9 saat önce
"BEN TÜRK'ÜM" DİYORSANIZ BUNLARI DA BİLMEK ZORUNDASINIZ...
1. Tarihte Kurulan İlk Türk Devleti, Asya Hun Devleti
2. Türk Adı İle Kurulan İlk Milli Türk Devleti,I.Göktürk Devleti
3. Yerleşik Yaşama Geçen İlk Türk Devleti, Uygurlar
4. Yazıyı İlk Kullanan Türkler, II. Göktürk ( Kutluklar )
5. Avrupa’da Kurulan İlk Türk Devleti, Avrupa Hun Devleti
6. İstanbul’u İlk Kuşatan Türkler, Avarlar
7. Alfabeyi İlk Kullanan Türkler, Türgişler
8. Parayı ilk kullanan Türkler, Sibirler
9. İlk Türk Parasını Basan Türkler, Türgişler
10. Bizans’la Siyasal İlişki Kuran İlk Türkler, Göktürkler
11. Türk Tarihinin İlk Yazılı Antlaşması, Asya Hun-Çin Ant.
12. İlk Türk Alfabesi, Göktürk –Orhon Alfabesi
13. Töreyi yazı hale getiren ilk Türkler, Uygurlar
14. Türk Tarihi ile ilk yazılı belgeler, Orhun Kitabeleri
15. Tarihte ilk onlu sisteme dayalı ordu, Asya Hunları-Metehan
16. İlk Türk Hükümdarı, Teoman, Asya Hun Devleti
17. Türk adı ilk defa, ÇİN KAYNAKLARINDA Geçer.
18. Türklerin ilk başkenti, Ötüken
19. İlk hayvan sanat üslubu, İSKİTLER
20. İlk ceket, pantolon, kemer ve kemer tokası, İskitler
21. Yabancı dinleri benimseyen ilk Türkler, Uygurlar
22. Anadolu’ya ilk gelen Türkler, Hunlar
23. İlk atlı göçebe Türk uygarlığı, İskitler
24. Kâğıt ve matbaayı ilk kullanan Türkler, Uygurlar
25. Tarihte atı ilk evcilleştirilen millet, Türkler
26. İlk yazılı Türk Milli Tarih kaynağı, Orhun Kitabeleri
27. İlk yoğurt, pastırma ve konserve et, Türkler
28. En uzun destanı, Manas-Kırgızlar
29. Musevi olan tek Türkler, Hazarlar
30. İslamiyet’i kabul eden ilk Türk boyu,Karluklar
31. İlk Müslüman Türk devleti,Karahanlılar
32. İlk Müslüman Türk İmparatorluğu,Gazneliler
33. Mısır’da kurulan ilk Türk İslam Devleti, Tolunoğulları
34. Hicaz bölgesine hâkim olan ilk Türk devleti, İhşitler
35. Hindistan’a İslamiyet’i ilk götüren Türkler, Gazneliler
36. Türkçeyi resmi dil ilan eden ilk Türk Devleti, Karahanlılar
37. Türkçeyi resmi dil ilan eden ilk Türk Beyliği, Karamanoğulları
38. Türklerin Anadolu’daki ilk başkenti, İznik
39. İlk Türk denizcisi ve Amirali, Çaka Bey
40. Selçukluların Bizans’la yaptığı ilk savaş, Pasinler
41. Türk âleminin ilk sözlüğü, Divan-I Lügati’t Türk
“alıntı”
1. Tarihte Kurulan İlk Türk Devleti, Asya Hun Devleti
2. Türk Adı İle Kurulan İlk Milli Türk Devleti,I.Göktürk Devleti
3. Yerleşik Yaşama Geçen İlk Türk Devleti, Uygurlar
4. Yazıyı İlk Kullanan Türkler, II. Göktürk ( Kutluklar )
5. Avrupa’da Kurulan İlk Türk Devleti, Avrupa Hun Devleti
6. İstanbul’u İlk Kuşatan Türkler, Avarlar
7. Alfabeyi İlk Kullanan Türkler, Türgişler
8. Parayı ilk kullanan Türkler, Sibirler
9. İlk Türk Parasını Basan Türkler, Türgişler
10. Bizans’la Siyasal İlişki Kuran İlk Türkler, Göktürkler
11. Türk Tarihinin İlk Yazılı Antlaşması, Asya Hun-Çin Ant.
12. İlk Türk Alfabesi, Göktürk –Orhon Alfabesi
13. Töreyi yazı hale getiren ilk Türkler, Uygurlar
14. Türk Tarihi ile ilk yazılı belgeler, Orhun Kitabeleri
15. Tarihte ilk onlu sisteme dayalı ordu, Asya Hunları-Metehan
16. İlk Türk Hükümdarı, Teoman, Asya Hun Devleti
17. Türk adı ilk defa, ÇİN KAYNAKLARINDA Geçer.
18. Türklerin ilk başkenti, Ötüken
19. İlk hayvan sanat üslubu, İSKİTLER
20. İlk ceket, pantolon, kemer ve kemer tokası, İskitler
21. Yabancı dinleri benimseyen ilk Türkler, Uygurlar
22. Anadolu’ya ilk gelen Türkler, Hunlar
23. İlk atlı göçebe Türk uygarlığı, İskitler
24. Kâğıt ve matbaayı ilk kullanan Türkler, Uygurlar
25. Tarihte atı ilk evcilleştirilen millet, Türkler
26. İlk yazılı Türk Milli Tarih kaynağı, Orhun Kitabeleri
27. İlk yoğurt, pastırma ve konserve et, Türkler
28. En uzun destanı, Manas-Kırgızlar
29. Musevi olan tek Türkler, Hazarlar
30. İslamiyet’i kabul eden ilk Türk boyu,Karluklar
31. İlk Müslüman Türk devleti,Karahanlılar
32. İlk Müslüman Türk İmparatorluğu,Gazneliler
33. Mısır’da kurulan ilk Türk İslam Devleti, Tolunoğulları
34. Hicaz bölgesine hâkim olan ilk Türk devleti, İhşitler
35. Hindistan’a İslamiyet’i ilk götüren Türkler, Gazneliler
36. Türkçeyi resmi dil ilan eden ilk Türk Devleti, Karahanlılar
37. Türkçeyi resmi dil ilan eden ilk Türk Beyliği, Karamanoğulları
38. Türklerin Anadolu’daki ilk başkenti, İznik
39. İlk Türk denizcisi ve Amirali, Çaka Bey
40. Selçukluların Bizans’la yaptığı ilk savaş, Pasinler
41. Türk âleminin ilk sözlüğü, Divan-I Lügati’t Türk
“alıntı”
9 saat önce
Devlet Bahçeli 'Terörsüz Türkiye' açılımında nihayet son noktayı koydu ve mecliste ortak komisyon kurulması ve kararların çoğunlukla alınması teklifinde bulundu, ki CHP de aynı görüşte!
AKP, MHP, DEM ve CHP anayasa değişikliği için yeterince çoğunluk sağlıyor!
Ne değişecek kimse bilmiyor!
Cumhuriyet'in son günlerini mi yaşıyoruz?
Tarihimizin en şerefsiz çocukları bizim kuşağımız, istediğin kadar bağır çağır, maç bitti!
Korkulan da bu değil miydi AKP ve CHP aynı safta!
Cumhuriyetin kuruluş ilkelerini şimdi kim savunacak?
Emperyalizm ve bizlerin gafleti kırk uzun yılda işte bu çaresizlik-çıkışsızlık sahnesini hazır hale getirdi!
Meclisimiz işte çoğunlukla açılımdan yana!
Artık bir iraden yok, ne desen boşuna, ne olacak bilmiyorsun, ülke nereye sürükleniyor bilmiyorsun, kime yenildik bilen yok, bu olup bitenler nedir anlayan yok, ama meclis karar alacakmış. neye karar alacak onu da bilen yok!
Sözüne iradesine güvenebileceğimiz kimsenin kalmayışı, ölümden beter günler yaşıyoruz!
Yıllardır CHP bari sen yapma Cumhuriyetine sahip çık dedikçe, siz CHP'yi niye eleştiriyorsunuz denildi, hadi buyrun, CHP, AKP'yle kucak kucağa!
Tarihimizin en karanlık günlerinden geçiyoruz, hepimiz bu büyük ihanetin ortaklarıyız!
Emperyalizm kendi çocuklarımızı dağa çıkarttı ve silah verip bizi öldürttü ve sonra aynı emperyalizm Fetöcü yüzbinleri ajan yapıverdi, yetmedi liberalini ve islamcısını ihanet odaklarıyla işbirliğine soktu ve yetmedi kendine milliyetçi diyen kesimleri de sonunda gırtlağından yakaladı!
Bizler de bu ihanetin dışında sayılmayız, hepimiz bu büyük utanca ortağız!
Birbirimize hiç güvenmedik, yaptığımız ikazları ciddiye almadık!
Kuşatıldık çevrelendik zehirlendik içten içe çürüyoruz dedikçe hiç birimiz oralı olmalı!
Hepimiz kendi liderimize kör gözlerle öyle inandık, ki, asla, olamaz, yapamaz, dedik!
Hepimiz iktidar uğruna kendi liderimizi kutsadık laf söyletmedik!
Algıya manipüleye gelip hep biz haklıydık hep biz biliyorduk hep biz doğruyuz diye küçük akıllarımızla birbirimizi suçladık, birbirimizin kuyusunu kazdık önünü kestik, ve geldiğimiz yer, bir güç kapıları üstümüze kapattı ve hepimizi yangının içinde çıkışsız bıraktı!
Toprağımız ve milletimiz için tehlikelerin acıların en korkuncunu yaşıyoruz!
Hepimizi ırk din demeden bir arada tutan Cumhuriyet'in büyük koruyucu şemsiyesinde tuhaf şeyler oluyor!
İstediğiniz kadar yorum yapın, analiz kasın, bu saatte sonra istediğiniz doğrulukta konuşun, istediğiniz kadar iyi insanlar olun, bu saatten sonra istediğiniz fedakarlığı gösterin ve sorumlu olun, çaresizsiniz, çünkü mecliste azınlıktasınız!
Şu cümleyi hala anlatamıyoruz, bu saatten sonra filmi geriye çevirecek siyasi gücünüz yok!
Artık hepimiz kendi köşesinde yapayalnız ağlayan çaresiz köle esir onursuz haysiyetsiz insanlarız, neden?
Çünkü 'vatan' duygusu ve sorumluluğunu hayat planlarımızda hep ikinci üçüncü sıraya, ev ve araba ve cep telefonu almaktan dahi öteye koyduk!
Çünkü vatan sorumluluğunu eş dost yakın ağbi köylüm dindaşımdan çok öteye koyduk!
Cumhuriyetimize ve ülkemize apaçık saldırılar yapılırken ve apaçık siyasetine devletine sızılırken yeterince sertlikte cevap vermedik!
Uyarıları ikazları ciddiye ve sorumluluk almadık!
O bizden dedik, yanlışlarını görmezden geldik, o bizim adamımız dedik hırsızlık yapsa bile savunduk!
Koskoca memleket ne badireler gördü, dedik, kişisel sorumluluklardan kaçındık!
Ve an itibariyle yüzde birlik bir istisna dışında ekranlarınız ve siyasetinizin dili algısı Cumhuriyet'in yıkımını konuşuyor ve kimse rahatsız değil!
Bir memleket için daha büyük bir felaket nasıl olabilir, düşmanı konuşturuyor baş üstünde tutuyorlar ve seni susturuyorlar!
Asil ve destansı bir zaferle Batı dışı topraklarda başımızın tacı olan Cumhuriyet en zor günlerini yaşıyor!
Roma'nın en büyük düşmanı Hannibal, Pirenneler ve Alpler ve ovalar ve bataklıklar aştı ve onlarca yıl İtalya'ya kuzeyinden güneyinden nefes aldırmadı, onlarca yıl sürdü istilası ve Roma Hannibal'ı durduramadı! Hannibal, ki, tarihin en büyük komutanlarından biri!
Sonunda Hannibal'ı durduramayacağını anlayan Roma'nın aklına bir fikir geldi, bu Hannibal dedi, kim, Kartacalı! Kartaca nerede Afrika'da! O halde Roma ordusu Hannibal'a İtalya'da değil karşıya geçip Afrika'da savaşacak, yani, ininde!
Roma ordusu Kartaca'ya (Afrika'ya) girince, Kartacalılar, Hannibal'a 'İtalya'yı bırak hemen gel' dediler ve, Hannibal'ın ve Kartaca'nın sonu oldu, düşmanı evine sokmak!
Düşmanı evine sokmayacaktın, düşmanı meclisine sokmayacaktın, düşmanı orduna polisine istihbaratına sokmayacaktın, düşmanı, aydınlarına akademine sokmayacaktın, düşmanı medyana sokmayacaktın!
Nihat Genç
19.05.2025
AKP, MHP, DEM ve CHP anayasa değişikliği için yeterince çoğunluk sağlıyor!
Ne değişecek kimse bilmiyor!
Cumhuriyet'in son günlerini mi yaşıyoruz?
Tarihimizin en şerefsiz çocukları bizim kuşağımız, istediğin kadar bağır çağır, maç bitti!
Korkulan da bu değil miydi AKP ve CHP aynı safta!
Cumhuriyetin kuruluş ilkelerini şimdi kim savunacak?
Emperyalizm ve bizlerin gafleti kırk uzun yılda işte bu çaresizlik-çıkışsızlık sahnesini hazır hale getirdi!
Meclisimiz işte çoğunlukla açılımdan yana!
Artık bir iraden yok, ne desen boşuna, ne olacak bilmiyorsun, ülke nereye sürükleniyor bilmiyorsun, kime yenildik bilen yok, bu olup bitenler nedir anlayan yok, ama meclis karar alacakmış. neye karar alacak onu da bilen yok!
Sözüne iradesine güvenebileceğimiz kimsenin kalmayışı, ölümden beter günler yaşıyoruz!
Yıllardır CHP bari sen yapma Cumhuriyetine sahip çık dedikçe, siz CHP'yi niye eleştiriyorsunuz denildi, hadi buyrun, CHP, AKP'yle kucak kucağa!
Tarihimizin en karanlık günlerinden geçiyoruz, hepimiz bu büyük ihanetin ortaklarıyız!
Emperyalizm kendi çocuklarımızı dağa çıkarttı ve silah verip bizi öldürttü ve sonra aynı emperyalizm Fetöcü yüzbinleri ajan yapıverdi, yetmedi liberalini ve islamcısını ihanet odaklarıyla işbirliğine soktu ve yetmedi kendine milliyetçi diyen kesimleri de sonunda gırtlağından yakaladı!
Bizler de bu ihanetin dışında sayılmayız, hepimiz bu büyük utanca ortağız!
Birbirimize hiç güvenmedik, yaptığımız ikazları ciddiye almadık!
Kuşatıldık çevrelendik zehirlendik içten içe çürüyoruz dedikçe hiç birimiz oralı olmalı!
Hepimiz kendi liderimize kör gözlerle öyle inandık, ki, asla, olamaz, yapamaz, dedik!
Hepimiz iktidar uğruna kendi liderimizi kutsadık laf söyletmedik!
Algıya manipüleye gelip hep biz haklıydık hep biz biliyorduk hep biz doğruyuz diye küçük akıllarımızla birbirimizi suçladık, birbirimizin kuyusunu kazdık önünü kestik, ve geldiğimiz yer, bir güç kapıları üstümüze kapattı ve hepimizi yangının içinde çıkışsız bıraktı!
Toprağımız ve milletimiz için tehlikelerin acıların en korkuncunu yaşıyoruz!
Hepimizi ırk din demeden bir arada tutan Cumhuriyet'in büyük koruyucu şemsiyesinde tuhaf şeyler oluyor!
İstediğiniz kadar yorum yapın, analiz kasın, bu saatte sonra istediğiniz doğrulukta konuşun, istediğiniz kadar iyi insanlar olun, bu saatten sonra istediğiniz fedakarlığı gösterin ve sorumlu olun, çaresizsiniz, çünkü mecliste azınlıktasınız!
Şu cümleyi hala anlatamıyoruz, bu saatten sonra filmi geriye çevirecek siyasi gücünüz yok!
Artık hepimiz kendi köşesinde yapayalnız ağlayan çaresiz köle esir onursuz haysiyetsiz insanlarız, neden?
Çünkü 'vatan' duygusu ve sorumluluğunu hayat planlarımızda hep ikinci üçüncü sıraya, ev ve araba ve cep telefonu almaktan dahi öteye koyduk!
Çünkü vatan sorumluluğunu eş dost yakın ağbi köylüm dindaşımdan çok öteye koyduk!
Cumhuriyetimize ve ülkemize apaçık saldırılar yapılırken ve apaçık siyasetine devletine sızılırken yeterince sertlikte cevap vermedik!
Uyarıları ikazları ciddiye ve sorumluluk almadık!
O bizden dedik, yanlışlarını görmezden geldik, o bizim adamımız dedik hırsızlık yapsa bile savunduk!
Koskoca memleket ne badireler gördü, dedik, kişisel sorumluluklardan kaçındık!
Ve an itibariyle yüzde birlik bir istisna dışında ekranlarınız ve siyasetinizin dili algısı Cumhuriyet'in yıkımını konuşuyor ve kimse rahatsız değil!
Bir memleket için daha büyük bir felaket nasıl olabilir, düşmanı konuşturuyor baş üstünde tutuyorlar ve seni susturuyorlar!
Asil ve destansı bir zaferle Batı dışı topraklarda başımızın tacı olan Cumhuriyet en zor günlerini yaşıyor!
Roma'nın en büyük düşmanı Hannibal, Pirenneler ve Alpler ve ovalar ve bataklıklar aştı ve onlarca yıl İtalya'ya kuzeyinden güneyinden nefes aldırmadı, onlarca yıl sürdü istilası ve Roma Hannibal'ı durduramadı! Hannibal, ki, tarihin en büyük komutanlarından biri!
Sonunda Hannibal'ı durduramayacağını anlayan Roma'nın aklına bir fikir geldi, bu Hannibal dedi, kim, Kartacalı! Kartaca nerede Afrika'da! O halde Roma ordusu Hannibal'a İtalya'da değil karşıya geçip Afrika'da savaşacak, yani, ininde!
Roma ordusu Kartaca'ya (Afrika'ya) girince, Kartacalılar, Hannibal'a 'İtalya'yı bırak hemen gel' dediler ve, Hannibal'ın ve Kartaca'nın sonu oldu, düşmanı evine sokmak!
Düşmanı evine sokmayacaktın, düşmanı meclisine sokmayacaktın, düşmanı orduna polisine istihbaratına sokmayacaktın, düşmanı, aydınlarına akademine sokmayacaktın, düşmanı medyana sokmayacaktın!
