Logo
Nisan
10 saat önce
32 saat keyifle dinlediğim şarkıyı aniden "sen de sus be" diye sinirlenip kapatırım.
#koç burcu
Bozkurt mahir
23 saat önce
BAHÇELİ, SARAYA GİTMEDEN ÖNCE UYARDI…
Sizler, televizyonlarınızın, cep telefonlarınızın başına geçip terör örgütü PKK’nın sözde silah bırakma törenine kilitlenirken, ben de klavyemi tıkırdatmaya başladım. Tiyatronun bugünkü perdesini az çok tahmin edebildiğim için şer odaklarının görüntülerini izlemeyi “azz sonra”ya erteledim!..
AKP genel başkanı Tayyip Erdoğan’ın yarın yapacağı ilan edilen “tarihi açıklama” için Ankara’da her koridorda kulis toto oynanıyor. Çok az bir zaman kaldı, bekleyip göreceğiz. Anlaşılan o ki; MHP genel başkanı Devlet Bahçeli’nin sözcülüğünü yaptığı güçler, işi şansa bırakmak istemedi. Bahçeli, dün, saraya gitti ve Tayyip Erdoğan ile başbaşa görüştü. Zirve sonrasında da ortalığa, içerikle ilgili bildik, beylik haberler yayıldı. Hiçbirine inanmadım!.. Çünkü, o işlerin nasıl ayar edildiğini çok çok iyi bilirim.
Tayyip Erdoğan, kendisine verilen talimatları uygulamaya devam edecek mi? Onu da yarını bekleyerek göreceğiz. Ancak, beklenti çıtası yükseltilen “tarihi açıklama” öncesi Devlet Bahçeli’nin apar topar neden saraya gönderildiğini anlamak için işaret fişeklerini görmek lazım. Devlet Bahçeli’nin fenerci başı bir zamanların hızlı FETÖ’cüsü Mümtaz’er Türköne, “Kim kazanacak, kim kaybedecek?” başlıklı bir yazı kaleme aldı. İster tehdit ister uyarı deyin, yazı Erdoğan’a gönderilen önemli mesajlar içeriyordu.
Devlet Bahçeli’nin medya ayağındaki en önemli aparatı Mümtaz’er Türköne, saray ve CHP’yi karşılaştırarak “Önce kazanacak veya kaybedecek olanın kim olduğunu, yani aktörleri resmedelim. Krizi veya çatışmayı başlatan ve tırmandıran Erdoğan. İkirciksiz bir şekilde yerleşen kanaat, halk desteği azalan Erdoğan’ın elindeki araçları zorlayarak tek potansiyel rakibi CHP’yi teslim almak üzere seri operasyonlara giriştiği yolunda. İktidar sahibi elindeki güce tutunarak yerine göz dikenleri tasfiye ediyor” ifadelerini kullanıyor.
Mümtaz’er Türköne, AKP için “çıkar şebekesi” diyor ve şöyle devam ediyor;
“Erdoğan tek başına, yapayalnız; karşısında dayanışmaya zorladığı koskoca bir CHP geleneği, örgütü ve yerleri kolayca doldurulacak yeni seçkinleri var.
Olmayanları da ekleyelim. İktidar kanadında MHP, bu operasyonların içinde değil. Zaman zaman hukuk ve adaleti vurgulayan mesajlarla, bazı nispî itirazlarda bile bulunuyor.”
Eyvah ki eyvah!.. Devlet Bahçeli ,”yargılamalar canlı verilsin” derken Erdoğan’a sopanın ucunu biraz göstermişti. Bahçeli’nin fenerci başı Türköne, bu yazısıyla işi azıcık daha öteye götürmüş;
-“CHP’lilerin tutuklandığı ve mitinglerin tam gaz devam ettiği kriz nereye kadar tırmanabilir?
Türkiye’yi derin bir siyasî kaosun içine sokacak kadar ilerleyebilir. Bir tarafın vazgeçmesi lâzım.

Hangi taraf? Tabii ki krizi çıkartıp yöneten ve tırmandıran taraf. CHP, pes etmez, edemez. Böyle bir müessese yara alabilir, ama devrilmez. Pes eden siyasete veda eder, yerleri yeni cengaverler tarafından doldurulur.

Erdoğan ile Özgür Özel arasında ‘sokak gösterileri’ etrafında iki tarafın da çok iyi anladığı bir diyalog, polemik şeklinde devam ediyor. Özgür Özel sokak polemiği için, ‘daha dur, sokak henüz başlamadı’ tehdidinde bulunuyor. Tutuklamalar yaygınlaşırsa direnç artar. Yaygın sokak gösterileri şiddete yönelirse bu sefer OHAL ilan edilir. OHAL’in ilan edildiği gün muhalefet tartıdan düşer, Türkiye açık faşist bir yönetime geçmiş olur.

