Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa'nın Araplar hakkındaki düşünceleri
➖️Bu Araplar, cenk sanatını bilmez bir kavimdirler. Çölde çapulculuk yapmakla ordu hâlinde cenk etmeyi aynı şey sanırlar...
Barbaros Hayrettin Paşa'nın leventlerinin Arap askerlerin elinde olan kaleyi ağır silahsız (top) nasıl ele geçirdiklerini anlatıyor. Sonrasında çok güzel tespitler yapmış Araplar hakkında .(bence şu yıllara kadar fazla değişmemiş)
"Haber aldım ki Abdullah, Tlemsen'e gelmiş ve şehre hakim olmuş. Karındaşı Mes'ud, korkusundan kaleye kapanmış. 25 gün dayanmış. Bizim leventler bakmışlar ki iş uzar, yanlarında kale muhasarasına yarar büyük top yoktur, aralarında müşavere etmişler:
"Sahte bir ricat hareketi yapalım", demişler; bizi kaleyi bırakıp kaçtık sansınlar. Bu Araplar gayetle arsız bir kavimdir. Galiptik, mağluptuk bilmezler."Türkler kaçtı" deyü kaleden çıkıp yağma hırsıyla üzerimize gelirler. O zaman onları haklar, kaleyi alır, Emir Abdullah'a teslim eder, Cezayir'e döneriz.
Aynıyla böyle oldu. "Hay Türkler firara yüz tutup kaçıyor!"diyen kaledeki Sultan Mes'ud taraftarı Araplar, leventlerin ardına düştü. Leventler gerisin geriye hamle yapıp çoğunu kılıçtan geçirdiler. Zira bu Araplar, cenk sanatını bilmez bir kavimdirler. Çölde çapulculuk yapmakla ordu halinde cenk etmeyi aynı şey sanırlar. Cenk sanatını bilen İspanyol kafiri bile Türk leventlerine daima mağlup olagelmişken, hangi akılla bilinmez, bu Arap kabileleri olur olmaz yerde Türkler'in karşısına çıkıp perişan olurlar. Zira onlarda insan canı gayetle değersizdir. Kulluklarını bilip tedbir alacakları yerde, "her şey Allah'tandır" deyip budalaca ölürler. Gerçi iyi ata binerler ve içlerinde cesur olanlar vardır. Ancak atlarının koşumları bile gayetle iptidaidir. İyi silahları yoktur. Olsa da kullanamazlar. Ateşli silahlarla araları iyi değildir. Sonra en büyük mağlubiyet sebepleri şudur ki, kitle halinde döğüşmenin kaidelerini asla bilmezler."
Kaynak :
Barbaros Hayreddîn Paşa'nın Hatıraları
#kaptanıderyabarbaroshayrettinpaşa #barbaroshayrettinpaşa
SEN KALK;
-Osmanlı Ordusu'nu Libya'da yönet,
-Tobruk'u kazan.. Derne'yi, Libya'yı İtalyanlar'dan koru,
-Çanakkale'ye geç, 4 Alay'ı birden yönet, akılalmaz taarruzlarla savaşı kazan,
-Padişah sana şeref madalyaları versin,
-Oradan Diyarbakır'a geç, Muş'u, Bitlis'i Ruslar'dan kurtar,
-Filistin'de; komutanı bile olmadığın; aç, susuz ve cephanesiz askerleri Toroslar'a çekip kurtar,
Sonra;
-Samsun'a çık,
-Milli Mücadeleyi başlat,
-Amasya’da, Erzurum’da, Sivas’ta Kongreler yap, "Manda kabul edilemez, yaşasın bağımsızlık" de,
-izmir ve Eskişehir'den Yunanlı'ları, Konya'dan İtalyanlar'ı, İstanbul'dan İngilizler'i, Antep'ten Fransız'ları topraklarından defet,
-Yeni bir devlet kur,
-Başına geç, yönet, kalkındır,
-Çobandan mühendis, bataklıktan fidan çıkart,
-Saygın bir vatan yarat,
90 küsür yıl sonra...
bir kaç serseri çıkıp sana;
Namusuna laf etsin.. "ATATÜRK kim" desin..
Hadi ordan be!
Alıntı
HİKAYE ONBİR YILLIK, KARA CEHALET EBEDİ...
‘Yetenek Sizsiniz Türkiye’ yarışması... Jüri Kırgız yarışmacıya, sözüm ona Rusçadan Kırgızcaya tercüme yapan ‘numunelik’ tercüman aracılığıyla, kendi dilinde birden ona kadar saymasını söylüyor... Çocuk ‘bir-iki-üç’diye başladıkça gülmekten kırılıyorlar... Aynı sahne bıktırırcasına tekrarlanıyor... İşin tuhaf tarafı, sadece o çok bilmiş jüri değil, üniversite öğrencilerinden oluşan seyirci topluluğu da katıla katıla eşlik ediyor bu komediye...