Nihat Genç
19.05.2025
9 saat önce
İstanbul Emniyeti’nden
İstanbul C.Başsavcılığına
İMAMOĞLU REST’i
10 Yıl Önce
Erdoğan’ı Elebaşı olarak gösterip
Bakanlarına yönelik
Operasyon Talimatı veren
FETÖ Militanı Zekeriya ÖZ’e
REST çeken İstanbul Emniyeti
Bu Sabah İBB’ye yönelik
3.Dalga Operasyon talimatı veren
“Başsavcı”! Akın Gürlek’in
Operasyon Talimatına REST çekince
“Başsavcı”! Akın Gürlek
Sözkonusu operasyonu
Jandarma’ya yaptırmak zorunda kaldı…..
AKP ve Militanları için
“YOL” BİTTİ
“DENİZ”de BİTTİ😂
İstanbul C.Başsavcılığına
İMAMOĞLU REST’i
10 Yıl Önce
Erdoğan’ı Elebaşı olarak gösterip
Bakanlarına yönelik
Operasyon Talimatı veren
FETÖ Militanı Zekeriya ÖZ’e
REST çeken İstanbul Emniyeti
Bu Sabah İBB’ye yönelik
3.Dalga Operasyon talimatı veren
“Başsavcı”! Akın Gürlek’in
Operasyon Talimatına REST çekince
“Başsavcı”! Akın Gürlek
Sözkonusu operasyonu
Jandarma’ya yaptırmak zorunda kaldı…..
AKP ve Militanları için
“YOL” BİTTİ
“DENİZ”de BİTTİ😂
10 saat önce
Neden Kurtuluş Savaşını inkar ediyorlar? Kimlere hizmet ediyorlar. Karen Fogg'un eski ve yeni kiralık ajanlarını bu yazıdan sonra daha iyi tanıyacaksınız.
“TÜRK TARİHİNİN HAKKINDAN NASIL GELECEĞİZ, TATLIM?”
Avrupa Birliği (AB) hükümeti, 1998 – 2002 sürecinde, Ankara’daki AB Delegasyonu’nun başına “Büyükelçi” unvanıyla kadın diplomat Karen Fogg’u getirmişti.
Karen Fogg, AB’nin Türkiye’deki baş casusuydu.
Karen Fogg’a verilen görev, Türk tarihini altüst etmekti.
Özellikle de Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimleri tarihi, tüm gerçekler yok sayılarak yeniden yazılmalı, Türk çocuklarına okullarda öğretilen tarih saptırılmış yeni kavramlarla anlatılmalıydı.
Peki, neydi bu yeni saptırılmış kavramlar?
Çanakkale Savaşı’nda Mustafa Kemal yoktu!
Kurtuluş Savaşı diye bir savaş olmamıştı! Yunanlıların İzmir’i, İtalyanların Antalya ve civarını, Fransızların Adana, Mersin, Antep, Urfa ve çevresini işgal etmiş oldukları doğru değildi!
İstanbul; İngiliz, Fransız ve İtalyan askeri güçleri tarafından işgal edilmemişti!
Çanakkale Savaşları ve Kurtuluş Savaşı sırasında binlerce Türk askerinin şehit olduğu bilgisi doğru değildi!
İngliz Kralı’na “sığınma” talebinde bulunup bir İngiliz savaş gemisiyle İstanbul’dan kaçan son Osmanlı padişahı Vahdettin hain değil, tam tersine vatansever büyük bir liderdi!
Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimler yapmış olduğu bir uydurmaydı!
Atatürk, “yazı devrimi” adı altında Arap alfabesini kaldırıp Latin alfabesini alarak Türk toplumunu köklerinden koparmış, kültürünü yok etmişti!
Türkiye’de gerekli devrimleri Osmanlı Padişahları yapmıştı!..
Peki, AB casusu Karen Fogg Türk tarihini nasıl ve kimlerin yardımıyla böylesine altüst edecekti?
Karen Fogg, para karşılığı bazı gazetecileri iğfal etti, onları bu amaç doğrultusunda ajan olarak kullandı.
İşte, Karen Fogg’un emrinde çalışmış ajan gazetecilerin bazıları:
Mehmet Ali Birand, Şahin Alpay, Prof. Dr. Mehmet Altan, Cengiz Çandar, Prof. Dr. Eser Karakaş, Metin Münir, Murat Yetkin, Cüneyt Ülsever, Oral Çalışlar, Ahmet Sever, Lale Sarıibrahimoğlu, Ferai Tınç, Sami Kohen, Semih İdiz, Zeynep Göğüş, Mithat Melen, Mim Kemal, Emine Uşaklıgil, Özgen Acar.
Karen Fogg, “tatlım, canım, sevgilim” diye hitap ettiği bu yerli casusların lideri Mehmet Ali Birand’a açık banka çeki yolluyor, istediğin para miktarını çeke yazabilirsin diyor ve soruyordu:
“Türk tarihinin hakkından nasıl geleceğiz, tatlım?”
AB casusu Karen Fogg’un yönetiminde yerli ajanlar hemen işbaşı yaptılar, yoğun bir çalışmanın içine daldılar.
Peki, sonuçta Karen Fogg amacına ulaştı mı?
Yerli casusların yardımıyla Türk tarihinin hakkından gelebildiler mi?
Bu sorunun yanıtını sizlere, aşağıdaki haberle sunuyorum.
Eğitim-İş Genel Başkanı Veli Demir açıklıyor:
“Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu, 2016-2017 ders yılından başlamak üzere ortaöğretimde okutukacak ‘Tarih Dersi Öğretim Programı’nı taslak olarak yayınladı.
Programda Atatürk’ten, Kurtuluş Savaşı’ndan, Cumhuriyet Devrimleri’nden söz edilmediği gibi, Osmanlı devletinin öne çıkarıldığı yapay bir tarih anlayışının dayatıldığı gösterilmektedir.
Hazırlanan program göstermektedir ki, lisede tarih öğretimi tarihsiz bir öğretim olarak düşünülmektedir.
Birkaç gün önce yandaş sendikanın ifade ettiği biçimde öğretim programı Kemalizmden yani Atatürkçü düşünceden soyutlanmaya çalışılmış, çocuklarımzı Atatürk ve onun devrimlerinden arındırmak isteyen bir anlayış programa yerleştirilmiştir. Türkiye’de tarih dersi Atatürksüz, Cumhuriyetsiz ve devrimsiz olamaz.
Taslak program, tarih dersi niteliğinden çok inanç öğretisi, ekonomi, sosyoloji ve bazen de İslam felsefesi özellikleri taşımaktadır.
Yapılmak istenilen asıl şeyin, tarih dersinin mevcut içeriğyle ilgili bir hesaplaşma olduğu gözlemleniyor.
Programın genelinde ilk göze çarpan ‘Yeni Osmanlıcı’ düşüncenin ağırlık kazanmış olması, ulus devlet modelinin göz ardı edildiği, kronolojik değil tematik olması gerektiği savıyla hazırlanmış, öğretim programında Türkçe kullanmamaya özel bir önem gösterilmiştir.
Atatürk’ün dediği gibi, “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir durum alır.’”
Değerli Dostlar,
Hergün medyada dinlemekten, izlemekten bıktığımız siyasi didişmeler asıl gerçeğin üzerini örtmektedir.
Hedefte Türk Milleti vardır!
İç ve dış düşmanlar Türk’e karşı birleştiler!
Diliyle, tarihiyle Türk’ü bu topraklardan silmek istiyorlar!
Bu yalın gerçeğin karşısında hâlâ “Yenilmedik dimdik ayaktayız!” diyen sözde Atatürkçülere ne demeli?
Onlara, siz “Türk’ten yana mısınız yoksa Türk’e karşı mısınız?”
diye sorup çok kısa ve net yanıt istemeliyiz…
Yılmaz Dikbaş
10 Nisan 2016, Pazar
0532 233 31 52
“TÜRK TARİHİNİN HAKKINDAN NASIL GELECEĞİZ, TATLIM?”
Avrupa Birliği (AB) hükümeti, 1998 – 2002 sürecinde, Ankara’daki AB Delegasyonu’nun başına “Büyükelçi” unvanıyla kadın diplomat Karen Fogg’u getirmişti.
Karen Fogg, AB’nin Türkiye’deki baş casusuydu.
Karen Fogg’a verilen görev, Türk tarihini altüst etmekti.
Özellikle de Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimleri tarihi, tüm gerçekler yok sayılarak yeniden yazılmalı, Türk çocuklarına okullarda öğretilen tarih saptırılmış yeni kavramlarla anlatılmalıydı.
Peki, neydi bu yeni saptırılmış kavramlar?
Çanakkale Savaşı’nda Mustafa Kemal yoktu!
Kurtuluş Savaşı diye bir savaş olmamıştı! Yunanlıların İzmir’i, İtalyanların Antalya ve civarını, Fransızların Adana, Mersin, Antep, Urfa ve çevresini işgal etmiş oldukları doğru değildi!
İstanbul; İngiliz, Fransız ve İtalyan askeri güçleri tarafından işgal edilmemişti!
Çanakkale Savaşları ve Kurtuluş Savaşı sırasında binlerce Türk askerinin şehit olduğu bilgisi doğru değildi!
İngliz Kralı’na “sığınma” talebinde bulunup bir İngiliz savaş gemisiyle İstanbul’dan kaçan son Osmanlı padişahı Vahdettin hain değil, tam tersine vatansever büyük bir liderdi!
Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimler yapmış olduğu bir uydurmaydı!
Atatürk, “yazı devrimi” adı altında Arap alfabesini kaldırıp Latin alfabesini alarak Türk toplumunu köklerinden koparmış, kültürünü yok etmişti!
Türkiye’de gerekli devrimleri Osmanlı Padişahları yapmıştı!..
Peki, AB casusu Karen Fogg Türk tarihini nasıl ve kimlerin yardımıyla böylesine altüst edecekti?
Karen Fogg, para karşılığı bazı gazetecileri iğfal etti, onları bu amaç doğrultusunda ajan olarak kullandı.
İşte, Karen Fogg’un emrinde çalışmış ajan gazetecilerin bazıları:
Mehmet Ali Birand, Şahin Alpay, Prof. Dr. Mehmet Altan, Cengiz Çandar, Prof. Dr. Eser Karakaş, Metin Münir, Murat Yetkin, Cüneyt Ülsever, Oral Çalışlar, Ahmet Sever, Lale Sarıibrahimoğlu, Ferai Tınç, Sami Kohen, Semih İdiz, Zeynep Göğüş, Mithat Melen, Mim Kemal, Emine Uşaklıgil, Özgen Acar.
Karen Fogg, “tatlım, canım, sevgilim” diye hitap ettiği bu yerli casusların lideri Mehmet Ali Birand’a açık banka çeki yolluyor, istediğin para miktarını çeke yazabilirsin diyor ve soruyordu:
“Türk tarihinin hakkından nasıl geleceğiz, tatlım?”
AB casusu Karen Fogg’un yönetiminde yerli ajanlar hemen işbaşı yaptılar, yoğun bir çalışmanın içine daldılar.
Peki, sonuçta Karen Fogg amacına ulaştı mı?
Yerli casusların yardımıyla Türk tarihinin hakkından gelebildiler mi?
Bu sorunun yanıtını sizlere, aşağıdaki haberle sunuyorum.
Eğitim-İş Genel Başkanı Veli Demir açıklıyor:
“Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu, 2016-2017 ders yılından başlamak üzere ortaöğretimde okutukacak ‘Tarih Dersi Öğretim Programı’nı taslak olarak yayınladı.
Programda Atatürk’ten, Kurtuluş Savaşı’ndan, Cumhuriyet Devrimleri’nden söz edilmediği gibi, Osmanlı devletinin öne çıkarıldığı yapay bir tarih anlayışının dayatıldığı gösterilmektedir.
Hazırlanan program göstermektedir ki, lisede tarih öğretimi tarihsiz bir öğretim olarak düşünülmektedir.
Birkaç gün önce yandaş sendikanın ifade ettiği biçimde öğretim programı Kemalizmden yani Atatürkçü düşünceden soyutlanmaya çalışılmış, çocuklarımzı Atatürk ve onun devrimlerinden arındırmak isteyen bir anlayış programa yerleştirilmiştir. Türkiye’de tarih dersi Atatürksüz, Cumhuriyetsiz ve devrimsiz olamaz.
Taslak program, tarih dersi niteliğinden çok inanç öğretisi, ekonomi, sosyoloji ve bazen de İslam felsefesi özellikleri taşımaktadır.
Yapılmak istenilen asıl şeyin, tarih dersinin mevcut içeriğyle ilgili bir hesaplaşma olduğu gözlemleniyor.
Programın genelinde ilk göze çarpan ‘Yeni Osmanlıcı’ düşüncenin ağırlık kazanmış olması, ulus devlet modelinin göz ardı edildiği, kronolojik değil tematik olması gerektiği savıyla hazırlanmış, öğretim programında Türkçe kullanmamaya özel bir önem gösterilmiştir.
Atatürk’ün dediği gibi, “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir durum alır.’”
Değerli Dostlar,
Hergün medyada dinlemekten, izlemekten bıktığımız siyasi didişmeler asıl gerçeğin üzerini örtmektedir.
Hedefte Türk Milleti vardır!
İç ve dış düşmanlar Türk’e karşı birleştiler!
Diliyle, tarihiyle Türk’ü bu topraklardan silmek istiyorlar!
Bu yalın gerçeğin karşısında hâlâ “Yenilmedik dimdik ayaktayız!” diyen sözde Atatürkçülere ne demeli?
Onlara, siz “Türk’ten yana mısınız yoksa Türk’e karşı mısınız?”
diye sorup çok kısa ve net yanıt istemeliyiz…
Yılmaz Dikbaş
10 Nisan 2016, Pazar
0532 233 31 52
10 saat önce
*BU YAZIYI KİM YAZMIŞSA TEBRİK EDİYORUM. MUTLAKA SABIRLA SONUNA KADAR OKUYUN.! 🧠*
Osmanlıyı 1299 yılında Oğuz Türklerinin Kayı Boyu kurmuştur.
Osmanlı imparatorluğu;
- 1299 da kurulmuş, 1579'a kadar 3 asır YÜKSELMİŞ....
- 1579 dan 1699 kadar,
1 Asır DURAKLAMIŞ.
- 1699 dan 1919 kadar.
GERİLEMİŞ VE YIKILMIŞTIR.
Gerçekte iki farklı Osmanlı vardı;
- Halifeliğe kadar olan Osmanlı... (1299-1517) Nam-ı diğer Türk İmparatorluğu
- 1517 tarihinde Halifeliğin alınmasından sonraki Araplaşan Osmanlı İmparatorluğumuz… Ve Araplaştıkça daha çok batan koca Osmanlı İmparatorluğumuz…
Aslında Türkler için her şey güzel gidiyordu...
Ta ki Halifelik sevdasına düşülene kadar…
O günkü şartlarda halifeliği olmazsa olmaz gören Yavuz Sultan Selim ile akıl hocası Şeyh İdris-i Bitlis-i ve diğerleri Memlüklülerin elinden Abbasi halifeliğini almak için Mercidabık ve Ridaniye savaşlarını tertip ederler...
Bu savaşların sonunda, kılıç zoruyla artık halifelik Türklerdedir. (1517)
Ama çok büyük bir sorun çıkar, çünkü Arap dünyası halifeliğin kendilerinden alınmasına şiddetle karşı çıkar ve Türk halifeye biat etmek istemezler...
İşte bu sorunu çözmek, Arapları, Türk halifeye bağlamak için Arapların da kabul edeceği bir orta yol bulunur.
Bu yol Mısır’dan ve Arap diyarlarından seçilecek iki bin civarında ulemanın, Mollanın, Ebussuud Efendilerin İstanbul’a davet edilerek, para, mal, mülk, arazi de verilerek kalıcı olarak yerleşmeleri sağlanır...
İmparatorluğu Araplaştırmak, diğer bir deyişle; Türk İslam’ının terk edilerek, Arap İslam’ına doğru evrilmesini sağlamak konusunda anlaşırlar.
Bu projeyi Araplar da destekleyince proje hayata geçer ve maalesef bundan sonra artık imparatorlukta “bugün de kısmen olduğu gibi” Türk kelimesi yasaklanır, “Türk’üm!”, “Türkmen’im!” diyen Kızılbaş diye aşağılanır, dışlanır, kafası kesilir.
Bu dönem sadece Kuyucu Murat Paşanın “Türk’üm!", “Türkmen’im!” dedikleri için kafasını kestirip, kuyulara doldurduğu insan sayısı 158 bindir.
Maalesef Osmanlının son 350 yılı ilk 250 yılın aksine, Türklere zulümle geçer, sıkı bir Arap tandanslı mezhepçilik kurulur...
1603 yılına gelindiğinde artık Ehl-i Beyt Türk Tekkeleri yasaklanır, kapatılır; yerine Halidî, Nakşî, Kürdî Tekkeler kurulur.
Yine bu dönem Kürtlere sayısız imtiyazlar verilir,
1839 birinci Tanzimat Fermanına kadar Kürtler askerlikten bile muaf tutulurlar. (Kürtlere Şah İsmail diyeti ödenir…)
Yine bu dönem Türkler, saraydan, ordudan ve müesses nizamdan tasfiye edilirler…
Türklerin askeri ve siyasi gücünü kırmak için bu Arap mollaların fetvalarıyla, serdengeçti birlikleri sadece Türklerden oluşturulur ve en ön safta savaştırılır, böylece kırdırılırlar, ganimet bile toplatmazlar…
Ganimeti de saraylardaki Arap mollalar ile işbirliği yapan yeniçeriler kendi aralarında paylaşırlar…
Ordudan, saraydan ve müesses nizamdan yavaş yavaş tasfiye edilen, kafası kesilen, sürgün edilen Türklerin bir kısmı bu mollalara kızar ve canını kurtarmak için de Kürtleşmeyi ana stratejik hedef olarak seçerler.
Bu aşiretler ve boyların en büyükleri Avşarlardır, Halaçlardır, Mukri, Bayat, Beğdili, Evya, Yıvadır… Buna tarihimizde “Ekrad (kürtleşmiş) Türkmanlar” denir…
Yine Kelkit’ten Hakkâri’ye kadar olan bölgede yaşayan Akkoyunluların büyük bir kısmı İran’a gider. (Bugün dünyanın en büyük Türk nüfusunun yaşadığı başkent Tahran’dır…)
Böylece yüzyıllarca başımızı ağrıtacak Kürt sorunu ve bu politikalar sonucu gelişir ve büyür.
