişer gitmiş,
geriye sadece biz kalmıştık
Muzipçe kulağıma "Hadi siz
de gitmeden, beraber 1
Mayıs Marşını söyleyelim mi
Tamer beycim "diye sordu
Gülümsedim. "Elbette"
dedim. Biz onunla, omuz
omuza "1 mayıs işçi marşını
fsıldarken, sahnedeki kadın
bağıra çağıra

"muratgilin damından
atlayamadim"ı

hönkürüyordu.

Hesabı ödedikten sonra
kalkıp kapıya yöneldik. Elini
sıktım. "Sizin o tertemiz
kalan ruhunuzu çok sevdim"dedim. Yanakları kızardı.
On
altı yaşındaki bir kız
mahçubiyetiyle "O da sizi
çok sevdi efendim.." dedi,
Dedem "Kimin yüreğinde ne
yatar bilinmez" derdi hep.
Düşe kalka otele doğru
yürürken, dedemin bu sözü
geldi aklıma.
Gerçekten dede,
kimse bilemez...

#Hayatvefarkındalık .
Tamer Dursun.
Bozkurt mahir
26 gün önce
Kargayla Kan Davası: 3 Yıllık Trajikomik Bir Hesaplaşma

Üç yıl önceydi. Eşimden yeni ayrılmıştım. Hayatımı yeniden kurmak için merkezi bir semtte küçük bir eve taşındım. Yatak odası vardı ama kullanmıyordum; çalışma odasındaki kanepe ve battaniye yeni hayat düzenim olmuştu. Yetiyordu bana… Ta ki sabah 5.20'ye kadar.

Daha halk arasında “karga bokunu yemeden” denilen vakit… Ama bu karga çoktan yemişti. Camın önündeki ağaca tüneyip gak gak bağırıyordu.

İlk sabah: Sabrettim.

İkinci sabah: “Git ulan!” dedim, gitmedi.

Üçüncü sabah: Maşrapayla su attım, nafile.

Dördüncü sabah: İçimdeki köylü çocuğu uyandı. Ağaca çıktım, yuvasını bozdum.

Ve işte o sabah hayatım değişti.

O günden sonra aramızda adı konmamış bir savaş başladı. Yeni yuvasını ağacın en tepe, en ulaşılmaz dalına yaptı. Her sabah 5.20’de tekrar orada. Penceremin tam önünde. Bazen yatak odasına geçiyorum, bu sefer oraya geliyor. Sanki yer değiştirdikçe o da taktik değiştiriyor.

Derken başka bir cephe açtı: arabam. Mahallede herkesin arabası pırıl pırıl, benimki her sabah karga bokuyla imzalanmış gibi. Bir gün camdan izledim: Arabayı park ettikten 10 dakika sonra geldi, pisledi, gitti.

İnanmayacaksınız ama araç değiştiriyorum, fark etmiyor. Clio, Fluence, Captiva, Bayon, City… Sıfır araç, ikinci el, ikame araç… Hepsi aynı kaderi yaşıyor. Artık arabanın plakası mı, ruhsatı mı, beni mi tanıyor bilmiyorum. Ama hedefte hep ben varım.

Barışmak istedim. Camın kenarına ekmek, su, zeytin, hatta kedi maması koydum. Görmedi bile. Belki de gördü ama görmezden geldi. Göz göze geldiğimiz anları unutamıyorum. Gözlerinde kin, hesap, sabır… Hepsi vardı.

Ruhsatlı tüfeğim var, evet. Ama bugüne dek hiçbir canlıya silah doğrultmadım. Bu başka. Bu bir hayvan değil… Bu, bir hesaplaşma gibi. Sabahları başarı motivasyonuyla değil, bir karganın bağırtısıyla uyanıyorum. Alarm kurmasam da 5.20’de gözüm açılıyor.

Günler geçtikçe üstünlük onun eline geçti. Arabamı, evimi, uykumu ele geçirdi. Annemin arabasını bile getirsem fark etmiyor: Ertesi sabah bok içinde. Artık takip edildiğimi hissediyorum. Camdan baktığımda orada… Yukarıdan bana bakıyor.