Kırgız çocuk şaşkın... Niye güldüklerini merak ediyor muhtemelen... Nereden bilsin aslında ağlanacak hâllerine güldüklerini? Popüler kültürün ne seviyede olduğuna dair bu yüz kızartıcı durumun en acı resmedilişlerinden birisiydi bu... Ne Kırgızların da Türk olduğunu akıl eden, ne de Türk toplulukları arasında lehçe ve ağız farklılıklarına rağmen özellikle sayı isimlerinin ortak olduğunu bilip de müdahale eden var... Sadece göbeklerini çatlatırcasına güldüler... Bire bir, ikiye iki dediği için o sevilesi bilgi ve kültür sahibi topluluğun neden güldüğünü kestiremeyen Kırgız çocuk ise donuk ve şaşkın ifadeyle, gülünecek ne yaptığını düşüne düşüne bakakaldı dakikalarca... Epeyi sonra rejiden ikaz gelmiş olmalı ki, toparlama gayretine girildi, köken birliğimiz hatırlandı, sayı isimlerinin aynı olabileceği vurgulandı...
80’li yılların ortasıydı... Güreş şampiyonası için Bulgaristan’a giden devlet televizyonumuzun muhabiri Kırcaalili güreşçinin pırıl pırıl Türkçe konuştuğunu duyunca şaşırmış, merak içinde sormuştu: “Çok güzel Türkçe konuşuyorsunuz. Dilimizi nerede öğrendiniz?” ...
Benzer enstantaneler Sovyetler dağıldıktan sonra sıkça yaşandı... Meselâ Türkmenistan’da kendileri gibi konuşan insanları görünce “Yoksa siz buralara Anadolu’dan mı göçtünüz?” diye merak buyuran bürokratlarımız, çekik gözlerinden şüphelense gerek, Kazakları Çinlilerin akrabası zanneden gazetecilerimiz oldu... Yılışık vaziyette sorduğu “Arkadaş, sen Türkçeyi nerede öğrendin?” sorusuna “Misal, sen İstanbullusun, ben de Kosovalı. İstanbul 1453’te fethedildi, Kosova ise 1389’da. Şimdi Türkçeyi ben mi sana öğreteyim, sen mi bana?” cevabını alınca pişkince kahkahalara boğulan programcıya ne demeli? Bu fotoğraf, Hacc’a gidince Arapların Arapça konuştuğunu ama sıra ezana gelince Türkçe okuduklarını zanneden teyzelerimizden daha öte bir birikimi göstermiyor şüphesiz...
Aynı kategoride değerlendirmeden bir örnek de Suriye’den verelim... Kanal 7’de yayınlanan ‘Şoray Uzun Yolda’ ekibi Halep’in bir köyüne gitmiş, oradaki kadınlarla konuşuluyordu... Konuşulan Türkçeye hayran kalan sunucu bunun sebebini sorunca harfi harfine şu cevabı almıştı yaşlı kadından: “Oğlum biz Türkük elhamdülillah!..”
‘Türkük’ sözü program ekibini güldürdü mü bilmiyoruz ama Türklüğün değerleriyle ilgili ‘genel cehalet’in bu derece yerlerde süründüğüne şahit olmak üzüyor insanı... Kendi bilgisizliğinin farkında olmadan, var olan gerçeği komedi sanıp kahkahalarla gülen bir topluluk, hangi millî varlığımızı korumada doğru değerlendirme yapıp, memleket istikbâline el koyabilir? Esas değerlendirilmesi ve üzerine kafa yorulması gereken ‘kara delik’burası...
Bu sadece bir ‘dil yarası’değil, ‘kültür ve idrak yarası’ aynı zamanda... Kırgız çocuktan ‘bir’i duyunca gülmekten kırılan, ‘iki’yi duyunca yerlerde yuvarlanan, ‘üç’te artık çatlama noktasına gelen bir jüri ve topluluk, genelin içinde bir istinayı temsil ediyor olsaydı belki bu kadar öfkelenmeye gerek olmazdı... Kötü olan, bu tablonun ortalamayı yansıtıyor olması...
Belli ki, bu programlar karşılık bulduğu kitlenin seviyesini, jüriler de bilgi birikimlerini temsil ediyor... O jüri ve kitleye ağızı, şiveyi, lehçeyi, Türkmen’i, Çuvaş’ı, Kırgız’ı, Kıpçak’ı, Çağatay’ı anlatmak ve anlamasını beklemek mümkün mü? Her eser ait oldukları devrin sosyal ve kültürel özelliklerini yansıtır... Bu eserler ve programlar da devrimizin özelliklerini yansıtıyor, toplumsal birikimimizin röntgenini çekiyor... Ve ‘vekâleten’ başkasına gülerken aslında kendimize güldüğümüzü belgeliyor...
O Kırgız çocuk belki hâlâ düşünüyordur “Bunlar niye güldüler?” diye!
Bunlar Güldür Güldür Show ‘e malzeme olur mu!
Moris Taviki
2 Kasım 2024
Ne Eylül'ün sarı yaprağına,
Ne Ekim'in sert rüzgarına,
Ne Kasım'ın hüznüne...
Ben o ş i i r i
İçimdeki beni hiç anlamayan
Zemheri kışa yazdım...✍️🍁🍂 #bitig