Osmanlı öyle bir açmaza düşmüştür ki, ne halifelikten vazgeçebilir, artık ne de imparatorluğun kan kaybetmesini durdurabilir... Çünkü imparatorluğu kuran asli unsur Türkmenler dışlanmış, mezhepçiliğe kurban edilmiştir…
Mollalar, başta matbaa olmak üzere bir sürü saçma sapan fetva verirler…
Ve sonuçta Osmanlı’ya Rönesans’ı ıskalatırlar, Rönesans’ı İngiltere kapar…
Matbaa Osmanlı’ya ilk kez 1480’de Yahudiler ile gelir, sonra 1527’de Ermeniler matbaaya kavuşur. 1563’te ise Rumların matbaası vardır.
Bu meşhur mollalarımız her seferinde yeni bir fetva ile bizimkilerin matbaaya kavuşmasını engellerler, ta ki Batı Rönesans’ı ve aydınlanmayı yakaladıktan, yani 240 yıl sonra, 1727’de İbrahim Müteferrika’nın çabaları ile matbaaya kavuşuruz; ama bilgiye sahip olmak için artık çok geçtir…
Şimdi açıkça şu soru sorulmalıdır:
1299’dan 1683 Viyana Bozgunu’na kadar savaştığı tüm savaşları kazanan bir Türk imparatorluğu (Osmanlı) varken; neden son 250 yılda girdiği tüm savaşları kaybedip, bir de Kurtuluş savaşı yapmak zorunda kalmıştır?
Osmanlı bu dönemde; yani yaklaşık son 250 sene, 1683 Viyana Bozgunu’ndan, nihayet 1922’de Ankara, Haymana Ovası’nda yapılan Sakarya Savaşını kazanana kadar tüm savaşları kaybetmiştir.
Acaba; Halifelik ve akabinde yürütülen Türk düşmanı, Arap tipi mezhepçi politikalara dönülmeseydi; koca bir imparatorluk batar mıydı?
Ve yine; Yunus Emre'lerin, Hacı Bektaş'ların, Seyit Gazi'lerin, Ahmet Yesevi'lerin İslam’ı, İslam değil miydi?
Osmanlıyı kuran Şeyh Edebali'lerin İslam’ı, Akşemseddin'lerin İslam’ı İslam değil miydi de, Ebussuud'lara teslim edip batırdık koca imparatorluğu…
Bugün de aynı sürecin devam etmesi tarihten hiç ders almadığımızı göstermektedir.
Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi der ki:
*“Din bir seçimdir, ama Türklük kaderdir!”*
İşte bu yüzden "Arap sevici, mezhepçi" değil, Cumhuriyetçiyiz, Türk'üz, Atatürkçüyüz...
Ne Mutlu Türküm diyene...!!!
Alıntı.
Osmanlıyı 1299 yılında Oğuz Türklerinin Kayı Boyu kurmuştur.
Osmanlı imparatorluğu;
- 1299 da kurulmuş, 1579'a kadar 3 asır YÜKSELMİŞ....
- 1579 dan 1699 kadar,
1 Asır DURAKLAMIŞ.
- 1699 dan 1919 kadar.
GERİLEMİŞ VE YIKILMIŞTIR.
Gerçekte iki farklı Osmanlı vardı;
- Halifeliğe kadar olan Osmanlı... (1299-1517) Nam-ı diğer Türk İmparatorluğu
- 1517 tarihinde Halifeliğin alınmasından sonraki Araplaşan Osmanlı İmparatorluğumuz… Ve Araplaştıkça daha çok batan koca Osmanlı İmparatorluğumuz…
Aslında Türkler için her şey güzel gidiyordu...
Ta ki Halifelik sevdasına düşülene kadar…
O günkü şartlarda halifeliği olmazsa olmaz gören Yavuz Sultan Selim ile akıl hocası Şeyh İdris-i Bitlis-i ve diğerleri Memlüklülerin elinden Abbasi halifeliğini almak için Mercidabık ve Ridaniye savaşlarını tertip ederler...
Bu savaşların sonunda, kılıç zoruyla artık halifelik Türklerdedir. (1517)
Ama çok büyük bir sorun çıkar, çünkü Arap dünyası halifeliğin kendilerinden alınmasına şiddetle karşı çıkar ve Türk halifeye biat etmek istemezler...
İşte bu sorunu çözmek, Arapları, Türk halifeye bağlamak için Arapların da kabul edeceği bir orta yol bulunur.
Bu yol Mısır’dan ve Arap diyarlarından seçilecek iki bin civarında ulemanın, Mollanın, Ebussuud Efendilerin İstanbul’a davet edilerek, para, mal, mülk, arazi de verilerek kalıcı olarak yerleşmeleri sağlanır...
İmparatorluğu Araplaştırmak, diğer bir deyişle; Türk İslam’ının terk edilerek, Arap İslam’ına doğru evrilmesini sağlamak konusunda anlaşırlar.
Bu projeyi Araplar da destekleyince proje hayata geçer ve maalesef bundan sonra artık imparatorlukta “bugün de kısmen olduğu gibi” Türk kelimesi yasaklanır, “Türk’üm!”, “Türkmen’im!” diyen Kızılbaş diye aşağılanır, dışlanır, kafası kesilir.
Bu dönem sadece Kuyucu Murat Paşanın “Türk’üm!", “Türkmen’im!” dedikleri için kafasını kestirip, kuyulara doldurduğu insan sayısı 158 bindir.
Maalesef Osmanlının son 350 yılı ilk 250 yılın aksine, Türklere zulümle geçer, sıkı bir Arap tandanslı mezhepçilik kurulur...
1603 yılına gelindiğinde artık Ehl-i Beyt Türk Tekkeleri yasaklanır, kapatılır; yerine Halidî, Nakşî, Kürdî Tekkeler kurulur.
Yine bu dönem Kürtlere sayısız imtiyazlar verilir,
1839 birinci Tanzimat Fermanına kadar Kürtler askerlikten bile muaf tutulurlar. (Kürtlere Şah İsmail diyeti ödenir…)
Yine bu dönem Türkler, saraydan, ordudan ve müesses nizamdan tasfiye edilirler…
Türklerin askeri ve siyasi gücünü kırmak için bu Arap mollaların fetvalarıyla, serdengeçti birlikleri sadece Türklerden oluşturulur ve en ön safta savaştırılır, böylece kırdırılırlar, ganimet bile toplatmazlar…
Ganimeti de saraylardaki Arap mollalar ile işbirliği yapan yeniçeriler kendi aralarında paylaşırlar…
Ordudan, saraydan ve müesses nizamdan yavaş yavaş tasfiye edilen, kafası kesilen, sürgün edilen Türklerin bir kısmı bu mollalara kızar ve canını kurtarmak için de Kürtleşmeyi ana stratejik hedef olarak seçerler.
Bu aşiretler ve boyların en büyükleri Avşarlardır, Halaçlardır, Mukri, Bayat, Beğdili, Evya, Yıvadır… Buna tarihimizde “Ekrad (kürtleşmiş) Türkmanlar” denir…
Yine Kelkit’ten Hakkâri’ye kadar olan bölgede yaşayan Akkoyunluların büyük bir kısmı İran’a gider. (Bugün dünyanın en büyük Türk nüfusunun yaşadığı başkent Tahran’dır…)
Böylece yüzyıllarca başımızı ağrıtacak Kürt sorunu ve bu politikalar sonucu gelişir ve büyür.
Osmanlı öyle bir açmaza düşmüştür ki, ne halifelikten vazgeçebilir, artık ne de imparatorluğun kan kaybetmesini durdurabilir... Çünkü imparatorluğu kuran asli unsur Türkmenler dışlanmış, mezhepçiliğe kurban edilmiştir…
Mollalar, başta matbaa olmak üzere bir sürü saçma sapan fetva verirler…
Ve sonuçta Osmanlı’ya Rönesans’ı ıskalatırlar, Rönesans’ı İngiltere kapar…
Matbaa Osmanlı’ya ilk kez 1480’de Yahudiler ile gelir, sonra 1527’de Ermeniler matbaaya kavuşur. 1563’te ise Rumların matbaası vardır.
Bu meşhur mollalarımız her seferinde yeni bir fetva ile bizimkilerin matbaaya kavuşmasını engellerler, ta ki Batı Rönesans’ı ve aydınlanmayı yakaladıktan, yani 240 yıl sonra, 1727’de İbrahim Müteferrika’nın çabaları ile matbaaya kavuşuruz; ama bilgiye sahip olmak için artık çok geçtir…
Şimdi açıkça şu soru sorulmalıdır:
1299’dan 1683 Viyana Bozgunu’na kadar savaştığı tüm savaşları kazanan bir Türk imparatorluğu (Osmanlı) varken; neden son 250 yılda girdiği tüm savaşları kaybedip, bir de Kurtuluş savaşı yapmak zorunda kalmıştır?
Osmanlı bu dönemde; yani yaklaşık son 250 sene, 1683 Viyana Bozgunu’ndan, nihayet 1922’de Ankara, Haymana Ovası’nda yapılan Sakarya Savaşını kazanana kadar tüm savaşları kaybetmiştir.
Acaba; Halifelik ve akabinde yürütülen Türk düşmanı, Arap tipi mezhepçi politikalara dönülmeseydi; koca bir imparatorluk batar mıydı?
Ve yine; Yunus Emre'lerin, Hacı Bektaş'ların, Seyit Gazi'lerin, Ahmet Yesevi'lerin İslam’ı, İslam değil miydi?
Osmanlıyı kuran Şeyh Edebali'lerin İslam’ı, Akşemseddin'lerin İslam’ı İslam değil miydi de, Ebussuud'lara teslim edip batırdık koca imparatorluğu…
Bugün de aynı sürecin devam etmesi tarihten hiç ders almadığımızı göstermektedir.
Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi der ki:
*“Din bir seçimdir, ama Türklük kaderdir!”*
İşte bu yüzden "Arap sevici, mezhepçi" değil, Cumhuriyetçiyiz, Türk'üz, Atatürkçüyüz...
Ne Mutlu Türküm diyene...!!!
Alıntı.
1 gün önce

Yapay Et Nedir ve Üretimine Başlandı | Viddler
The video platform that seamlessly integrates with your website. Customize your player, control the viewing experience, and share content without subscriptions. Simple tools for creators and businesses who want their videos to look perfect where they belong.
https://www.viddler.com/j3SHfE
1 gün önce

THE GOVERNMENT ADMITS TO STEALING THE DNA OF 15 MILLION PEOPLE BUT PROMISES ITS FOR ETHICAL USE! | Viddler
The video platform that seamlessly integrates with your website. Customize your player, control the viewing experience, and share content without subscriptions. Simple tools for creators and businesses who want their videos to look perfect where they belong.
https://www.viddler.com/Ncs4Gj
22 saat önce

20 05 2025.mp4 ~ pixeldrain
This file has been shared with you on pixeldrain
https://pixeldrain.com/u/MjrUFpsy
2 gün önce
ATA Parti Lideri
Namık Kemal Zeybek’ten
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a...
“Birisi Recep Tayyip Erdoğan’a öğretmeli:
1. Timur, Şah İsmail Türk Kağanlarıdır. İkisi de Yıldırım’dan, Yavuz’dan daha Türktürler.
2. Timur’la Yıldırımın, Şah İsmail ile Yavuz’un yaptıkları kardeş kavgasıdır. Türklük bilincinde olanlar geçmişe böyle bakarlar.
3. Timur, Türkistan Türklerinin övüncüdür. Ona çatmak Türkistanlıları incitir.
4. Şah İsmail Azerbaycan, İran Türklerinin başbuğudur. Ona söz söylemek, onlarla kavga başlatmak demektir. Hatayi (Şah İsmail) milyonlarca Bektaşi/Alevinin şiirlerini Cemlerde okuduğu kutlu ozandır. Türkiye Cumhurbaşkanın milyonlarca yurttaşı incitecek söz söylemesi doğru değildir.
5. Türk Devlet Birliği kurmak isteyen (istiyorsa) bir Türkiye Cumhurbaşkanı böyle sözler söylemez.
6. AKP Genel Başkanı yardımcısı Kürşat Zorlu! Hemen Genel Başkanı’na git! Bu sözlerini geri alsın!
7. Recep Tayyip Erdoğan bu gerçekleri bilerek o sözleri söylediyse… Sözün bittiği yerdeyiz, demektir.”
Namık Kemal Zeybek’ten
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a...
“Birisi Recep Tayyip Erdoğan’a öğretmeli:
1. Timur, Şah İsmail Türk Kağanlarıdır. İkisi de Yıldırım’dan, Yavuz’dan daha Türktürler.
2. Timur’la Yıldırımın, Şah İsmail ile Yavuz’un yaptıkları kardeş kavgasıdır. Türklük bilincinde olanlar geçmişe böyle bakarlar.
3. Timur, Türkistan Türklerinin övüncüdür. Ona çatmak Türkistanlıları incitir.
4. Şah İsmail Azerbaycan, İran Türklerinin başbuğudur. Ona söz söylemek, onlarla kavga başlatmak demektir. Hatayi (Şah İsmail) milyonlarca Bektaşi/Alevinin şiirlerini Cemlerde okuduğu kutlu ozandır. Türkiye Cumhurbaşkanın milyonlarca yurttaşı incitecek söz söylemesi doğru değildir.
5. Türk Devlet Birliği kurmak isteyen (istiyorsa) bir Türkiye Cumhurbaşkanı böyle sözler söylemez.
6. AKP Genel Başkanı yardımcısı Kürşat Zorlu! Hemen Genel Başkanı’na git! Bu sözlerini geri alsın!
7. Recep Tayyip Erdoğan bu gerçekleri bilerek o sözleri söylediyse… Sözün bittiği yerdeyiz, demektir.”
2 gün önce
Bir Amerikan uçağı, İstanbul-New York seferini yapıyordu...
Bir süre sonra ışıklar sönünce, yolcularda panik başladı...
Ardından anons duyuldu:
İçinizde elektrikten anlayan var mı?
Herkes birbirine bakarken, yaşlı bir yolcu parmağını kaldırdı ve davet üzerine makine dairesine girdi...
Ve, bir süre sonra da ışıklar yandı!
Yaşlı yolcu, eli yüzü siyahlar içinde; alkışlarla karşılanarak, lavaboya gidip temizlendi ve sessizce yerine oturdu...
Uçak Atlantik ortalarındayken, pilotun konuşması duyuldu:
Sayın yolcular, motorlarımızdan biri bozuldu. Sakın panik yapmayın. Ben sizi diğer motorla, Amerika’ya ulaştırırım. Eğer içinizde motordan anlayan biri varsa, buraya rica edeceğim.
Yolcular arasından yine sadece yaşlı olan adam elini kaldırıp göreve koştu. Bir süre sonra motorun tamiri bitmiş, bizimki yüzü gözü karalar içinde ve alkışlar arasında, lavaboda temizlenip, mahcup mahcup yerine oturdu.
Amerika’ya kısa süre kala, hosteslerin koşuşturması dikkat çekti ve bu kez bir hostesin heyecanlı sesi duyuldu:
Sayın yolcularımız !.
Bir yolcumuz aniden sancılandı. Bebeği olacak. İçinizde doğumdan anlayan kimse varsa, lütfen acil olarak buraya gelsin.
Çeşitli milletlerden yolcular birbirine bakarken, yine bizim ihtiyar yerinden kalkarak hostesler bölümüne yürüdü...
Kısa süre sonra da, bir bebek ağlaması duyuldu ve hostesin kucağındaki erkek ufaklık, dünyaya ilk bakışlarını gönderiyordu.
.
Tabii olağanüstü yaşlı yolcu, sürekli alkışlarla yine sakince yerine oturdu...
Ancak, çeşitli ülkelerden oluşan tüm yolcular, meraklarını yenememişlerdi...
Bu adam kimdi?
Sonunda dayanamayıp, özür dileyerek; uyruğunu ve mesleğini sordular.
.
Yaşlı yolcu, bu soruyu sakince yanıtlar:
TÜRK'üm ve "KÖY ENSTİTÜSÜ MEZUNU EMEKLİ BİR ÖĞRETMENİM"..
Alıntı.
Bir süre sonra ışıklar sönünce, yolcularda panik başladı...
Ardından anons duyuldu:
İçinizde elektrikten anlayan var mı?
Herkes birbirine bakarken, yaşlı bir yolcu parmağını kaldırdı ve davet üzerine makine dairesine girdi...
Ve, bir süre sonra da ışıklar yandı!
Yaşlı yolcu, eli yüzü siyahlar içinde; alkışlarla karşılanarak, lavaboya gidip temizlendi ve sessizce yerine oturdu...
Uçak Atlantik ortalarındayken, pilotun konuşması duyuldu:
Sayın yolcular, motorlarımızdan biri bozuldu. Sakın panik yapmayın. Ben sizi diğer motorla, Amerika’ya ulaştırırım. Eğer içinizde motordan anlayan biri varsa, buraya rica edeceğim.
Yolcular arasından yine sadece yaşlı olan adam elini kaldırıp göreve koştu. Bir süre sonra motorun tamiri bitmiş, bizimki yüzü gözü karalar içinde ve alkışlar arasında, lavaboda temizlenip, mahcup mahcup yerine oturdu.
Amerika’ya kısa süre kala, hosteslerin koşuşturması dikkat çekti ve bu kez bir hostesin heyecanlı sesi duyuldu:
Sayın yolcularımız !.
Bir yolcumuz aniden sancılandı. Bebeği olacak. İçinizde doğumdan anlayan kimse varsa, lütfen acil olarak buraya gelsin.
Çeşitli milletlerden yolcular birbirine bakarken, yine bizim ihtiyar yerinden kalkarak hostesler bölümüne yürüdü...
Kısa süre sonra da, bir bebek ağlaması duyuldu ve hostesin kucağındaki erkek ufaklık, dünyaya ilk bakışlarını gönderiyordu.
.
Tabii olağanüstü yaşlı yolcu, sürekli alkışlarla yine sakince yerine oturdu...
Ancak, çeşitli ülkelerden oluşan tüm yolcular, meraklarını yenememişlerdi...
Bu adam kimdi?
Sonunda dayanamayıp, özür dileyerek; uyruğunu ve mesleğini sordular.
.
Yaşlı yolcu, bu soruyu sakince yanıtlar:
TÜRK'üm ve "KÖY ENSTİTÜSÜ MEZUNU EMEKLİ BİR ÖĞRETMENİM"..
Alıntı.
2 gün önce
KELLE PAÇADAN YAKA PAÇAYA BİR ÖĞRENCİLİK HATIRASI!..
Biraz tebessüm. ☺️
Üniversitede okurken sadece öğrencilerin kaldığı
Üniversiteye yakın; şehir merkezine uzak bir apartmanda kalıyoruz, her dairede 4 ile 6 kişi yaşıyor ortalama.