Yuvası eskiden ağacın alt tarafındaydı. Ulaştım, dağıttım. Ama şimdi? En tepedeki daldan tüm evi denetliyor. İmkânsız bir yere taşındı.

“Sapanla vur” diyenler oldu. “Havalı tüfekle indir”, “Sık geçsin gitsin…” Ama mesele bu değil. Mesele tüfek değil, vicdan. Evet, ruhsatlı iki tüfeğim ve bir silahım var. Ama ben onları taşımıyorum, onların sorumluluğunu taşıyorum.

Benim derdim bu kargayla savaşmak değil… Anlaşmak. Ama olmuyor. Defalarca barış eli uzattım. Görmedi. Kabul etmedi. Küstü belki. Belki de affetmedi. Ama savaş da istemiyorum. Mia’nın cam kenarına koyduğum mamaları bile kurudu. Yine de umut ediyorum.

Hayalim: buraları terk edip Çanakkale’ye yerleşmek. Ama bazı arkadaşlar “Oraya da gelir” diyor. Ve içten içe hak veriyorum. Bu savaş sadece mekâna bağlı değil. Bu, bir bağ gibi. Takipten vazgeçmiyor.

Her sabah aynı hikâye. 5.20’de uyansam da alarm kuruyorum. Artık refleks olmuş. Alarm olmasa da “gak” sesiyle uyanıyorum. Yastığın altına kafamı sokuyorum ama olmuyor.

Biliyorum, kulağa komik geliyor. İnsan bir kargayla nasıl savaşır diye düşünülüyor. Ama yaşıyorum ben bunu. Ve itiraf edeyim, komik olduğu kadar yıpratıcı.

Bu yüzden kan çıksın istemiyorum. Benim ömrüm yetmez böyle bir kan davasına. O 200 yıl yaşar. Ben 70 yıl. Böyle bir davaya evlat bırakacak halim yok.

Ama şunu söyleyeyim:
Bu bir düşmanlık değil, bir direniş.
Bu bir zafer değil, bir yaşama biçimi.
Ve ben her sabah aynı gak sesiyle, aynı mücadeleye yeniden başlıyorum.

------------

Kıssadan Hisse:
Her sabah bağıran kargaya kızarsın, ama aslında uyanmanı sağlayan odur.
Hayat bazen huzuru değil, alışmayı öğretir.
Kin güden bir karga bile seni hayatla yüzleştirebilir.
O yüzden, her düşman bazen bir öğretmendir,
Ve her gaklayış, kaderin tokadıdır.

#Hayatvefarkındalık
Alıntı.
Bozkurt mahir
29 gün önce
Çin'de,
evliliğinden çok uzun zaman sonra bir oğlu olur adamın.
Elli beş yaşındadır o yıllarda adam...
Öyle çok sever ki oğlunu...
Mutlu olsun diye elinden ne geliyorsa yapar...
Eşi bir trafik kazasında ölünce, küçük yaştan itibaren hem anne hem de baba olur oğluna.
Öperken burnunun direği sızlamaktadır...
Yıllar hızla geçer... Çocuk büyür ve evlenir...
Çin'de yaşlıları yalnızlığa terk etme adetine hiç düşünmeden oda uyar.
Evlenince babasını yalnız bırakıp eşiyle yeni evine taşınır.
Artık seksen yaşlarında olan babasının yanına gitmediği gibi, sadece ölüp ölmediğinden haberdar olmak için telefona benzer bir çağrı düzeneği yaptırır...
Yaşlı babası her gün bir defa koltuğunun az ilerisinde duran butona basıp"Ölmedim.. Hayattayım"der gibi çağrı göndermektedir oğluna gözyaşlarıyla...
Aradan uzun yıllar geçse de oğlu bir kez olsun babasının yanına uğramaz...
Fakat babasından günde birkaç çağrı gelmeye başlayınca içine bir şüphe düşer. Ve pek bir isteksiz halde, babasının evi tarafına işi düştüğü bir gün baba evine uğrar. Daha kapıyı açtığında inanılmaz bir koku duyup, eliyle burnunu kapatır...
İçeriye girdiğinde ise dehşeti yaşar genç adam...
Babasının koltuğunda etleri yarım yamalak çürümüş bir iskelet.
Yanı başında bir köpek.
Önündeki sehpa da ise bir not durmaktadır.
Ürpererek atar adımlarını ve kağıdı alıp okur dehşetle...
Kağıtta ise şöyle yazmaktadır:
-"Son günlerde koltuğumdan kalkıp o butona basıp sana çağrı gönderemeyecek kadar halsizim oğlum...
Köpeğim Zeytin'e öpücük karşılığı butona benim yerime basmayı öğrettim...
Butona her bastığında koşarak yanıma gelip hak ettiği öpücüğünü alıyor. Beni en çok üzen şey ise, o öpücüğün değerini ne kadar uğraşsam da insan olan oğlumun değil, bir hayvanın anlaması...
Zeytin bir öpücük için butona basıp yanıma geliyor da, oğlum yüzlerce öpücük için bir defa bile yanıma gelmiyor...
BABAN " 😔
#Hayatvefarkındalık .
Alıntı...
Bozkurt mahir
1 ay önce
BEN SALİM OLDUM.
Tımarhane penceresinden hergün dikkatle dışarıya bakan bir deli,birşey görüp fazlasıyla heyecanlanırmış.
Fakat bu heyecanın sebebini kimse anlamaz, yine krizi tuttu sanırlarmış.