Gırgır olsun diye alt katta oturan ve benim kaldığım dairedeki arkadaşlar ile o yıl popüler olan Avrupa Yakası adlı dizideki Gafur karakteri özdeşleşmiş birer çizgili pijama takımı aldık.
Geceleri hepimiz Daltonlar gibi evin içinde çizgili pijamalar ile dolaşıyoruz.
Bildiğiniz gibi üniversite öğrencileri gece uyumayıp genelde gündüzleri uyuyan varlıklardır. Gece saat 3 gibi bizim zil çaldı. Kapıyı açtım, gelenler alt katta kalan bizim dalton çetesi.
"Hayırdır bu saatte" dedim.
"Abi acıktık, siz de gelirseniz pasajda kelle paça yemeye gidelim" dediler.
Gecenin 3' ü ve gideceğimiz yer yürüyerek 40 dakika mesafede.
" Oğlum gidip yatın, gece gece ne kellesi ne paçası, git gel sabah olur" dediysem de.
Yalvar yakar zorla ikna ettiler beni.
Bizim evden 3 kişi; onlardan 4 kişi, toplam 7 çizgili pijamalı öğrenci ana yola yürümeye başladık.
Ana yola tam çıktık ki bir polis ekip minibüsü önümüzde durdu ve kimliklerimizi istedi.
Üstümüzde kelle paça yemeye yetecek kadar para ve çizgili pijama dışında bir şey yok!
Üniversitede sık sık öğrenci kavgaları olduğundan ekipler orada sürekli dolaşıyormuş!
Kimlik ibraz edemedik haliyle.
Kelle paçaya giderken en çizgili pijamalı halimiz ile yaka paça gözaltına alındık.
Karakolda derdimizi anlattık ama ancak sabah olunca nöbetçi komiser imzasıyla serbest bırakılacağımızı öğrendik.
Sabah tanıdık bir polis memuru sayesinde ifademiz alınıp serbest bırakıldık.
Serbest bırakıldık bırakılmasına; ama artık gün aymış ve 7 çizgili pijamalı adamın şehrin ortasından eve yürüyerek gitmelerinin pek hoş görünmeyeceğini nöbetçi komisere anlatma görevi de bana düştü.
Sabah işe gelen her polis memuru pijamalı 7 adamı görünce gülüyor.
Karakolda herkes gülüyor haliyle.
Komiser halimize acıdı ve aynı ekip minibüsü ile bizi eve kadar gönderdi.
Bizi getiren polis memurlarının da gülmekten gözlerinden yaş geldi.
Hepimiz uykusuz ve perişan halde o gün uyuduk.
Gece saat 3' te yine zil çaldı.
Kapıyı açtım. Aynı pijamalı arkadaşlar bana melül ve mahzun bakarak: " Abi dün gece kelle paça içemedik ya, bu gece içsek mi?" diye yalvar yakar ikna ettiler.
Yine pijamalı 7 kişi yola çıktık. Bir önceki gece göz altına alındığımız yerin 10 metre ilerisine varmıştık ki yine bir polis minibüsü önümüzde durdu.
Devriye değiştiğinden bu kez başka memurlar kimliklerimizi istedi!
Beni bir gülme tuttu ki sormayın.
Kimlik yok, kelle paça falan dediysem de gülmemden pek haz etmeyen memurlardan biri beni tuttuğu gibi araca soktu.
Benimle birlikte Daltonların geri kalanı da bindi haliyle...
Ben gülmemek için dudaklarımı ısırıyorum.
Yanımda Artvinli bir arkadaş var ve çok korkuyor.
"Abi biz öğretmen olacağız ya, sicilimize işler mi bu" diyor ciddi ciddi.
Ben de: " Tabii ki işler, kolay mı, gece yarısı pijamalı halde tutuklanmak affedilir suç değil" diyerek ti' ye alıyorum çocuğu.
O da ciddi ciddi: " Babam duyarsa ben bittim" diyor.
Asabi olan ve beni araca asabice bindiren polis memuru telsizle anons geçti ve üniversite yurdu civarında öğrenci olduğunu iddia eden 7 pijamalı şahıs aldıklarını merkeze bildirdi.
Ve merkezden gelen cevap şöyle oldu:
"Onlar kelle paçacıya gidiyor, İnönü pasajındaki kelle paçacıya bırakın onları"
Polis memuru arkadaşlar, sağ olsun bizi kelle paçacıya bıraktılar, o gece bol sarımsaklı kelle paçaları içip eve yürüyerek döndük.
Kelle paça için yaka paça gözaltına alınan ilk çizgili pijamalı öğrenci grubu olarak tarihteki eşsiz yerimizi aldık haliyle..
😀.
#Hayatvefarkındalık
Hikmet Kızıl..
Biraz tebessüm. ☺️
Üniversitede okurken sadece öğrencilerin kaldığı
Üniversiteye yakın; şehir merkezine uzak bir apartmanda kalıyoruz, her dairede 4 ile 6 kişi yaşıyor ortalama.
Gırgır olsun diye alt katta oturan ve benim kaldığım dairedeki arkadaşlar ile o yıl popüler olan Avrupa Yakası adlı dizideki Gafur karakteri özdeşleşmiş birer çizgili pijama takımı aldık.
Geceleri hepimiz Daltonlar gibi evin içinde çizgili pijamalar ile dolaşıyoruz.
Bildiğiniz gibi üniversite öğrencileri gece uyumayıp genelde gündüzleri uyuyan varlıklardır. Gece saat 3 gibi bizim zil çaldı. Kapıyı açtım, gelenler alt katta kalan bizim dalton çetesi.
"Hayırdır bu saatte" dedim.
"Abi acıktık, siz de gelirseniz pasajda kelle paça yemeye gidelim" dediler.
Gecenin 3' ü ve gideceğimiz yer yürüyerek 40 dakika mesafede.
" Oğlum gidip yatın, gece gece ne kellesi ne paçası, git gel sabah olur" dediysem de.
Yalvar yakar zorla ikna ettiler beni.
Bizim evden 3 kişi; onlardan 4 kişi, toplam 7 çizgili pijamalı öğrenci ana yola yürümeye başladık.
Ana yola tam çıktık ki bir polis ekip minibüsü önümüzde durdu ve kimliklerimizi istedi.
Üstümüzde kelle paça yemeye yetecek kadar para ve çizgili pijama dışında bir şey yok!
Üniversitede sık sık öğrenci kavgaları olduğundan ekipler orada sürekli dolaşıyormuş!
Kimlik ibraz edemedik haliyle.
Kelle paçaya giderken en çizgili pijamalı halimiz ile yaka paça gözaltına alındık.
Karakolda derdimizi anlattık ama ancak sabah olunca nöbetçi komiser imzasıyla serbest bırakılacağımızı öğrendik.
Sabah tanıdık bir polis memuru sayesinde ifademiz alınıp serbest bırakıldık.
Serbest bırakıldık bırakılmasına; ama artık gün aymış ve 7 çizgili pijamalı adamın şehrin ortasından eve yürüyerek gitmelerinin pek hoş görünmeyeceğini nöbetçi komisere anlatma görevi de bana düştü.
Sabah işe gelen her polis memuru pijamalı 7 adamı görünce gülüyor.
Karakolda herkes gülüyor haliyle.
Komiser halimize acıdı ve aynı ekip minibüsü ile bizi eve kadar gönderdi.
Bizi getiren polis memurlarının da gülmekten gözlerinden yaş geldi.
Hepimiz uykusuz ve perişan halde o gün uyuduk.
Gece saat 3' te yine zil çaldı.
Kapıyı açtım. Aynı pijamalı arkadaşlar bana melül ve mahzun bakarak: " Abi dün gece kelle paça içemedik ya, bu gece içsek mi?" diye yalvar yakar ikna ettiler.
Yine pijamalı 7 kişi yola çıktık. Bir önceki gece göz altına alındığımız yerin 10 metre ilerisine varmıştık ki yine bir polis minibüsü önümüzde durdu.
Devriye değiştiğinden bu kez başka memurlar kimliklerimizi istedi!
Beni bir gülme tuttu ki sormayın.
Kimlik yok, kelle paça falan dediysem de gülmemden pek haz etmeyen memurlardan biri beni tuttuğu gibi araca soktu.
Benimle birlikte Daltonların geri kalanı da bindi haliyle...
Ben gülmemek için dudaklarımı ısırıyorum.
Yanımda Artvinli bir arkadaş var ve çok korkuyor.
"Abi biz öğretmen olacağız ya, sicilimize işler mi bu" diyor ciddi ciddi.
Ben de: " Tabii ki işler, kolay mı, gece yarısı pijamalı halde tutuklanmak affedilir suç değil" diyerek ti' ye alıyorum çocuğu.
O da ciddi ciddi: " Babam duyarsa ben bittim" diyor.
Asabi olan ve beni araca asabice bindiren polis memuru telsizle anons geçti ve üniversite yurdu civarında öğrenci olduğunu iddia eden 7 pijamalı şahıs aldıklarını merkeze bildirdi.
Ve merkezden gelen cevap şöyle oldu:
"Onlar kelle paçacıya gidiyor, İnönü pasajındaki kelle paçacıya bırakın onları"
Polis memuru arkadaşlar, sağ olsun bizi kelle paçacıya bıraktılar, o gece bol sarımsaklı kelle paçaları içip eve yürüyerek döndük.
Kelle paça için yaka paça gözaltına alınan ilk çizgili pijamalı öğrenci grubu olarak tarihteki eşsiz yerimizi aldık haliyle..
😀.
#Hayatvefarkındalık
Hikmet Kızıl..
2 gün önce
İKTİDAR HIRSI KATLİAMI..
III. Murat 1595’de öldü. Ayasofya Camisi avlusundaki türbede 54 kişi yatmaktadır. Bunlardan 19’u oğlu, 23’ü kızıdır. Türbede yatan oğulların yaşı küçüktür, hatta altı aylık olanları bile vardır ama hepsinin ölüm tarihi 1595’tir.
Peki 1595’de ne oldu?..
Saraya kıran mı girdi?..
Hayır, salgın da olmadı, kıran da…
III. Murat öldükten sonra oğlu III. Mehmet tahta çıktı ve ilk işi de kardeşlerinin hepsini boğdurmak oldu.
Babasının tabutu saraydan çıkarken gerisinden 39 tabut daha geliyordu.
III. Mehmet, 19 erkek kardeşini ve 20 kız kardeşini öldürtmüştü!
Bununla yetinmemiş babasının gebe eşlerini öldürtmüş ve ergenlik çağındaki iki kardeşinden gebe kalmış yedi cariyeyi denize attırmıştı.
Genç şehzadelerden biri:
"Beni kestanelerimi yedikten sonra boğun" diye yalvarıyordu!
Evliya Çelebi, “Bir şehzadenin daha emzirilirken annesinin kucağından sökülüp alındığını boğulduğunda emdiği sütün burnundan geldiğini” yazar.
Saraydan tabutlar çıktığında Evliya Çelebi'nin naklettiğine göre "İstanbul halkının feryatlarını gökteki melekler duymuştu".
III. Mehmet sadece bununla yetinmemiş 16 yaşındaki oğlunu da öldürtmüştür!
III. Mehmet öldüğünde, I. Ahmet tahta oturdu. III. Mehmet'in cenazesi Ayasofya'ya götürüldü. Cenaze namazı kılınacaktı. Ama genç padişah gelmemişti! "Taht sahibi olmak için 39 kardeşini ve bir oğlunu öldüren adam babam da olsa katildir. Ben katil bir adamın cenazesini kılmam! Varın siz kılın!" diyerek daveti reddetti...
Alıntı..
III. Murat 1595’de öldü. Ayasofya Camisi avlusundaki türbede 54 kişi yatmaktadır. Bunlardan 19’u oğlu, 23’ü kızıdır. Türbede yatan oğulların yaşı küçüktür, hatta altı aylık olanları bile vardır ama hepsinin ölüm tarihi 1595’tir.
Peki 1595’de ne oldu?..
Saraya kıran mı girdi?..
Hayır, salgın da olmadı, kıran da…
III. Murat öldükten sonra oğlu III. Mehmet tahta çıktı ve ilk işi de kardeşlerinin hepsini boğdurmak oldu.
Babasının tabutu saraydan çıkarken gerisinden 39 tabut daha geliyordu.
III. Mehmet, 19 erkek kardeşini ve 20 kız kardeşini öldürtmüştü!
Bununla yetinmemiş babasının gebe eşlerini öldürtmüş ve ergenlik çağındaki iki kardeşinden gebe kalmış yedi cariyeyi denize attırmıştı.
Genç şehzadelerden biri:
"Beni kestanelerimi yedikten sonra boğun" diye yalvarıyordu!
Evliya Çelebi, “Bir şehzadenin daha emzirilirken annesinin kucağından sökülüp alındığını boğulduğunda emdiği sütün burnundan geldiğini” yazar.
Saraydan tabutlar çıktığında Evliya Çelebi'nin naklettiğine göre "İstanbul halkının feryatlarını gökteki melekler duymuştu".
III. Mehmet sadece bununla yetinmemiş 16 yaşındaki oğlunu da öldürtmüştür!
III. Mehmet öldüğünde, I. Ahmet tahta oturdu. III. Mehmet'in cenazesi Ayasofya'ya götürüldü. Cenaze namazı kılınacaktı. Ama genç padişah gelmemişti! "Taht sahibi olmak için 39 kardeşini ve bir oğlunu öldüren adam babam da olsa katildir. Ben katil bir adamın cenazesini kılmam! Varın siz kılın!" diyerek daveti reddetti...
Alıntı..
2 gün önce
CENGİZ HAN'IN MİLLİYETİ...
Cengiz Han'ın tarihle ilgilenen herkesin kafasında soru işareti olan mıllıyetının ne olduğu konusu Ukraynalı ünlü tarihçi Vladimir Belinskii'nin ortaya koyduğu iddialarla yeniden gündeme geldi.
Peki Cengiz Han Türk mü?
Yoksa Moğol mu?
İşte bu sorunun cevabı...
Büyük savaşçı ve komutan Cengiz Han’ın hayatını araştırmaya tüm ömrünü adayan ünlü tarihçi Vladimir Belinskii, iddasına kanıt olarak Cengiz İmparatorluğunun esasen 4 boyun oluşturduğunu ve bu boyların Türk boyları olduğunu ortaya koydu.
Ukraynalı ünlü tarihçi Vladimir Belinskii Cengiz Han’ın Moğol olmadığını, aksine Türk olduğunu iddia etti.
Büyük savaşçı ve komutan Cengiz Han’ın hayatını araştırmaya tüm ömrünü adayan ünlü tarihçi Vladimir Belinskii, iddasına kanıt olarak Cengiz İmparatorluğunun esasen 4 boyun oluşturduğunu ve bu boyların Türk boyları olduğunu ortaya koydu.
Bu boylar, Kıyatlar, Kereyler, Naymanlar ve Merkitler...
Cengiz Han’ın babası Esugey Bahadır Kiyat boyuna mensup birisi idi.
Cengiz Han’ın eşi Börte’nin boyu ise Kongırat.
Vladimir Belinskii, tüm imparatorluğun Türkçe konuştuğunu ve Cengiz Han’ın gerçek adının “Temirçın” olarak okunması gerektiğini iddia ediyor.
Büyük imparatorun Türk olduğunu ispat noktasında ünlü tarihçinin başka iddiaları da var.
Doğuya yapacağı büyük sefer öncesinde bütün Türk boyları Cengiz Han’ın buyruğu altında birleşti.
Bunun içindir ki Kazakistan coğrafyasında Cengiz Han’ın ordusu ile göçebe Türkler arasında hiç sorun yaşanmadı.
Cengiz İmparatorluğunun daha kurulduğu yıllarda Ak-Naymanlar ve diğer boylar onun içinde yer alıyordu.
Bu bakış açısını ünlü Rusyalı tarihçi Hacı Murat’da savunuyor.
Ona göre, Cengiz Han Altay menşeyli Türk boylarının mensubu. Ünlü tarihçinin tahminine göre, büyük imparatorun Çin’e yaptığı meşhur seferi öncesinde, imparatorluğa Moğol boyları da dahil oldu.
Vladimir Belinskii ve Hacı Murat’ın Cengiz Han’ın Türk olduğu yönündeki iddialarına delil olarak ortaya koydukları “Cengiz Han İmparatorluğu’nda kullanılan metal paranın üstünde Türkçe yazması.”
görüşü ise aslında gayet açık bir ispat niteliğinde...
Cengiz Han'ın tarihle ilgilenen herkesin kafasında soru işareti olan mıllıyetının ne olduğu konusu Ukraynalı ünlü tarihçi Vladimir Belinskii'nin ortaya koyduğu iddialarla yeniden gündeme geldi.
Peki Cengiz Han Türk mü?
Yoksa Moğol mu?
İşte bu sorunun cevabı...
Büyük savaşçı ve komutan Cengiz Han’ın hayatını araştırmaya tüm ömrünü adayan ünlü tarihçi Vladimir Belinskii, iddasına kanıt olarak Cengiz İmparatorluğunun esasen 4 boyun oluşturduğunu ve bu boyların Türk boyları olduğunu ortaya koydu.
Ukraynalı ünlü tarihçi Vladimir Belinskii Cengiz Han’ın Moğol olmadığını, aksine Türk olduğunu iddia etti.
Büyük savaşçı ve komutan Cengiz Han’ın hayatını araştırmaya tüm ömrünü adayan ünlü tarihçi Vladimir Belinskii, iddasına kanıt olarak Cengiz İmparatorluğunun esasen 4 boyun oluşturduğunu ve bu boyların Türk boyları olduğunu ortaya koydu.
Bu boylar, Kıyatlar, Kereyler, Naymanlar ve Merkitler...
Cengiz Han’ın babası Esugey Bahadır Kiyat boyuna mensup birisi idi.
Cengiz Han’ın eşi Börte’nin boyu ise Kongırat.
Vladimir Belinskii, tüm imparatorluğun Türkçe konuştuğunu ve Cengiz Han’ın gerçek adının “Temirçın” olarak okunması gerektiğini iddia ediyor.
Büyük imparatorun Türk olduğunu ispat noktasında ünlü tarihçinin başka iddiaları da var.
Doğuya yapacağı büyük sefer öncesinde bütün Türk boyları Cengiz Han’ın buyruğu altında birleşti.
Bunun içindir ki Kazakistan coğrafyasında Cengiz Han’ın ordusu ile göçebe Türkler arasında hiç sorun yaşanmadı.
Cengiz İmparatorluğunun daha kurulduğu yıllarda Ak-Naymanlar ve diğer boylar onun içinde yer alıyordu.
Bu bakış açısını ünlü Rusyalı tarihçi Hacı Murat’da savunuyor.
Ona göre, Cengiz Han Altay menşeyli Türk boylarının mensubu. Ünlü tarihçinin tahminine göre, büyük imparatorun Çin’e yaptığı meşhur seferi öncesinde, imparatorluğa Moğol boyları da dahil oldu.
Vladimir Belinskii ve Hacı Murat’ın Cengiz Han’ın Türk olduğu yönündeki iddialarına delil olarak ortaya koydukları “Cengiz Han İmparatorluğu’nda kullanılan metal paranın üstünde Türkçe yazması.”
görüşü ise aslında gayet açık bir ispat niteliğinde...
1 gün önce
MANİSA VALİSİ HÜSNÜYADİS
Hüsnü (Hüsnüyadis) Bey 1917-1922 yıllarında Manisa mutasarrıfıdır (Valisidir).
İzmir işgal edildiğinde, Yunanlılara; “İşgal buraya kadar uzanmayacak, İzmir civarında kalacaktır.
Manisa’yı terk etmenize lüzum yoktur" demiştir.
Bir alay Yunan askeri Manisa’ya girer girmez katliama başlamış ve şehirde bulunan cephanelikten 48 bin tüfek, 88 top ve bütün cephaneye el koyduğunda Hüsnü Bey, devletin bütün resmi evrakını da Yunan alayına teslim etmiştir.
Hüsnüyadis’in akıllarda kalan en çarpıcı sözü;
“Yunan işgal ordusu ile egemenliğimizi paylaşabiliriz...” olmuştur.
Türk halkına tam üç yıl, üç ay, on gün kan kusturduktan sonra Manisa’yı yakan işgal ordusu ile birlikte kaçacaktır.”
İşgal güçleri bozguna uğramış, perişan durumdaki Yunan askerleri yakıp yıkarak, katledip, tecavüz ederek geri çekilmektedirler.
Türk ordusu altı günde Turgutlu’ya kadar gelir.
Buradan 5. Kolordu Komutanı Fahrettin Altay Paşa Gördes, Demirci, Akhisar yörelerini katliamlardan kurtararak, düşman ordusunun artıklarını temizleyecektir.
Bu arada Manisa’ya giriş gecikeceğinden Fahrettin Altay Paşa, Süvari Yüzbaşısı Hüsnü Bey’i çağırır ve bir öncü süvari birliği ile Gediz sol sahil hattını izleyerek Akpınar üzerinden Manisa’nın üzerine yürümesini, durumun acil olduğunu, çünkü düşmanın Manisa’da bir katliam yapabileceğini bildirir.
8 Eylül’de küçük bir süvari birliği, Yüzbaşı Hüsnü Bey komutasında Manisa’ya doğru yola çıkar.
Halide Edip’in anlatımıyla bu esnada Manisa ateşler içinde yanmaktadır.
Gerçekten de bu sıralarda Manisa’da büyük yangınlar yaşanmaktadır.
Yunan devriyelerinin sokak başlarını tutarak bütün güçleriyle saldırmalarına rağmen yanan evlerinden çıkan halk, şehrin dışına çıkmaya çalışmaktadır.
Yunan işgal güçleri komutanı General Bagorci, halkın evlerinden çıkmalarını bir emirle yasaklamış, çıkanları “vurun” emri vermiştir.
Yangınlar esnasında vurulanların, hatta yanan evlerin içlerine atılanların sayısı hiç de az değildir.
Bir gün içinde Manisa’da 3500 kişi diri diri yakılarak, 1500’e yakın kişi de vurularak şehid edilir.
Panik içinde dağ ve ovalara kaçanların bir kısmı da Rum çetelerine yakalanıp yok edilir.
Manisa’da yığılmış olan Yunan vandal ordusu, Sipil Dağı’na çıkmış olan Manisa halkını da yok etmek için Doğu’da Alaybey Deresi, Batı’da Çaybaşı Deresi yönünden bir taarruz hareketine başlamışlar, neredeyse Manisalıların tamamının sığınmış olduğu Sipil Dağı’nda kitlesel bir soykırım başlatmışlardır.
Gediz Irmağı’nın karşı sahilinde 5. Kolordu Komutanı Fahreddin Altay Paşa, 1. Süvari Tümen Komutanı Mürsel Paşa, Tugay Komutanı Cemil Bey kuvvetleri Gediz Irmağı’nı aşmaya çalışırlarken, Manisa’nın Doğusundan Akpınar üzerinden ansızın çıkan Yüzbaşı Hüsnü Bey komutasındaki süvari birliği Manisa’nın Doğu mahallesine girer.
Devlet Hastanesi önünden karşı ateşe başlar.
Bunun üzerine işgal kuvvetleri paniğe kapılarak Sipil Dağı’nı kuşatma hareketinden vazgeçerek, Batı’ya, İzmir’e doğru geri çekilmeye başlarlar.
Bu sırada Fahreddin Altay Bey kuvvetleri de Gediz’i aşmış ve Manisa bu katılımla tamamen düşmandan temizlenmiştir.
Bütün bunlar olurken Manisa’nın bir Mutasarrıfı vardır.
O’nun adı Hüsnü Bey’dir.
Hüsnü Bey ve sülalesi daha yirmi yıl önce Türk tabiyetine geçtikleri için Girit’ten kovulmuşlar ve Manisa’ya gelerek yerleşmişlerdir.
Bu işbirlikçi Vali, şimdi kaçan Yunan birlikleriyle birlikte İzmir yollarındadır.
Manisa Mutasarrıfı (Valisi) Hüsnü (Hüsnüyadis) Bey son ana kadar Manisa’yı terk etmemiştir.
Yunan askerlerine sahip çıkmış, onlara panik yapmamalarını öğütlemektedir.
Ayrıca Türk ordusunun Manisa’dan geri döneceğini umut ederek, Yunan ordusunun Manisa’da mevzi alması için işgal güçleri komutanı General Bogorci’ye akıl vermekte;
“Ellerinde çok sayıda Manisalı Türk esir olursa o durumda Türk ordusunun şehre giremeyeceğini...” salık vermektedir.
8 Eylül günü Kuvây-ı Milliye milisleri kenar mahallelere sızmışlar, Mutasarrıf Hüsnü Bey’i elegeçirmeye çalışmışlardır.
Talih adeta tersine dönmüştü.
Üç yıl önce Türkler akın akın Doğu’ya göç ediyordu.
Şimdi ise bu göç tersine işliyordu.
Köylerden, kasabalardan yerli Rum halkı, üzümleri, tütünleri sergilerde bırakarak İzmir’e doğru kaçıyorlardı.
Rum halkı Sabuncubeli üzerinden İzmir’e ulaşmaya çalışıyordu.
Yunan subayları ve seçkinler ise aileleriyle birlikte trenlerle İzmir’e taşınıyordu.
Manisa Mutasarrıfı Hüsnü Bey ise kendi ahfadı için özel bir vagon hazırlatmıştı.
Bu esnada Hüsnü Bey, Yunan askerleriyle birlikte onca katliamın ve yangınların içinde soygunlar yapıyor, iz bırakmamak için hükümet binasını bile yakıyor, topladığı ganimetleri Yunan subaylarıyla birlikte özel vagonuna taşıtıyordu.
Manisa Mutasarrıfı kendi şehrini soymuş, büyük bir servetle trene binmiş, Türk ordusu Manisa’ya girerken küçük bir zaman farkıyla şehri terk ederek Türk ordusunun elinden kaçmıştır.
Trende Akhisar’dan kaçan işgal güçleri artıkları ile yanlarında 15 kişilik bir Akhisarlı Türk rehine grubu da vardır.
Yunan işgal güçleri Akhisar’ı yakmamak için kasabanın ileri gelenlerinden 15 kişiyi rehin istemişler, onlar da gönüllü olarak rehine olmuşlardır.
Manisa Mutasarrıfı Hüsnü Bey yanındaki grupla birlikte 8 Eylül gecesi İzmir’e gelir.
Hüsnü Bey Çeşme’yi iyi bilmektedir.
Grubu alarak Urla üzerinden Çeşme’ye oradan da Sakız Adası’na geçeceklerdir.
Yanlarındaki Akhisarlı rehinelerle birlikte Çeşme’ye gelirler ve oradan Çiftlik Köy’e geçerler.
Buradan Sakız Adası’na geçmek kolay olacaktır.
13 Eylül günü Yunan askerleri Akhisar’dan getirdikleri on beş gönüllü rehineyi öldürmeye başlamışlardır.
Manisa Mutasarrıfı Giritli Hüsnü (Hüsnüyadis) Bey Sakız’dan Pirayus’a, oradan da Elefsis’e geçmiş, çok zengin bir adam olarak Elefsis’e yerleşmiştir.
Manisa İriköy’den yanında getirdiği Rum ailenin kızı Paraskevulo ile evlenmiş, Aya Triyada Kilisesi’nin papazı tarafından vaftiz edilerek Hırıstiyan olmuş ve adını Hüsnüyadis olarak değiştirmiştir.
Giritli Hüsnüyadis (1864-1937) milli mücadelede tescilli bir vatan haini, yunan işbirlikçisi olarak pek çok masum Türkün ölümünden baş sorumlusudur.
Yunanistana kaçmış hiristiyan olmuş1937 yılında öldüğünde hiristiyan mezarlığına gömülmüştür.
Oğlu Vasili'nin anlatımları
"Babası için, Ne Müslüman ne Hiristiyan ne Türk, ne Yunan böyle baba mı olur..." diyerek babası hakkında düşüncelerini bir yazara açıklamıştır.
1930 da gerici menemen isyanında Kubilayı şehid eden gericilerin lideri Giritli Derviş Mehmet, Hüsnüyadisin yakın akrabasıdır.
Bu kalkışmaya Yunanistan destek vermiş işbirliği yapmıştır. Mezarının başında, Haçı kırık mezar taşı vardır.
Mezar taşına gelip geçenler yunanca "Palio Turko" yani, Serseri Türk yazmışlardır.
Fevzi M. Gultekin
Hüsnü (Hüsnüyadis) Bey 1917-1922 yıllarında Manisa mutasarrıfıdır (Valisidir).
İzmir işgal edildiğinde, Yunanlılara; “İşgal buraya kadar uzanmayacak, İzmir civarında kalacaktır.
Manisa’yı terk etmenize lüzum yoktur" demiştir.
Bir alay Yunan askeri Manisa’ya girer girmez katliama başlamış ve şehirde bulunan cephanelikten 48 bin tüfek, 88 top ve bütün cephaneye el koyduğunda Hüsnü Bey, devletin bütün resmi evrakını da Yunan alayına teslim etmiştir.
Hüsnüyadis’in akıllarda kalan en çarpıcı sözü;
“Yunan işgal ordusu ile egemenliğimizi paylaşabiliriz...” olmuştur.
Türk halkına tam üç yıl, üç ay, on gün kan kusturduktan sonra Manisa’yı yakan işgal ordusu ile birlikte kaçacaktır.”
İşgal güçleri bozguna uğramış, perişan durumdaki Yunan askerleri yakıp yıkarak, katledip, tecavüz ederek geri çekilmektedirler.
Türk ordusu altı günde Turgutlu’ya kadar gelir.
Buradan 5. Kolordu Komutanı Fahrettin Altay Paşa Gördes, Demirci, Akhisar yörelerini katliamlardan kurtararak, düşman ordusunun artıklarını temizleyecektir.
Bu arada Manisa’ya giriş gecikeceğinden Fahrettin Altay Paşa, Süvari Yüzbaşısı Hüsnü Bey’i çağırır ve bir öncü süvari birliği ile Gediz sol sahil hattını izleyerek Akpınar üzerinden Manisa’nın üzerine yürümesini, durumun acil olduğunu, çünkü düşmanın Manisa’da bir katliam yapabileceğini bildirir.
8 Eylül’de küçük bir süvari birliği, Yüzbaşı Hüsnü Bey komutasında Manisa’ya doğru yola çıkar.
Halide Edip’in anlatımıyla bu esnada Manisa ateşler içinde yanmaktadır.
Gerçekten de bu sıralarda Manisa’da büyük yangınlar yaşanmaktadır.
Yunan devriyelerinin sokak başlarını tutarak bütün güçleriyle saldırmalarına rağmen yanan evlerinden çıkan halk, şehrin dışına çıkmaya çalışmaktadır.
Yunan işgal güçleri komutanı General Bagorci, halkın evlerinden çıkmalarını bir emirle yasaklamış, çıkanları “vurun” emri vermiştir.
Yangınlar esnasında vurulanların, hatta yanan evlerin içlerine atılanların sayısı hiç de az değildir.
Bir gün içinde Manisa’da 3500 kişi diri diri yakılarak, 1500’e yakın kişi de vurularak şehid edilir.
Panik içinde dağ ve ovalara kaçanların bir kısmı da Rum çetelerine yakalanıp yok edilir.
Manisa’da yığılmış olan Yunan vandal ordusu, Sipil Dağı’na çıkmış olan Manisa halkını da yok etmek için Doğu’da Alaybey Deresi, Batı’da Çaybaşı Deresi yönünden bir taarruz hareketine başlamışlar, neredeyse Manisalıların tamamının sığınmış olduğu Sipil Dağı’nda kitlesel bir soykırım başlatmışlardır.
Gediz Irmağı’nın karşı sahilinde 5. Kolordu Komutanı Fahreddin Altay Paşa, 1. Süvari Tümen Komutanı Mürsel Paşa, Tugay Komutanı Cemil Bey kuvvetleri Gediz Irmağı’nı aşmaya çalışırlarken, Manisa’nın Doğusundan Akpınar üzerinden ansızın çıkan Yüzbaşı Hüsnü Bey komutasındaki süvari birliği Manisa’nın Doğu mahallesine girer.
Devlet Hastanesi önünden karşı ateşe başlar.
Bunun üzerine işgal kuvvetleri paniğe kapılarak Sipil Dağı’nı kuşatma hareketinden vazgeçerek, Batı’ya, İzmir’e doğru geri çekilmeye başlarlar.
Bu sırada Fahreddin Altay Bey kuvvetleri de Gediz’i aşmış ve Manisa bu katılımla tamamen düşmandan temizlenmiştir.
Bütün bunlar olurken Manisa’nın bir Mutasarrıfı vardır.
O’nun adı Hüsnü Bey’dir.
Hüsnü Bey ve sülalesi daha yirmi yıl önce Türk tabiyetine geçtikleri için Girit’ten kovulmuşlar ve Manisa’ya gelerek yerleşmişlerdir.
Bu işbirlikçi Vali, şimdi kaçan Yunan birlikleriyle birlikte İzmir yollarındadır.
Manisa Mutasarrıfı (Valisi) Hüsnü (Hüsnüyadis) Bey son ana kadar Manisa’yı terk etmemiştir.
Yunan askerlerine sahip çıkmış, onlara panik yapmamalarını öğütlemektedir.
Ayrıca Türk ordusunun Manisa’dan geri döneceğini umut ederek, Yunan ordusunun Manisa’da mevzi alması için işgal güçleri komutanı General Bogorci’ye akıl vermekte;
“Ellerinde çok sayıda Manisalı Türk esir olursa o durumda Türk ordusunun şehre giremeyeceğini...” salık vermektedir.
8 Eylül günü Kuvây-ı Milliye milisleri kenar mahallelere sızmışlar, Mutasarrıf Hüsnü Bey’i elegeçirmeye çalışmışlardır.
Talih adeta tersine dönmüştü.
Üç yıl önce Türkler akın akın Doğu’ya göç ediyordu.
Şimdi ise bu göç tersine işliyordu.
Köylerden, kasabalardan yerli Rum halkı, üzümleri, tütünleri sergilerde bırakarak İzmir’e doğru kaçıyorlardı.
Rum halkı Sabuncubeli üzerinden İzmir’e ulaşmaya çalışıyordu.
Yunan subayları ve seçkinler ise aileleriyle birlikte trenlerle İzmir’e taşınıyordu.
Manisa Mutasarrıfı Hüsnü Bey ise kendi ahfadı için özel bir vagon hazırlatmıştı.
Bu esnada Hüsnü Bey, Yunan askerleriyle birlikte onca katliamın ve yangınların içinde soygunlar yapıyor, iz bırakmamak için hükümet binasını bile yakıyor, topladığı ganimetleri Yunan subaylarıyla birlikte özel vagonuna taşıtıyordu.
Manisa Mutasarrıfı kendi şehrini soymuş, büyük bir servetle trene binmiş, Türk ordusu Manisa’ya girerken küçük bir zaman farkıyla şehri terk ederek Türk ordusunun elinden kaçmıştır.
Trende Akhisar’dan kaçan işgal güçleri artıkları ile yanlarında 15 kişilik bir Akhisarlı Türk rehine grubu da vardır.
Yunan işgal güçleri Akhisar’ı yakmamak için kasabanın ileri gelenlerinden 15 kişiyi rehin istemişler, onlar da gönüllü olarak rehine olmuşlardır.
Manisa Mutasarrıfı Hüsnü Bey yanındaki grupla birlikte 8 Eylül gecesi İzmir’e gelir.
Hüsnü Bey Çeşme’yi iyi bilmektedir.
Grubu alarak Urla üzerinden Çeşme’ye oradan da Sakız Adası’na geçeceklerdir.
Yanlarındaki Akhisarlı rehinelerle birlikte Çeşme’ye gelirler ve oradan Çiftlik Köy’e geçerler.
Buradan Sakız Adası’na geçmek kolay olacaktır.
13 Eylül günü Yunan askerleri Akhisar’dan getirdikleri on beş gönüllü rehineyi öldürmeye başlamışlardır.
Manisa Mutasarrıfı Giritli Hüsnü (Hüsnüyadis) Bey Sakız’dan Pirayus’a, oradan da Elefsis’e geçmiş, çok zengin bir adam olarak Elefsis’e yerleşmiştir.
Manisa İriköy’den yanında getirdiği Rum ailenin kızı Paraskevulo ile evlenmiş, Aya Triyada Kilisesi’nin papazı tarafından vaftiz edilerek Hırıstiyan olmuş ve adını Hüsnüyadis olarak değiştirmiştir.
Giritli Hüsnüyadis (1864-1937) milli mücadelede tescilli bir vatan haini, yunan işbirlikçisi olarak pek çok masum Türkün ölümünden baş sorumlusudur.
Yunanistana kaçmış hiristiyan olmuş1937 yılında öldüğünde hiristiyan mezarlığına gömülmüştür.
Oğlu Vasili'nin anlatımları
"Babası için, Ne Müslüman ne Hiristiyan ne Türk, ne Yunan böyle baba mı olur..." diyerek babası hakkında düşüncelerini bir yazara açıklamıştır.
1930 da gerici menemen isyanında Kubilayı şehid eden gericilerin lideri Giritli Derviş Mehmet, Hüsnüyadisin yakın akrabasıdır.