Bir gün delinin odasına yemek getiren hizmetli odada başka birinin olduğunu görünce öyle şaşırmış ki.

-"Ben Baki oldum... Ben Baki oldum" - diyede bağırıyormuş üstelik. Her haliyle deli olduğunu anladığı adam yemek tabıldotunu alıp hemen heyecanla yemeğe başlayınca, hizmetli koşup doktorlara haber vermiş...

Tanımadıkları bu adamı apar topar tımarhanenin avlusunun dışına atıp, diğer deliyi aramaya başlamışlar.Avlunun az yakınında biryerde saçları sarıya boyanmış bir şekilde buldukkarı deli,
-"Ben Salim oldum... Ben Salim oldum-" diye bağırıyormuş.Deliyi alıp tımarhanedeki odasına götürmüşler. Fakat ertesi gün odasında tanımadıkları o adamı bulmuşlar yine. Tekrar apar topar avlunun dışına atıp, diper deliyi aramaya başlamışlar. Yine kaçak deliyi avlunun yakınında gülerek,
-"Ben Salim oldum... Ben Salim oldum-" derken bulunca, doktor dayanamamış artık...
-"Evladım sen neden sürekli tımarhaneden kaçıp buraya geliyorsun?.Hem senin adın Salim değil Baki dir... Sen nasıl Salim olabilirsin?" - diye sorunca, deli az önce apar topar dışarıya atılan adamı gösterip gülmüş ...Ve,
-" Ben odamda hergün üç öğün yemek yerken, o adam açlıktan çöpleri karıştırıyordu. Bir gün tımarhaneden kaçtım.Onunla anlaşıp yer değiştirmemiz için anlaştım. Saçımı onun gibi sarıya boyadım.Onun saçlarınıda bem gibi kahverengiye....Böylece onu ben sanacaktınız.Ve karnı doyacaktı.Ben Salim oldum... O ise Baki... -" deyince, doktor şaşırmış ve hayretle sormuş tekrar.
-" Bir deli bunu nasıl düşünebilir? - "deyince, deli yine cevap vermiş gülümseyerek.
-" Aklım olmadığı için deliyim...
Kalbim olmadığı için değil doktor bey. Keşke her insanın kalbi olsada, kimse bu dünyada aç kalmasa... -"

#Hayatvefarkındalık .
Suat Özge..
Bozkurt mahir
1 ay önce
KARADUTUM, ÇATAL KARAM, ÇİNGENEM.