Bu kalkışmaya Yunanistan destek vermiş işbirliği yapmıştır. Mezarının başında, Haçı kırık mezar taşı vardır.
Mezar taşına gelip geçenler yunanca "Palio Turko" yani, Serseri Türk yazmışlardır.
Fevzi M. Gultekin
1 gün önce
*BU YAZIYI KİM YAZMIŞSA TEBRİK EDİYORUM. MUTLAKA SABIRLA SONUNA KADAR OKUYUN.! 🧠*
Osmanlıyı 1299 yılında Oğuz Türklerinin Kayı Boyu kurmuştur.
Osmanlı imparatorluğu;
- 1299 da kurulmuş, 1579'a kadar 3 asır YÜKSELMİŞ....
- 1579 dan 1699 kadar,
1 Asır DURAKLAMIŞ.
- 1699 dan 1919 kadar.
GERİLEMİŞ VE YIKILMIŞTIR.
Gerçekte iki farklı Osmanlı vardı;
- Halifeliğe kadar olan Osmanlı... (1299-1517) Nam-ı diğer Türk İmparatorluğu
- 1517 tarihinde Halifeliğin alınmasından sonraki Araplaşan Osmanlı İmparatorluğumuz… Ve Araplaştıkça daha çok batan koca Osmanlı İmparatorluğumuz…
Aslında Türkler için her şey güzel gidiyordu...
Ta ki Halifelik sevdasına düşülene kadar…
O günkü şartlarda halifeliği olmazsa olmaz gören Yavuz Sultan Selim ile akıl hocası Şeyh İdris-i Bitlis-i ve diğerleri Memlüklülerin elinden Abbasi halifeliğini almak için Mercidabık ve Ridaniye savaşlarını tertip ederler...
Bu savaşların sonunda, kılıç zoruyla artık halifelik Türklerdedir. (1517)
Ama çok büyük bir sorun çıkar, çünkü Arap dünyası halifeliğin kendilerinden alınmasına şiddetle karşı çıkar ve Türk halifeye biat etmek istemezler...
İşte bu sorunu çözmek, Arapları, Türk halifeye bağlamak için Arapların da kabul edeceği bir orta yol bulunur.
Bu yol Mısır’dan ve Arap diyarlarından seçilecek iki bin civarında ulemanın, Mollanın, Ebussuud Efendilerin İstanbul’a davet edilerek, para, mal, mülk, arazi de verilerek kalıcı olarak yerleşmeleri sağlanır...
İmparatorluğu Araplaştırmak, diğer bir deyişle; Türk İslam’ının terk edilerek, Arap İslam’ına doğru evrilmesini sağlamak konusunda anlaşırlar.
Bu projeyi Araplar da destekleyince proje hayata geçer ve maalesef bundan sonra artık imparatorlukta “bugün de kısmen olduğu gibi” Türk kelimesi yasaklanır, “Türk’üm!”, “Türkmen’im!” diyen Kızılbaş diye aşağılanır, dışlanır, kafası kesilir.
Bu dönem sadece Kuyucu Murat Paşanın “Türk’üm!", “Türkmen’im!” dedikleri için kafasını kestirip, kuyulara doldurduğu insan sayısı 158 bindir.
Maalesef Osmanlının son 350 yılı ilk 250 yılın aksine, Türklere zulümle geçer, sıkı bir Arap tandanslı mezhepçilik kurulur...
1603 yılına gelindiğinde artık Ehl-i Beyt Türk Tekkeleri yasaklanır, kapatılır; yerine Halidî, Nakşî, Kürdî Tekkeler kurulur.
Yine bu dönem Kürtlere sayısız imtiyazlar verilir,
1839 birinci Tanzimat Fermanına kadar Kürtler askerlikten bile muaf tutulurlar. (Kürtlere Şah İsmail diyeti ödenir…)
Yine bu dönem Türkler, saraydan, ordudan ve müesses nizamdan tasfiye edilirler…
Türklerin askeri ve siyasi gücünü kırmak için bu Arap mollaların fetvalarıyla, serdengeçti birlikleri sadece Türklerden oluşturulur ve en ön safta savaştırılır, böylece kırdırılırlar, ganimet bile toplatmazlar…
Ganimeti de saraylardaki Arap mollalar ile işbirliği yapan yeniçeriler kendi aralarında paylaşırlar…
Ordudan, saraydan ve müesses nizamdan yavaş yavaş tasfiye edilen, kafası kesilen, sürgün edilen Türklerin bir kısmı bu mollalara kızar ve canını kurtarmak için de Kürtleşmeyi ana stratejik hedef olarak seçerler.
Bu aşiretler ve boyların en büyükleri Avşarlardır, Halaçlardır, Mukri, Bayat, Beğdili, Evya, Yıvadır… Buna tarihimizde “Ekrad (kürtleşmiş) Türkmanlar” denir…
Yine Kelkit’ten Hakkâri’ye kadar olan bölgede yaşayan Akkoyunluların büyük bir kısmı İran’a gider. (Bugün dünyanın en büyük Türk nüfusunun yaşadığı başkent Tahran’dır…)
Böylece yüzyıllarca başımızı ağrıtacak Kürt sorunu ve bu politikalar sonucu gelişir ve büyür.
Osmanlı öyle bir açmaza düşmüştür ki, ne halifelikten vazgeçebilir, artık ne de imparatorluğun kan kaybetmesini durdurabilir... Çünkü imparatorluğu kuran asli unsur Türkmenler dışlanmış, mezhepçiliğe kurban edilmiştir…
Mollalar, başta matbaa olmak üzere bir sürü saçma sapan fetva verirler…
Ve sonuçta Osmanlı’ya Rönesans’ı ıskalatırlar, Rönesans’ı İngiltere kapar…
Matbaa Osmanlı’ya ilk kez 1480’de Yahudiler ile gelir, sonra 1527’de Ermeniler matbaaya kavuşur. 1563’te ise Rumların matbaası vardır.
Bu meşhur mollalarımız her seferinde yeni bir fetva ile bizimkilerin matbaaya kavuşmasını engellerler, ta ki Batı Rönesans’ı ve aydınlanmayı yakaladıktan, yani 240 yıl sonra, 1727’de İbrahim Müteferrika’nın çabaları ile matbaaya kavuşuruz; ama bilgiye sahip olmak için artık çok geçtir…
Şimdi açıkça şu soru sorulmalıdır:
1299’dan 1683 Viyana Bozgunu’na kadar savaştığı tüm savaşları kazanan bir Türk imparatorluğu (Osmanlı) varken; neden son 250 yılda girdiği tüm savaşları kaybedip, bir de Kurtuluş savaşı yapmak zorunda kalmıştır?
Osmanlı bu dönemde; yani yaklaşık son 250 sene, 1683 Viyana Bozgunu’ndan, nihayet 1922’de Ankara, Haymana Ovası’nda yapılan Sakarya Savaşını kazanana kadar tüm savaşları kaybetmiştir.
Acaba; Halifelik ve akabinde yürütülen Türk düşmanı, Arap tipi mezhepçi politikalara dönülmeseydi; koca bir imparatorluk batar mıydı?
Ve yine; Yunus Emre'lerin, Hacı Bektaş'ların, Seyit Gazi'lerin, Ahmet Yesevi'lerin İslam’ı, İslam değil miydi?
Osmanlıyı kuran Şeyh Edebali'lerin İslam’ı, Akşemseddin'lerin İslam’ı İslam değil miydi de, Ebussuud'lara teslim edip batırdık koca imparatorluğu…
Bugün de aynı sürecin devam etmesi tarihten hiç ders almadığımızı göstermektedir.
Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi der ki:
*“Din bir seçimdir, ama Türklük kaderdir!”*
İşte bu yüzden "Arap sevici, mezhepçi" değil, Cumhuriyetçiyiz, Türk'üz, Atatürkçüyüz...
Ne Mutlu Türküm diyene...!!!
Alıntı.
Osmanlıyı 1299 yılında Oğuz Türklerinin Kayı Boyu kurmuştur.
Osmanlı imparatorluğu;
- 1299 da kurulmuş, 1579'a kadar 3 asır YÜKSELMİŞ....
- 1579 dan 1699 kadar,
1 Asır DURAKLAMIŞ.
- 1699 dan 1919 kadar.
GERİLEMİŞ VE YIKILMIŞTIR.
Gerçekte iki farklı Osmanlı vardı;
- Halifeliğe kadar olan Osmanlı... (1299-1517) Nam-ı diğer Türk İmparatorluğu
- 1517 tarihinde Halifeliğin alınmasından sonraki Araplaşan Osmanlı İmparatorluğumuz… Ve Araplaştıkça daha çok batan koca Osmanlı İmparatorluğumuz…
Aslında Türkler için her şey güzel gidiyordu...
Ta ki Halifelik sevdasına düşülene kadar…
O günkü şartlarda halifeliği olmazsa olmaz gören Yavuz Sultan Selim ile akıl hocası Şeyh İdris-i Bitlis-i ve diğerleri Memlüklülerin elinden Abbasi halifeliğini almak için Mercidabık ve Ridaniye savaşlarını tertip ederler...
Bu savaşların sonunda, kılıç zoruyla artık halifelik Türklerdedir. (1517)
Ama çok büyük bir sorun çıkar, çünkü Arap dünyası halifeliğin kendilerinden alınmasına şiddetle karşı çıkar ve Türk halifeye biat etmek istemezler...
İşte bu sorunu çözmek, Arapları, Türk halifeye bağlamak için Arapların da kabul edeceği bir orta yol bulunur.
Bu yol Mısır’dan ve Arap diyarlarından seçilecek iki bin civarında ulemanın, Mollanın, Ebussuud Efendilerin İstanbul’a davet edilerek, para, mal, mülk, arazi de verilerek kalıcı olarak yerleşmeleri sağlanır...
İmparatorluğu Araplaştırmak, diğer bir deyişle; Türk İslam’ının terk edilerek, Arap İslam’ına doğru evrilmesini sağlamak konusunda anlaşırlar.
Bu projeyi Araplar da destekleyince proje hayata geçer ve maalesef bundan sonra artık imparatorlukta “bugün de kısmen olduğu gibi” Türk kelimesi yasaklanır, “Türk’üm!”, “Türkmen’im!” diyen Kızılbaş diye aşağılanır, dışlanır, kafası kesilir.
Bu dönem sadece Kuyucu Murat Paşanın “Türk’üm!", “Türkmen’im!” dedikleri için kafasını kestirip, kuyulara doldurduğu insan sayısı 158 bindir.
Maalesef Osmanlının son 350 yılı ilk 250 yılın aksine, Türklere zulümle geçer, sıkı bir Arap tandanslı mezhepçilik kurulur...
1603 yılına gelindiğinde artık Ehl-i Beyt Türk Tekkeleri yasaklanır, kapatılır; yerine Halidî, Nakşî, Kürdî Tekkeler kurulur.
Yine bu dönem Kürtlere sayısız imtiyazlar verilir,
1839 birinci Tanzimat Fermanına kadar Kürtler askerlikten bile muaf tutulurlar. (Kürtlere Şah İsmail diyeti ödenir…)
Yine bu dönem Türkler, saraydan, ordudan ve müesses nizamdan tasfiye edilirler…
Türklerin askeri ve siyasi gücünü kırmak için bu Arap mollaların fetvalarıyla, serdengeçti birlikleri sadece Türklerden oluşturulur ve en ön safta savaştırılır, böylece kırdırılırlar, ganimet bile toplatmazlar…
Ganimeti de saraylardaki Arap mollalar ile işbirliği yapan yeniçeriler kendi aralarında paylaşırlar…
Ordudan, saraydan ve müesses nizamdan yavaş yavaş tasfiye edilen, kafası kesilen, sürgün edilen Türklerin bir kısmı bu mollalara kızar ve canını kurtarmak için de Kürtleşmeyi ana stratejik hedef olarak seçerler.
Bu aşiretler ve boyların en büyükleri Avşarlardır, Halaçlardır, Mukri, Bayat, Beğdili, Evya, Yıvadır… Buna tarihimizde “Ekrad (kürtleşmiş) Türkmanlar” denir…
Yine Kelkit’ten Hakkâri’ye kadar olan bölgede yaşayan Akkoyunluların büyük bir kısmı İran’a gider. (Bugün dünyanın en büyük Türk nüfusunun yaşadığı başkent Tahran’dır…)
Böylece yüzyıllarca başımızı ağrıtacak Kürt sorunu ve bu politikalar sonucu gelişir ve büyür.
Osmanlı öyle bir açmaza düşmüştür ki, ne halifelikten vazgeçebilir, artık ne de imparatorluğun kan kaybetmesini durdurabilir... Çünkü imparatorluğu kuran asli unsur Türkmenler dışlanmış, mezhepçiliğe kurban edilmiştir…
Mollalar, başta matbaa olmak üzere bir sürü saçma sapan fetva verirler…
Ve sonuçta Osmanlı’ya Rönesans’ı ıskalatırlar, Rönesans’ı İngiltere kapar…
Matbaa Osmanlı’ya ilk kez 1480’de Yahudiler ile gelir, sonra 1527’de Ermeniler matbaaya kavuşur. 1563’te ise Rumların matbaası vardır.
Bu meşhur mollalarımız her seferinde yeni bir fetva ile bizimkilerin matbaaya kavuşmasını engellerler, ta ki Batı Rönesans’ı ve aydınlanmayı yakaladıktan, yani 240 yıl sonra, 1727’de İbrahim Müteferrika’nın çabaları ile matbaaya kavuşuruz; ama bilgiye sahip olmak için artık çok geçtir…
Şimdi açıkça şu soru sorulmalıdır:
1299’dan 1683 Viyana Bozgunu’na kadar savaştığı tüm savaşları kazanan bir Türk imparatorluğu (Osmanlı) varken; neden son 250 yılda girdiği tüm savaşları kaybedip, bir de Kurtuluş savaşı yapmak zorunda kalmıştır?
Osmanlı bu dönemde; yani yaklaşık son 250 sene, 1683 Viyana Bozgunu’ndan, nihayet 1922’de Ankara, Haymana Ovası’nda yapılan Sakarya Savaşını kazanana kadar tüm savaşları kaybetmiştir.
Acaba; Halifelik ve akabinde yürütülen Türk düşmanı, Arap tipi mezhepçi politikalara dönülmeseydi; koca bir imparatorluk batar mıydı?
Ve yine; Yunus Emre'lerin, Hacı Bektaş'ların, Seyit Gazi'lerin, Ahmet Yesevi'lerin İslam’ı, İslam değil miydi?
Osmanlıyı kuran Şeyh Edebali'lerin İslam’ı, Akşemseddin'lerin İslam’ı İslam değil miydi de, Ebussuud'lara teslim edip batırdık koca imparatorluğu…
Bugün de aynı sürecin devam etmesi tarihten hiç ders almadığımızı göstermektedir.
Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi der ki:
*“Din bir seçimdir, ama Türklük kaderdir!”*
İşte bu yüzden "Arap sevici, mezhepçi" değil, Cumhuriyetçiyiz, Türk'üz, Atatürkçüyüz...
Ne Mutlu Türküm diyene...!!!
Alıntı.
1 gün önce
MÜFTÜNÜN VEFAT ETMEDEN ÖNCE YAZDIĞI SON MEKTUP..!
Hatay ili Arsus ilçe Müftüsü Mehmet Çınar’ın kalp krizi geçirip vefat etmeden birkaç gün önce arkadaşlarıyla paylaştığı ölümle ilgili mesaj…
𝙀𝙔 ÖLÜM
Kapıyı en çok çalan ama hiç beklenmeyensin.
Davetliler arasında bulunmayansın.
En çok görünen fakat hiç hatırlanmayansın.
Hayallerim sensiz, planlarım sensiz, sensiz kalemim kağıdım, sensiz ekmeğim aşım...
Biliyorum habersiz geleceksin birgün
Her şeye rağmen, tüm unutulmuşluklara, tüm aldanmışlıklara rağmen geleceksin.
Yarım olan, tam olan neyim varsa alıp gideceksin.
Kimseye bildirmeden en sessiz halinle geleceksin; ama giderken nice fırtınalar bırakacaksın ardında...
Ansızın geleceksin bir gün,
En güzel azalarımı çürütmek için, en tatlı varlığımı eritmek için geleceksin.
Yanıma yalnızlığı vererek, bütün pişmanlıkları önüme sererek geleceksin..
Ve Ey ÖLÜM!
Nasıl gelirsen gel, ne zaman gelirsen gel!
Ömrümüzün en hayırlısı, ömrümüzün sonu olsun.
Amellerimizin en hayırlısı, son amelimiz olsun.
Günlerimizin en hayırlısı, Rabbül-alemin'e kavuştuğumuz gün olsun...
ÂMİN
Hatay ili Arsus ilçe Müftüsü Mehmet Çınar’ın kalp krizi geçirip vefat etmeden birkaç gün önce arkadaşlarıyla paylaştığı ölümle ilgili mesaj…
𝙀𝙔 ÖLÜM
Kapıyı en çok çalan ama hiç beklenmeyensin.
Davetliler arasında bulunmayansın.
En çok görünen fakat hiç hatırlanmayansın.
Hayallerim sensiz, planlarım sensiz, sensiz kalemim kağıdım, sensiz ekmeğim aşım...
Biliyorum habersiz geleceksin birgün
Her şeye rağmen, tüm unutulmuşluklara, tüm aldanmışlıklara rağmen geleceksin.
Yarım olan, tam olan neyim varsa alıp gideceksin.
Kimseye bildirmeden en sessiz halinle geleceksin; ama giderken nice fırtınalar bırakacaksın ardında...
Ansızın geleceksin bir gün,
En güzel azalarımı çürütmek için, en tatlı varlığımı eritmek için geleceksin.
Yanıma yalnızlığı vererek, bütün pişmanlıkları önüme sererek geleceksin..
Ve Ey ÖLÜM!
Nasıl gelirsen gel, ne zaman gelirsen gel!
Ömrümüzün en hayırlısı, ömrümüzün sonu olsun.
Amellerimizin en hayırlısı, son amelimiz olsun.
Günlerimizin en hayırlısı, Rabbül-alemin'e kavuştuğumuz gün olsun...
ÂMİN
1 gün önce
Erdoğan Sahipkıran Emir Timur için “işgalci” dedi.
Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 yıldızdan birinin Büyük Timur imparatorluğunu temsil ettiğini bilmiyor.
Sıfırdan Kendi Kurduğu "Büyük Timur İmparatorluğu" İle 3 Kıtayı Titretmiş 27 Sultana diz çöktürmüş 20 büyük seferin tamamını kazanmış Yaptığı yüzlerce savaşın hiçbirini kaybetmeyerek tarihe adını "Yenilmez Hakan" olarak yazdırmıştır.
Timur, Türk kimliğini gururla benimsemiş ve kendisine yakıştırılan "Moğol" ifadesinden nefret etmiştir. Timur'a atfedilen otobiyografide, Timur'un babasının Ebu'l-Atrak (Türklerin babası) soyundan geldiğini ifade ettiği yazılmıştır.
Tarih Hocası Fesli Kadir olunca bilmemesi mümkündür de, bu danışmanları ne işe yarıyor ?
Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 yıldızdan birinin Büyük Timur imparatorluğunu temsil ettiğini bilmiyor.
Sıfırdan Kendi Kurduğu "Büyük Timur İmparatorluğu" İle 3 Kıtayı Titretmiş 27 Sultana diz çöktürmüş 20 büyük seferin tamamını kazanmış Yaptığı yüzlerce savaşın hiçbirini kaybetmeyerek tarihe adını "Yenilmez Hakan" olarak yazdırmıştır.
Timur, Türk kimliğini gururla benimsemiş ve kendisine yakıştırılan "Moğol" ifadesinden nefret etmiştir. Timur'a atfedilen otobiyografide, Timur'un babasının Ebu'l-Atrak (Türklerin babası) soyundan geldiğini ifade ettiği yazılmıştır.
Tarih Hocası Fesli Kadir olunca bilmemesi mümkündür de, bu danışmanları ne işe yarıyor ?
1 gün önce
KARADUTUM, ÇATAL KARAM, ÇİNGENEM.
Adı, Mari Gerekmezyan’dı.
Türkiye’nin ilk kadın heykeltraşlarından biriydi.
Ermeni asıllıydı.
Güzel Sanatlar Akademisi’nde misafir öğrenciydi.
Çok başarıydı.
Okulda bir asistana aşık oldu..
Asistan ünlü bir ressam ve şairdi.
Üstelik de evliydi.
Delice sevdiler birbirlerini.
Dillere düştüler.
Sevdiği adamın büstünü yaptı..
Ünlü ressam da onun portrelerini çizdi.
Günlerce aylarca büyük bir aşk yaşadılar.
Birbirlerine seranat yaptılar.
Mari’nin kaşı kara, gözü kara, bahtı da karaydı.
Ailesi ve Ermeni toplumu onu terketti.
İtinayla yalnızlaştırıldı.
Dönemin basını, Ermeni olduğu için Ankara’daki Resim Heykel sergilerinde üst üste aldığı ödüllerde adını bile geçirmedi.
Buna ragmen sevgilisini hiç terketmedi.
Ta ki hastalanana kadar..
1947 yılında tüberküloza yakalandı.
İstanbul Alman Hastanesi’ne yatırıldı.
Durumu ağırdı.
Antibiotik gerekiyordu.
Ama dünya savaşı yeni bitmişti.
Ülkede ilaç yoktu.
Ünlü ressam sevgilisini kurtarmak için tablolarını sattı.
İlaç için her yolu denedi.
Şiirler karaladı.
Ama olmadı.
Mari Gerekmezyan 1947 yılının 12 Ekiminde 37 yaşında hayata gözlerini yumdu.
***
Aradan 2 yıl geçmişti..
1949 yılının bir ilkbahar günüydü.
İstanbul Büyük Kulüp’te bir toplantı vardı.
Her ilde Büyük Kulüpler cumhuriyet burjuvasının eğlence mekanlarıydı.
Sıradan insanlar oraya giremezdi.
İşçi ve köylüler içeriye sokulmazdı.
Başı örtülüler de.
O gece Büyük Kulüp’tekiler özel konuk olan Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan bir şiir okumasını istediler.
Bedri Rahmi ayağa kalktı.
Şiiri okumaya başladı.
Ama gözyaşlarını tutamadı.
Bir yandan mısraları söylüyor, bir yandan sular seller ağlıyordu.
Gözyaşlarına mendil yetmiyordu.
Bedri Rahmi’nin hemen yanında eşi Eren Eyüboğlu oturuyordu.
Ama hiç tepki vermiyordu..
O da herkes gibi bu şiiri ona yazmadığını biliyordu.
Bedri Rahmi’nin “Karadutum, çatal karam, çingenem” diye seslendiği kadın, 2 yıl önce ölen Mari Gerekmezyan’dı.
Mari öldükten sonra Bedri Rahmi’ye dünya haram olmuştu.
Öyle ki.
Yıkılmışlığını dizelere dökmüştü.
“Türküler bitti,
Halaylar durdu,
Horonlar durdu.
Hüzün geldi başköşeye kuruldu,
Yoruldu yüreğim, yoruldu.”
Yorgun yürek “Karadut” 1946´da menenjit tüberküloz kaptı. İyileşebilmesi için antibiyotik lazımdı. Savaş yeni bitmişti ve ilaç ateş pahasıydı. Bedri Rahmi, genç sevgilisine ilaç alabilmek için tablolarını elden çıkarmaya başladı. Ancak bu çabalar da sonuç vermedi ve o yıl İstanbul Alman Hastanesi’nden Mari Gerekmezyan´in ölüm haberi geldi.
Bedri Rahmi yıkılmıştı. Sevgilisini sonsuzluğa uğurladıktan sonra keder içinde eve döndüğünde kendisini teselli eden, yine eşi Eren olacaktı. O dönem içkiye başladı ünlü şair. Ürettiği ve dönemin ünlü olan eseri ise;
” Türküler bitti, halaylar durdu,
Horonlar durdu (…)
Hüzün geldi başköşeye kuruldu
Yoruldu yüreğim yoruldu. ”
Eren Eyüboğlu, eşinin bu zor dönemi atlatmasına yardımcı oldu. Onu yeniden sanatıyla buluşturmak için çabaladı. Başardığını sanıyordu. Ta ki büyük Kulüp’teki o geceye kadar.
“Karadut”u okurken, Bedri Rahmi’nin yanaklarından süzülen gözyaşları, sevda yarasının hâlâ kapanmadığının kanıtıydı. Bunun üzerine Eren, bir süre Paris’te yaşamaya karar verdi. Oradan eşine yazdığı bir mektupta “o geceyi” hatırlattı;
4 Ocak 1950 Paris
Canuşkam;
Kulüpte bir gece, bir şiir okumuştun hani! Hatırladın mı? Gözlerinden birden yaşlar döküldüğünü görünce içimin karardığını hissetmiştim. Sesin nasıl titremişti. Hey! Bütün bunları hatırlıyor musun? Sanki böğrüme kızgın bir ütü yapışmış gibi olmuştum.
O gece…
Senin seneler sonra bile olsa yanıp tutuştuğunu anlamıştım. Bedri’nin ruhuna, insanüstü bir gücün acıyıp ona güç vermesi için dua etmiştim. Ruhun çektiği acıları Allah dindirsin. Allah sana resim yapma sevinci versin ve bizim yanımızda yaşamaktan mutluluk duyabilmeni sağlasın.
Eren
Bu dualar işe yaradı. Bedri Rahmi 11 yaşındaki oğluyla eşine geri döndü.
(Bedri Rahmi ölene kadar "Canım Cebişim" dediği sevgilisi Mari'yi hiç unutmadı)
1974´deki ölümüne kadar geçen çeyrek asrı, aynı evde çalışıp üreterek, diz dize birlikte tükettiler. Öldüğü gün, eşi Eren cenazeden dönüşte artik 35 yaşına gelmiş oğlunu karşısına oturttu.
“Babanı uğurladık” dedi, “Ama şunu bilmeni istiyorum ki, ona çok kırıldım. Yaşadığı ilişkiyi unutmadım. Hiçbir kadın aşağılanmayı kabul etmez. Buna katlandımsa, bil ki sadece senin hayatın kararmasın diyedir.”
Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın, ağulum
Günahımsın, vebâlimsin.
Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum,
Gökte ararken yerde bulduğum,
Karadutum, çatal karam, çingenem,
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın..
Sigara paketlerine resmini çizdiğim,
Körpe fidanlara adını yazdığım,
Karam, karam,
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sıla kokar, arzu tüter
Ilgıt ılgıt, buram buram.
Ben beyzade, kişizade,
Her türlü dertten topyekun azade
Hani şu ekmeği elden suyu gölden.
Durup dururken yorulan,
Kibrit çöpü gibi kırılan,
Yalnız sanat çıkmazlarında başını kaşıyan,
Artık otlar, göstermelik atlar gibi bedava yaşayan,
Sen benim mihnet içinde yanmış kavrulmuşum.
Netmiş, neylemiş, nolmuşum,
Cömert ırmaklar gibi gürül gürül,
Bahtın karışmış bahtıma çok şükür.
Yunmuş, yıkanmış adam olmuşum.
Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sensiz bana canım dünya haram olsun!
#Hayatvefarkındalık
Adı, Mari Gerekmezyan’dı.
Türkiye’nin ilk kadın heykeltraşlarından biriydi.
Ermeni asıllıydı.
Güzel Sanatlar Akademisi’nde misafir öğrenciydi.
Çok başarıydı.
Okulda bir asistana aşık oldu..
Asistan ünlü bir ressam ve şairdi.
Üstelik de evliydi.
Delice sevdiler birbirlerini.
Dillere düştüler.
Sevdiği adamın büstünü yaptı..
Ünlü ressam da onun portrelerini çizdi.
Günlerce aylarca büyük bir aşk yaşadılar.
Birbirlerine seranat yaptılar.
Mari’nin kaşı kara, gözü kara, bahtı da karaydı.
Ailesi ve Ermeni toplumu onu terketti.
İtinayla yalnızlaştırıldı.
Dönemin basını, Ermeni olduğu için Ankara’daki Resim Heykel sergilerinde üst üste aldığı ödüllerde adını bile geçirmedi.
Buna ragmen sevgilisini hiç terketmedi.
Ta ki hastalanana kadar..
1947 yılında tüberküloza yakalandı.
İstanbul Alman Hastanesi’ne yatırıldı.
Durumu ağırdı.
Antibiotik gerekiyordu.
Ama dünya savaşı yeni bitmişti.
Ülkede ilaç yoktu.
Ünlü ressam sevgilisini kurtarmak için tablolarını sattı.
İlaç için her yolu denedi.
Şiirler karaladı.
Ama olmadı.
Mari Gerekmezyan 1947 yılının 12 Ekiminde 37 yaşında hayata gözlerini yumdu.
***
Aradan 2 yıl geçmişti..
1949 yılının bir ilkbahar günüydü.
İstanbul Büyük Kulüp’te bir toplantı vardı.
Her ilde Büyük Kulüpler cumhuriyet burjuvasının eğlence mekanlarıydı.
Sıradan insanlar oraya giremezdi.
İşçi ve köylüler içeriye sokulmazdı.
Başı örtülüler de.
O gece Büyük Kulüp’tekiler özel konuk olan Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan bir şiir okumasını istediler.
Bedri Rahmi ayağa kalktı.
Şiiri okumaya başladı.
Ama gözyaşlarını tutamadı.
Bir yandan mısraları söylüyor, bir yandan sular seller ağlıyordu.
Gözyaşlarına mendil yetmiyordu.
Bedri Rahmi’nin hemen yanında eşi Eren Eyüboğlu oturuyordu.
Ama hiç tepki vermiyordu..
O da herkes gibi bu şiiri ona yazmadığını biliyordu.
Bedri Rahmi’nin “Karadutum, çatal karam, çingenem” diye seslendiği kadın, 2 yıl önce ölen Mari Gerekmezyan’dı.
Mari öldükten sonra Bedri Rahmi’ye dünya haram olmuştu.
Öyle ki.
Yıkılmışlığını dizelere dökmüştü.
“Türküler bitti,
Halaylar durdu,
Horonlar durdu.
Hüzün geldi başköşeye kuruldu,
Yoruldu yüreğim, yoruldu.”
Yorgun yürek “Karadut” 1946´da menenjit tüberküloz kaptı. İyileşebilmesi için antibiyotik lazımdı. Savaş yeni bitmişti ve ilaç ateş pahasıydı. Bedri Rahmi, genç sevgilisine ilaç alabilmek için tablolarını elden çıkarmaya başladı. Ancak bu çabalar da sonuç vermedi ve o yıl İstanbul Alman Hastanesi’nden Mari Gerekmezyan´in ölüm haberi geldi.
Bedri Rahmi yıkılmıştı. Sevgilisini sonsuzluğa uğurladıktan sonra keder içinde eve döndüğünde kendisini teselli eden, yine eşi Eren olacaktı. O dönem içkiye başladı ünlü şair. Ürettiği ve dönemin ünlü olan eseri ise;
” Türküler bitti, halaylar durdu,
Horonlar durdu (…)
Hüzün geldi başköşeye kuruldu
Yoruldu yüreğim yoruldu. ”
Eren Eyüboğlu, eşinin bu zor dönemi atlatmasına yardımcı oldu. Onu yeniden sanatıyla buluşturmak için çabaladı. Başardığını sanıyordu. Ta ki büyük Kulüp’teki o geceye kadar.
“Karadut”u okurken, Bedri Rahmi’nin yanaklarından süzülen gözyaşları, sevda yarasının hâlâ kapanmadığının kanıtıydı. Bunun üzerine Eren, bir süre Paris’te yaşamaya karar verdi. Oradan eşine yazdığı bir mektupta “o geceyi” hatırlattı;
4 Ocak 1950 Paris
Canuşkam;
Kulüpte bir gece, bir şiir okumuştun hani! Hatırladın mı? Gözlerinden birden yaşlar döküldüğünü görünce içimin karardığını hissetmiştim. Sesin nasıl titremişti. Hey! Bütün bunları hatırlıyor musun? Sanki böğrüme kızgın bir ütü yapışmış gibi olmuştum.
O gece…
Senin seneler sonra bile olsa yanıp tutuştuğunu anlamıştım. Bedri’nin ruhuna, insanüstü bir gücün acıyıp ona güç vermesi için dua etmiştim. Ruhun çektiği acıları Allah dindirsin. Allah sana resim yapma sevinci versin ve bizim yanımızda yaşamaktan mutluluk duyabilmeni sağlasın.
Eren
Bu dualar işe yaradı. Bedri Rahmi 11 yaşındaki oğluyla eşine geri döndü.
(Bedri Rahmi ölene kadar "Canım Cebişim" dediği sevgilisi Mari'yi hiç unutmadı)
1974´deki ölümüne kadar geçen çeyrek asrı, aynı evde çalışıp üreterek, diz dize birlikte tükettiler. Öldüğü gün, eşi Eren cenazeden dönüşte artik 35 yaşına gelmiş oğlunu karşısına oturttu.
“Babanı uğurladık” dedi, “Ama şunu bilmeni istiyorum ki, ona çok kırıldım. Yaşadığı ilişkiyi unutmadım. Hiçbir kadın aşağılanmayı kabul etmez. Buna katlandımsa, bil ki sadece senin hayatın kararmasın diyedir.”
Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın, ağulum
Günahımsın, vebâlimsin.
Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum,
Gökte ararken yerde bulduğum,
Karadutum, çatal karam, çingenem,
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın..
Sigara paketlerine resmini çizdiğim,
Körpe fidanlara adını yazdığım,
Karam, karam,
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sıla kokar, arzu tüter
Ilgıt ılgıt, buram buram.
Ben beyzade, kişizade,
Her türlü dertten topyekun azade
Hani şu ekmeği elden suyu gölden.
Durup dururken yorulan,
Kibrit çöpü gibi kırılan,
Yalnız sanat çıkmazlarında başını kaşıyan,
Artık otlar, göstermelik atlar gibi bedava yaşayan,
Sen benim mihnet içinde yanmış kavrulmuşum.
Netmiş, neylemiş, nolmuşum,
Cömert ırmaklar gibi gürül gürül,
Bahtın karışmış bahtıma çok şükür.
Yunmuş, yıkanmış adam olmuşum.
Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sensiz bana canım dünya haram olsun!
#Hayatvefarkındalık
1 gün önce
ÇUVALCI MÜTTEFİK’İMİZ !...
ORDUSUNUN KURULUŞU MÖ.209 OLUP BUGÜN 2229
YAŞINDA ,KENDİSİ RESMİ OLARAK 1071’DEN BU YANA
ANADOLU TOPRAKLARINDA BULUNAN TÜRK MİLLET’İ
ORDUSUNDAN 447 YIL,
KENDİSİNİN ANADOLU’YA GELİŞİNDEN 105 YIL SONRA.
BULUNDUĞU KITADAN ADINI ALAN TOPLAMA,BUGÜN
İSRAİL TETİKÇİSİ BİR DEVLET AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETİ.
BÜYÜK TÜRK MİLLETİNİN ÇUVALLI MÜTTEFİKİ !..
TÜRK MİLLETİNİN BAŞINA ÇUVALI İLK DEFA
04 TEMMUZ 2003 TARİHİNDE GEÇİRMEDİ.
1912 YILINDA AMERİKAN BAŞKANI WOODROW WİLSON
100 YIL ÖNCE BUGÜNÜ HEDEFLEYEREK,
BAKIN NE DİYOR :
“AMERİKAN KAPİTALİZMİNİN TEMEL HEDEFİ,ZAYIF ÜLKELERİN
HAMMADDELERİNİ VE ULUSAL PAZARLARINI AÇIK BİRER
KAPI OLARAK TUTMAKTIR.BUNUN İÇİN DİPLOMASİ VE
GEREKİRSE ZOR KULLANILMALIDIR.”WİLSON 100 YIL ÖNCEKİ
PLANI NEYDİ ? PLANI ŞUYDU,
PETROL COĞRAFYASINDA BİR KÜRT VE ERMENİ DEVLETİ KURMAK.
AMA O ZAMAN KARŞISINA,
MUSTAFA KEMAL GİBİ DAHİ BİR TÜRK ÇIKTI.YEDİ DÜVELİ
BOZGUNA UĞRATARAK BİR TÜRK MUCİZESİ GERÇEKLEŞTİRDİ.
ÇUVALLI MÜTTEKİMİZ O ZAMAN DA BOŞ DURMADI.
İNGİLİZLERİN YARDIMIYLA,
LOZAN’DA MUSUL GÖRÜŞÜLÜRKEN,ŞEYH SAİT İSYANI ÇIKARDILAR.
FRANSIZLA HATAY İÇİN UĞRAŞIRKEN, DERSİM İSYANI ÇIKARDILAR.
AMA ATATÜRK’ÜN SAĞLIĞINDA İSTEDİKLERİNİ TAM YAPAMADILAR.
1938 DE ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜYLE BİRLİKTE MÜTTEFİKİMİZ
KARŞI DEVRİMCİLERE BİR SÖMÜRGE ANLAŞMASI OLAN TRUMAN
ANLAŞMASINI 1947’DE İMZALLATTILAR.ARTIK TÜRKİYE AMERİKA-
NIN KUCAĞINDA BAŞINDA DA ÇUVAL VARDI.SONRA CANIM AMERİKA (!)