Adı, Mari Gerekmezyan’dı.
Türkiye’nin ilk kadın heykeltraşlarından biriydi.
Ermeni asıllıydı.
Güzel Sanatlar Akademisi’nde misafir öğrenciydi.
Çok başarıydı.
Okulda bir asistana aşık oldu..
Asistan ünlü bir ressam ve şairdi.
Üstelik de evliydi.
Delice sevdiler birbirlerini.
Dillere düştüler.
Sevdiği adamın büstünü yaptı..
Ünlü ressam da onun portrelerini çizdi.
Günlerce aylarca büyük bir aşk yaşadılar.
Birbirlerine seranat yaptılar.
Mari’nin kaşı kara, gözü kara, bahtı da karaydı.
Ailesi ve Ermeni toplumu onu terketti.
İtinayla yalnızlaştırıldı.
Dönemin basını, Ermeni olduğu için Ankara’daki Resim Heykel sergilerinde üst üste aldığı ödüllerde adını bile geçirmedi.
Buna ragmen sevgilisini hiç terketmedi.
Ta ki hastalanana kadar..
1947 yılında tüberküloza yakalandı.
İstanbul Alman Hastanesi’ne yatırıldı.
Durumu ağırdı.
Antibiotik gerekiyordu.
Ama dünya savaşı yeni bitmişti.
Ülkede ilaç yoktu.
Ünlü ressam sevgilisini kurtarmak için tablolarını sattı.
İlaç için her yolu denedi.
Şiirler karaladı.
Ama olmadı.
Mari Gerekmezyan 1947 yılının 12 Ekiminde 37 yaşında hayata gözlerini yumdu.

***
Aradan 2 yıl geçmişti..
1949 yılının bir ilkbahar günüydü.
İstanbul Büyük Kulüp’te bir toplantı vardı.
Her ilde Büyük Kulüpler cumhuriyet burjuvasının eğlence mekanlarıydı.
Sıradan insanlar oraya giremezdi.
İşçi ve köylüler içeriye sokulmazdı.
Başı örtülüler de.
O gece Büyük Kulüp’tekiler özel konuk olan Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan bir şiir okumasını istediler.
Bedri Rahmi ayağa kalktı.
Şiiri okumaya başladı.
Ama gözyaşlarını tutamadı.
Bir yandan mısraları söylüyor, bir yandan sular seller ağlıyordu.
Gözyaşlarına mendil yetmiyordu.

Bedri Rahmi’nin hemen yanında eşi Eren Eyüboğlu oturuyordu.
Ama hiç tepki vermiyordu..
O da herkes gibi bu şiiri ona yazmadığını biliyordu.
Bedri Rahmi’nin “Karadutum, çatal karam, çingenem” diye seslendiği kadın, 2 yıl önce ölen Mari Gerekmezyan’dı.
Mari öldükten sonra Bedri Rahmi’ye dünya haram olmuştu.
Öyle ki.
Yıkılmışlığını dizelere dökmüştü.

“Türküler bitti,
Halaylar durdu,
Horonlar durdu.
Hüzün geldi başköşeye kuruldu,
Yoruldu yüreğim, yoruldu.”

Yorgun yürek “Karadut” 1946´da menenjit tüberküloz kaptı. İyileşebilmesi için antibiyotik lazımdı. Savaş yeni bitmişti ve ilaç ateş pahasıydı. Bedri Rahmi, genç sevgilisine ilaç alabilmek için tablolarını elden çıkarmaya başladı. Ancak bu çabalar da sonuç vermedi ve o yıl İstanbul Alman Hastanesi’nden Mari Gerekmezyan´in ölüm haberi geldi.

Bedri Rahmi yıkılmıştı. Sevgilisini sonsuzluğa uğurladıktan sonra keder içinde eve döndüğünde kendisini teselli eden, yine eşi Eren olacaktı. O dönem içkiye başladı ünlü şair. Ürettiği ve dönemin ünlü olan eseri ise;

” Türküler bitti, halaylar durdu,
Horonlar durdu (…)
Hüzün geldi başköşeye kuruldu
Yoruldu yüreğim yoruldu. ”

Eren Eyüboğlu, eşinin bu zor dönemi atlatmasına yardımcı oldu. Onu yeniden sanatıyla buluşturmak için çabaladı. Başardığını sanıyordu. Ta ki büyük Kulüp’teki o geceye kadar.