İÇİN MEHMETÇİĞİN KORE’DE DÖKTÜĞÜ KANIN KARŞILINDA
NATO’YA GİRDİK,BUNDAN ÖNCE EĞİTİM ANLAŞMASI,1966 ‘DA
NATO HABER ALMA TESİSLERİNE KAPIYI AÇARAK TÜM İSTİHBARA-
TIMIZI DA ABD’YE DEVRETTİK.
ARKASINDAN 1971 DARBESİ İLE BİR AYAR YEDİK.ARKASINDAN
KIBRISTA SOYDAŞLARIMIZI KATLİAMDAN KURTARMAK GİBİ
1974 KIBRIS HARİKATI YAPARAK,BİR SUÇ İŞLEDİK.(!)
ÇUVALLI MÜTTEKİMİZ BİZİ YILLARCA AMBARGO UYGULAYARAK,
AYRICA BAŞAMIZA ASALA BELASINI SARARAK
CEZALANDIRDI.AMA BİZ MÜTTEFİKİMİZDEN VAZ GEÇMEDİK!..
1980’DE SOVYETLERLE SANAYİ İŞBİRLİĞİ VE SANAYİ ATILIMLARI
HIZLANINCA.TERÖR TIRMADIRILDI.SONRA BİZİM ÇOCUKLAR
BAŞARDI DEDİKLERİ,ONLARIN APOLETLİ ÇOCUKLARI DARBE
YAPTI.BU ARADA GAP. PROJESİ DEVAM EDERKEN.BU PROJE BİTİN
CE BÖLGEYE GETİRİSİNİ BİLEN MÜTTEFİKİMİZ.
BAŞIMIZA 1984’DE PKK.BELASINI SARDI.YANİ PKK.ÇUVALINI GEÇİRDİ.
AYNI ZAMANDA BUNUNLA BİRLİKTE 100 YILLIK KÜRT DEVLETİ
HAYALİNİ DE PAKETLEYİP,TÜRKİYENİN ÖNÜNE KOYDU.
SEVR’İ HORTLATTI.ABD’DE EĞİTİM ANLAŞMASI GEREĞİ YETİŞTİRİP
ÜLKENİN BAŞINA KOYDUĞU ADAMLARININ DA YARDIMIYLA KÜRT
DEVLETİ İÇİN ADIMLAR ATTILAR.1991’DE BÖLGEYE GELEN ABD.ÇEKİÇ
GÜÇ MARİFETİYLE EL BEBEK GÜL BEBEK PKK’YI,PALAZLANDIRDI.
BİNLERCE VATAN EVLADI TOPRAĞA VERİLDİ.
1999 YILINDA DA APO TÜRKİYE’YE VERİLEREK BAŞKA SAFHAYA
GEÇİLDİ. 2002’DE OYUNUN SON PERDESİ AÇILDI.
ÇUVALCI MÜTTEFİKİMİZ SEVR HÜKÜMLERİ KARŞILIĞINDA
AKP.YE İKTİDAR KOLTUĞUNU VERDİ.2004 YILINDA GEREKLİ
UYUM YASALARIDA TAMAMLANARAK YASALLAŞTIRILDI.
PKK.GÜÇLENDİRİLDİKÇE,ŞIMARTILIP,PAZARLIK YAPILDIKÇA,
TÜRK ORDUSUNUN ELİ KOLU BAĞLANDI.TABİRİ CAİZSE
ORDUNUN ÜZERİNDEN ORDUNUN TANKLARINI GEÇİRDİLER.
ŞİMDİ GELDİĞİMİZ NOKTADA ÇUVALI MÜTTEFİKİMİZ 1947
YILINDAN BU YANA ÇEŞİTLİ DÖNEMLERDE KULLANDIĞI ÇUVALI
EN SON 2003 DE 11 ASKERİMİZİN BAŞINA GEÇİRDİLER.BAKTILAR
SES YOK.SONRADA
TÜM ORDUNUN VE TÜRK MİLLETİNİN BAŞINA GEÇİRDİLER.
TÜRK MİLLETİ HALA AKIL TUTULMASINI ÜZERİNDEN ATAMADI,
BAŞIMIZA ÇUVAL GEÇİRENLER İLE ,ÇUVAL GEÇİRENLERE YARDIM EDENLERİ HALA BAŞIMIZIN ÜZERİNDE TAŞIYORUZ ..
NE BAŞIMIZDAKİLERİ ,NE DE O ÇUVALI ÇIKARIP ATMAYI HALA DÜŞÜNEMİYORUZ !..
Ahmet TEZCAN 04.07.2020
ORDUSUNUN KURULUŞU MÖ.209 OLUP BUGÜN 2229
YAŞINDA ,KENDİSİ RESMİ OLARAK 1071’DEN BU YANA
ANADOLU TOPRAKLARINDA BULUNAN TÜRK MİLLET’İ
ORDUSUNDAN 447 YIL,
KENDİSİNİN ANADOLU’YA GELİŞİNDEN 105 YIL SONRA.
BULUNDUĞU KITADAN ADINI ALAN TOPLAMA,BUGÜN
İSRAİL TETİKÇİSİ BİR DEVLET AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETİ.
BÜYÜK TÜRK MİLLETİNİN ÇUVALLI MÜTTEFİKİ !..
TÜRK MİLLETİNİN BAŞINA ÇUVALI İLK DEFA
04 TEMMUZ 2003 TARİHİNDE GEÇİRMEDİ.
1912 YILINDA AMERİKAN BAŞKANI WOODROW WİLSON
100 YIL ÖNCE BUGÜNÜ HEDEFLEYEREK,
BAKIN NE DİYOR :
“AMERİKAN KAPİTALİZMİNİN TEMEL HEDEFİ,ZAYIF ÜLKELERİN
HAMMADDELERİNİ VE ULUSAL PAZARLARINI AÇIK BİRER
KAPI OLARAK TUTMAKTIR.BUNUN İÇİN DİPLOMASİ VE
GEREKİRSE ZOR KULLANILMALIDIR.”WİLSON 100 YIL ÖNCEKİ
PLANI NEYDİ ? PLANI ŞUYDU,
PETROL COĞRAFYASINDA BİR KÜRT VE ERMENİ DEVLETİ KURMAK.
AMA O ZAMAN KARŞISINA,
MUSTAFA KEMAL GİBİ DAHİ BİR TÜRK ÇIKTI.YEDİ DÜVELİ
BOZGUNA UĞRATARAK BİR TÜRK MUCİZESİ GERÇEKLEŞTİRDİ.
ÇUVALLI MÜTTEKİMİZ O ZAMAN DA BOŞ DURMADI.
İNGİLİZLERİN YARDIMIYLA,
LOZAN’DA MUSUL GÖRÜŞÜLÜRKEN,ŞEYH SAİT İSYANI ÇIKARDILAR.
FRANSIZLA HATAY İÇİN UĞRAŞIRKEN, DERSİM İSYANI ÇIKARDILAR.
AMA ATATÜRK’ÜN SAĞLIĞINDA İSTEDİKLERİNİ TAM YAPAMADILAR.
1938 DE ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜYLE BİRLİKTE MÜTTEFİKİMİZ
KARŞI DEVRİMCİLERE BİR SÖMÜRGE ANLAŞMASI OLAN TRUMAN
ANLAŞMASINI 1947’DE İMZALLATTILAR.ARTIK TÜRKİYE AMERİKA-
NIN KUCAĞINDA BAŞINDA DA ÇUVAL VARDI.SONRA CANIM AMERİKA (!)
İÇİN MEHMETÇİĞİN KORE’DE DÖKTÜĞÜ KANIN KARŞILINDA
NATO’YA GİRDİK,BUNDAN ÖNCE EĞİTİM ANLAŞMASI,1966 ‘DA
NATO HABER ALMA TESİSLERİNE KAPIYI AÇARAK TÜM İSTİHBARA-
TIMIZI DA ABD’YE DEVRETTİK.
ARKASINDAN 1971 DARBESİ İLE BİR AYAR YEDİK.ARKASINDAN
KIBRISTA SOYDAŞLARIMIZI KATLİAMDAN KURTARMAK GİBİ
1974 KIBRIS HARİKATI YAPARAK,BİR SUÇ İŞLEDİK.(!)
ÇUVALLI MÜTTEKİMİZ BİZİ YILLARCA AMBARGO UYGULAYARAK,
AYRICA BAŞAMIZA ASALA BELASINI SARARAK
CEZALANDIRDI.AMA BİZ MÜTTEFİKİMİZDEN VAZ GEÇMEDİK!..
1980’DE SOVYETLERLE SANAYİ İŞBİRLİĞİ VE SANAYİ ATILIMLARI
HIZLANINCA.TERÖR TIRMADIRILDI.SONRA BİZİM ÇOCUKLAR
BAŞARDI DEDİKLERİ,ONLARIN APOLETLİ ÇOCUKLARI DARBE
YAPTI.BU ARADA GAP. PROJESİ DEVAM EDERKEN.BU PROJE BİTİN
CE BÖLGEYE GETİRİSİNİ BİLEN MÜTTEFİKİMİZ.
BAŞIMIZA 1984’DE PKK.BELASINI SARDI.YANİ PKK.ÇUVALINI GEÇİRDİ.
AYNI ZAMANDA BUNUNLA BİRLİKTE 100 YILLIK KÜRT DEVLETİ
HAYALİNİ DE PAKETLEYİP,TÜRKİYENİN ÖNÜNE KOYDU.
SEVR’İ HORTLATTI.ABD’DE EĞİTİM ANLAŞMASI GEREĞİ YETİŞTİRİP
ÜLKENİN BAŞINA KOYDUĞU ADAMLARININ DA YARDIMIYLA KÜRT
DEVLETİ İÇİN ADIMLAR ATTILAR.1991’DE BÖLGEYE GELEN ABD.ÇEKİÇ
GÜÇ MARİFETİYLE EL BEBEK GÜL BEBEK PKK’YI,PALAZLANDIRDI.
BİNLERCE VATAN EVLADI TOPRAĞA VERİLDİ.
1999 YILINDA DA APO TÜRKİYE’YE VERİLEREK BAŞKA SAFHAYA
GEÇİLDİ. 2002’DE OYUNUN SON PERDESİ AÇILDI.
ÇUVALCI MÜTTEFİKİMİZ SEVR HÜKÜMLERİ KARŞILIĞINDA
AKP.YE İKTİDAR KOLTUĞUNU VERDİ.2004 YILINDA GEREKLİ
UYUM YASALARIDA TAMAMLANARAK YASALLAŞTIRILDI.
PKK.GÜÇLENDİRİLDİKÇE,ŞIMARTILIP,PAZARLIK YAPILDIKÇA,
TÜRK ORDUSUNUN ELİ KOLU BAĞLANDI.TABİRİ CAİZSE
ORDUNUN ÜZERİNDEN ORDUNUN TANKLARINI GEÇİRDİLER.
ŞİMDİ GELDİĞİMİZ NOKTADA ÇUVALI MÜTTEFİKİMİZ 1947
YILINDAN BU YANA ÇEŞİTLİ DÖNEMLERDE KULLANDIĞI ÇUVALI
EN SON 2003 DE 11 ASKERİMİZİN BAŞINA GEÇİRDİLER.BAKTILAR
SES YOK.SONRADA
TÜM ORDUNUN VE TÜRK MİLLETİNİN BAŞINA GEÇİRDİLER.
TÜRK MİLLETİ HALA AKIL TUTULMASINI ÜZERİNDEN ATAMADI,
BAŞIMIZA ÇUVAL GEÇİRENLER İLE ,ÇUVAL GEÇİRENLERE YARDIM EDENLERİ HALA BAŞIMIZIN ÜZERİNDE TAŞIYORUZ ..
NE BAŞIMIZDAKİLERİ ,NE DE O ÇUVALI ÇIKARIP ATMAYI HALA DÜŞÜNEMİYORUZ !..
Ahmet TEZCAN 04.07.2020
1 gün önce
HÜZÜNLÜ BİR AŞK HİKAYESİ;
GAM' ZEDEYİM DEVA BULMAM...
Tüm şarkıların bir hikayesi vardır...
"Gamzede'yim Deva Bulmam" şarkısı da bu tür şarkılardan biridir...
Hemen belirtelim, Gam-zede, üzüntü sebebiyle kötü duruma düşmüş anlamındadır.
Hikayenin kahramanı Kemani Tatyos Efendi'nin kendi cemaatinden çocukluk aşkı bir sevgilisi varmış. Aile o tarihlerde Erivan'a göç ettiğinden evlenememişler.
Aradan uzun seneler geçmiş, Tatyos efendi evlenmiş çocukları olmuş ancak kadın hâlâ evlenmemiş ve bir gün İstanbul'a dönmüş.
Bunu öğrenen Tatyos Efendi, sözlerini yazarak bir eser bestelemiş...
Kısa zaman sonra Beyoğlu'nda bir meyhanede gece nihayete ererken birkaç müşteri ve sandalyeleri toplayıp yerleri süpüren birkaç gocuk'tan başka kimse kalmamışken birlikte oturdukları Vasili ve Ahmet Rasim Bey de tam gitmeye hazırlanırken Tatyos Efendi kemana uzanmış, sanki saatlerdir içen ve çalan o değilmiş gibi kemanı omuzuna yerleştirip, hafifçe başını kemanı omuzuna yaslayarak, dudaklarında acı bir tebessümle o ana kadar duyulmamış o şarkıyı ilk defa söylemiş...
Gamzede 'yim deva bulmam,
Garibim bir yuva kurmam,
Kaderimdir hep geceyen,
İnlerim hiç rahat bulmam.
Elem beni terketmiyor,
Hiç de fasıla vermiyor,
Nihayetsiz bu takibe,
Doğrusu ta'kat yetmiyor.
Ehl-i dilin yoktur kıymeti,
Uğraşma gel Tatyos gayri,
Eserin gök kılıcın yok,
Git talihine küs bari...
Tatyos kemanı omuzundan indirdiğinde hiç kimsenin tek bir kelime edecek hali yoktur...
Vasili hıçkıra hıçkıra ağlıyor, meyhanede kalanlar da göz yaşlarını birbirlerine sezdirmeden silmeye çalışıyorlar...
Birkaç hafta içinde İstanbul'da bu şarkıyı ezberlemeyen ne hânende ne sâzende kalıyor...
Şarkıyı besteledikten bir ay sonra Tatyos Efendi vefat ediyor, naaşı kilisede iken otuz yıl önceki çocukluk aşkı olan kadın Ahmet Rasim'in yanına, üzerinde "Tatyos ile birlikte defnedilecektir.." yazılı bir zarf bırakıyor...
Yarım saat sonra Tatyos'un naaşı ile birlikte toprağa verilecek zarfın içinde şu dizeler yazılıdır;
Gamzede'sin devân benim,
Garip kuşun yuvası benim,
Çektiğimiz yetti gayri,
Kaderimsin inan benim.
Ta kat yetmez eleme,
Bülbül imrenir çileme.
Bizim bu kara sevdamız,
Kalsın öteki aleme.
Elbet kadrini bilirim,
İşte, canımı veririm.
Küsme talihine Tatyos,
Çok durmam ben de gelirim...
Alıntıdır ......
GAM' ZEDEYİM DEVA BULMAM...
Tüm şarkıların bir hikayesi vardır...
"Gamzede'yim Deva Bulmam" şarkısı da bu tür şarkılardan biridir...
Hemen belirtelim, Gam-zede, üzüntü sebebiyle kötü duruma düşmüş anlamındadır.
Hikayenin kahramanı Kemani Tatyos Efendi'nin kendi cemaatinden çocukluk aşkı bir sevgilisi varmış. Aile o tarihlerde Erivan'a göç ettiğinden evlenememişler.
Aradan uzun seneler geçmiş, Tatyos efendi evlenmiş çocukları olmuş ancak kadın hâlâ evlenmemiş ve bir gün İstanbul'a dönmüş.
Bunu öğrenen Tatyos Efendi, sözlerini yazarak bir eser bestelemiş...
Kısa zaman sonra Beyoğlu'nda bir meyhanede gece nihayete ererken birkaç müşteri ve sandalyeleri toplayıp yerleri süpüren birkaç gocuk'tan başka kimse kalmamışken birlikte oturdukları Vasili ve Ahmet Rasim Bey de tam gitmeye hazırlanırken Tatyos Efendi kemana uzanmış, sanki saatlerdir içen ve çalan o değilmiş gibi kemanı omuzuna yerleştirip, hafifçe başını kemanı omuzuna yaslayarak, dudaklarında acı bir tebessümle o ana kadar duyulmamış o şarkıyı ilk defa söylemiş...
Gamzede 'yim deva bulmam,
Garibim bir yuva kurmam,
Kaderimdir hep geceyen,
İnlerim hiç rahat bulmam.
Elem beni terketmiyor,
Hiç de fasıla vermiyor,
Nihayetsiz bu takibe,
Doğrusu ta'kat yetmiyor.
Ehl-i dilin yoktur kıymeti,
Uğraşma gel Tatyos gayri,
Eserin gök kılıcın yok,
Git talihine küs bari...
Tatyos kemanı omuzundan indirdiğinde hiç kimsenin tek bir kelime edecek hali yoktur...
Vasili hıçkıra hıçkıra ağlıyor, meyhanede kalanlar da göz yaşlarını birbirlerine sezdirmeden silmeye çalışıyorlar...
Birkaç hafta içinde İstanbul'da bu şarkıyı ezberlemeyen ne hânende ne sâzende kalıyor...
Şarkıyı besteledikten bir ay sonra Tatyos Efendi vefat ediyor, naaşı kilisede iken otuz yıl önceki çocukluk aşkı olan kadın Ahmet Rasim'in yanına, üzerinde "Tatyos ile birlikte defnedilecektir.." yazılı bir zarf bırakıyor...
Yarım saat sonra Tatyos'un naaşı ile birlikte toprağa verilecek zarfın içinde şu dizeler yazılıdır;
Gamzede'sin devân benim,
Garip kuşun yuvası benim,
Çektiğimiz yetti gayri,
Kaderimsin inan benim.
Ta kat yetmez eleme,
Bülbül imrenir çileme.
Bizim bu kara sevdamız,
Kalsın öteki aleme.
Elbet kadrini bilirim,
İşte, canımı veririm.
Küsme talihine Tatyos,
Çok durmam ben de gelirim...
Alıntıdır ......
1 gün önce
HEM İSLAMI SATTINIZ, HEM TÜRKLÜĞÜ SATTINIZ. TÜRK İSLAM UYANIYOR GEÇMİŞ OLSUN. SONUÇ İKTİDAR DEĞİŞİKLİĞİ OLACAK.