“Karadut”u okurken, Bedri Rahmi’nin yanaklarından süzülen gözyaşları, sevda yarasının hâlâ kapanmadığının kanıtıydı. Bunun üzerine Eren, bir süre Paris’te yaşamaya karar verdi. Oradan eşine yazdığı bir mektupta “o geceyi” hatırlattı;

4 Ocak 1950 Paris

Canuşkam;

Kulüpte bir gece, bir şiir okumuştun hani! Hatırladın mı? Gözlerinden birden yaşlar döküldüğünü görünce içimin karardığını hissetmiştim. Sesin nasıl titremişti. Hey! Bütün bunları hatırlıyor musun? Sanki böğrüme kızgın bir ütü yapışmış gibi olmuştum.

O gece…
Senin seneler sonra bile olsa yanıp tutuştuğunu anlamıştım. Bedri’nin ruhuna, insanüstü bir gücün acıyıp ona güç vermesi için dua etmiştim. Ruhun çektiği acıları Allah dindirsin. Allah sana resim yapma sevinci versin ve bizim yanımızda yaşamaktan mutluluk duyabilmeni sağlasın.

Eren

Bu dualar işe yaradı. Bedri Rahmi 11 yaşındaki oğluyla eşine geri döndü.

(Bedri Rahmi ölene kadar "Canım Cebişim" dediği sevgilisi Mari'yi hiç unutmadı)

1974´deki ölümüne kadar geçen çeyrek asrı, aynı evde çalışıp üreterek, diz dize birlikte tükettiler. Öldüğü gün, eşi Eren cenazeden dönüşte artik 35 yaşına gelmiş oğlunu karşısına oturttu.

“Babanı uğurladık” dedi, “Ama şunu bilmeni istiyorum ki, ona çok kırıldım. Yaşadığı ilişkiyi unutmadım. Hiçbir kadın aşağılanmayı kabul etmez. Buna katlandımsa, bil ki sadece senin hayatın kararmasın diyedir.”

Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın, ağulum
Günahımsın, vebâlimsin.

Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum,
Gökte ararken yerde bulduğum,
Karadutum, çatal karam, çingenem,
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın..

Sigara paketlerine resmini çizdiğim,
Körpe fidanlara adını yazdığım,
Karam, karam,
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sıla kokar, arzu tüter
Ilgıt ılgıt, buram buram.

Ben beyzade, kişizade,
Her türlü dertten topyekun azade
Hani şu ekmeği elden suyu gölden.
Durup dururken yorulan,
Kibrit çöpü gibi kırılan,
Yalnız sanat çıkmazlarında başını kaşıyan,
Artık otlar, göstermelik atlar gibi bedava yaşayan,
Sen benim mihnet içinde yanmış kavrulmuşum.

Netmiş, neylemiş, nolmuşum,
Cömert ırmaklar gibi gürül gürül,
Bahtın karışmış bahtıma çok şükür.
Yunmuş, yıkanmış adam olmuşum.

Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sensiz bana canım dünya haram olsun!

#Hayatvefarkındalık
Bozkurt mahir
2 ay önce
KELLE PAÇADAN YAKA PAÇAYA BİR ÖĞRENCİLİK HATIRASI!..

Biraz tebessüm. ☺️

Üniversitede okurken sadece öğrencilerin kaldığı
Üniversiteye yakın; şehir merkezine uzak bir apartmanda kalıyoruz, her dairede 4 ile 6 kişi yaşıyor ortalama.
Gırgır olsun diye alt katta oturan ve benim kaldığım dairedeki arkadaşlar ile o yıl popüler olan Avrupa Yakası adlı dizideki Gafur karakteri özdeşleşmiş birer çizgili pijama takımı aldık.
Geceleri hepimiz Daltonlar gibi evin içinde çizgili pijamalar ile dolaşıyoruz.
Bildiğiniz gibi üniversite öğrencileri gece uyumayıp genelde gündüzleri uyuyan varlıklardır. Gece saat 3 gibi bizim zil çaldı. Kapıyı açtım, gelenler alt katta kalan bizim dalton çetesi.
"Hayırdır bu saatte" dedim.
"Abi acıktık, siz de gelirseniz pasajda kelle paça yemeye gidelim" dediler.
Gecenin 3' ü ve gideceğimiz yer yürüyerek 40 dakika mesafede.
" Oğlum gidip yatın, gece gece ne kellesi ne paçası, git gel sabah olur" dediysem de.
Yalvar yakar zorla ikna ettiler beni.
Bizim evden 3 kişi; onlardan 4 kişi, toplam 7 çizgili pijamalı öğrenci ana yola yürümeye başladık.
Ana yola tam çıktık ki bir polis ekip minibüsü önümüzde durdu ve kimliklerimizi istedi.
Üstümüzde kelle paça yemeye yetecek kadar para ve çizgili pijama dışında bir şey yok!
Üniversitede sık sık öğrenci kavgaları olduğundan ekipler orada sürekli dolaşıyormuş!
Kimlik ibraz edemedik haliyle.
Kelle paçaya giderken en çizgili pijamalı halimiz ile yaka paça gözaltına alındık.
Karakolda derdimizi anlattık ama ancak sabah olunca nöbetçi komiser imzasıyla serbest bırakılacağımızı öğrendik.
Sabah tanıdık bir polis memuru sayesinde ifademiz alınıp serbest bırakıldık.
Serbest bırakıldık bırakılmasına; ama artık gün aymış ve 7 çizgili pijamalı adamın şehrin ortasından eve yürüyerek gitmelerinin pek hoş görünmeyeceğini nöbetçi komisere anlatma görevi de bana düştü.
Sabah işe gelen her polis memuru pijamalı 7 adamı görünce gülüyor.
Karakolda herkes gülüyor haliyle.
Komiser halimize acıdı ve aynı ekip minibüsü ile bizi eve kadar gönderdi.
Bizi getiren polis memurlarının da gülmekten gözlerinden yaş geldi.
Hepimiz uykusuz ve perişan halde o gün uyuduk.
Gece saat 3' te yine zil çaldı.
Kapıyı açtım. Aynı pijamalı arkadaşlar bana melül ve mahzun bakarak: " Abi dün gece kelle paça içemedik ya, bu gece içsek mi?" diye yalvar yakar ikna ettiler.
Yine pijamalı 7 kişi yola çıktık. Bir önceki gece göz altına alındığımız yerin 10 metre ilerisine varmıştık ki yine bir polis minibüsü önümüzde durdu.
Devriye değiştiğinden bu kez başka memurlar kimliklerimizi istedi!
Beni bir gülme tuttu ki sormayın.
Kimlik yok, kelle paça falan dediysem de gülmemden pek haz etmeyen memurlardan biri beni tuttuğu gibi araca soktu.
Benimle birlikte Daltonların geri kalanı da bindi haliyle...
Ben gülmemek için dudaklarımı ısırıyorum.
Yanımda Artvinli bir arkadaş var ve çok korkuyor.
"Abi biz öğretmen olacağız ya, sicilimize işler mi bu" diyor ciddi ciddi.
Ben de: " Tabii ki işler, kolay mı, gece yarısı pijamalı halde tutuklanmak affedilir suç değil" diyerek ti' ye alıyorum çocuğu.
O da ciddi ciddi: " Babam duyarsa ben bittim" diyor.
Asabi olan ve beni araca asabice bindiren polis memuru telsizle anons geçti ve üniversite yurdu civarında öğrenci olduğunu iddia eden 7 pijamalı şahıs aldıklarını merkeze bildirdi.
Ve merkezden gelen cevap şöyle oldu:
"Onlar kelle paçacıya gidiyor, İnönü pasajındaki kelle paçacıya bırakın onları"
Polis memuru arkadaşlar, sağ olsun bizi kelle paçacıya bıraktılar, o gece bol sarımsaklı kelle paçaları içip eve yürüyerek döndük.
Kelle paça için yaka paça gözaltına alınan ilk çizgili pijamalı öğrenci grubu olarak tarihteki eşsiz yerimizi aldık haliyle..
😀.

#Hayatvefarkındalık
Hikmet Kızıl..

Hiçbirşey Bulunamadı!

Üzgünüz, ancak {{search_query}} arama sorgunuz için veritabanımızda hiçbir şey bulamadık. Lütfen başka anahtar kelimeler yazarak tekrar deneyin.