‘Niyet, CHP’yi tahrik edip OHAL ilan etmek’ sonucuna ulaşmak için acele etmeyin. Bu senaryonun bedeli çok ama çok ağır olur. Şu anda gerilimi tırmandırmaktan iki tarafın da kazancı var, yoksa pes etmiş olacaklar. Ancak sorumluluk Saray’da. Gerilim o tarafın eseri ve bu krizden kaos çıkarsa, ahlâkî üstünlüğü bütünüyle kaybetmiş olur. Temelin altındaki toprağı kazmak gibi binayı yıkacak meşruiyet sorunu, AK Parti iktidarı için giderek büyüyor.”
***
Ve bu satırların ardından Mümtaz’er Türköne, işi malum sürece getirerek baklayı ağzından çıkarıyor;
-“(Ben gitmem krizi’nin) tarafların iradelerini ve hesaplarını aşan apayrı bir sorun ile etkileşime girmesi lâzım. Bir tarafta Türkiye otoriterleşecek, yağmur, çamur fırtına ile boğuşacak, öbür tarafta Kürt sorununun çözümü için demokrasi ve hukuk üretecek. Bu ikisi bir arada imkânsız.
PKK’nın silah bırakmasına ve kendisini feshetmesine aldanmayın. Bunlar mâlûmun ilâmı, asıl sorun Kürtlerle kader birliği ederek gireceğimiz yeni yüzyılın temel taşlarını döşemek. Bu konuda önümüz bütünüyle açık ama atılmış tek bir adım bile yok. DEM’in ve Kürt siyasetinin iyimserliği her şeyin mümkün olacağı umutların varlığından.

Türkiye’nin bütün kişisel rekabetleri, iktidar oyunlarını ezip geçen, hem devlet hem millet için bu hayatî beka sorununu önümüzde giderek tırmanan kriz ortamında çözemezsiniz. Daha ötesi otoriterleşemezsiniz. İktidar için otoriterleşmek, Kürtler için demokratikleşmek gibi iki zıt istikameti birleştirmek imkânsız. Birbirine bağlı ama iki farklı istikamete koşan atlarla her iki hedef için de büyük felaketler yaşarsınız.

Siyasî süreçlerin temel dinamiği ihtiyaçlardır. Ekonomiden bahsetmedik bile. Bu kadar ağır sorunların ortasında saray entrikası ile güç savaşlarının galibi belirlenmez. Halkın ihtiyaçlarını, taleplerini ve beklentilerini takip ederek sonucu kestirebilirsiniz.

Kimin kazandığı, kimin kaybettiği belli.

Hikâye hep şöyle biter: Uzun bir savaşın sonunda ordusu yenilen kralın sadık şövalyeleri çarpışmaya devam ederler.”
***
Devlet Bahçeli’nin fenerci başı Mümtaz’er Türköne, Tayyip Erdoğan’ı şimdiden “kaybeden” olarak ilan etmiş. Erdoğan’a “geçmiş olsun” diyelim mi?.. Bence, yine de yarını beklemekte fayda var. Eğer, Erdoğan , Bahçeli ve arkasındaki güçlerin beklediği “tarihi açıklama”yı harfiyen yapmazsa o zaman deriz. Erdoğan’a ilk geçmiş olsun ziyaretini de Bahçeli yapar arkasından da yazılı bir açıklamayla duyurur.

Ahmet Takan
Bozkurt mahir
3 gün önce
Rivayete göre Şam valisi Esat paşa sıfırı tüketir ve hazine boşalır.Büyük sıkıntıya düşer.

Danışmanları çare olarak Şam’daki dokumacılara fazladan vergi koymasını tavsiye eder. Bu tavsiye üzerine Esat paşa danışmanlarına Böyle bir vergi koyarsak ne kadar gelir elde ederiz? der
"Elli veya atmış kese altın elde ederiz" derler. Bunun üzerine Esat Paşa "Bu insanlar zaten zar zor ayakta duruyor. Bu vergiyi nasıl ödeyecekler?" diye sorar. "Evlerindeki altınları ve mücevherleri satarlar Paşam” diye cevap verirler.

Esat Paşa “ Ben bu meblağı daha güzel bir yöntemle elde etsem nasıl olur?” diye sorar. Danışmanları sessizliğe bürünür. Ertesi gün Paşa müftüye bir davet göndererek gece gizlice buluşalım der. Müftü gece paşanın yanına gelir.

Paşa "Müftü efendi! Bize ulaşan bilgilere göre özel hayatında şeriata aykırı davanıyor ve evinde gizlice içki içiyormuşsun. Bu durumu İstanbul’a bildirmem gerek. Ancak önceden seni haberdar edeyim dedim" der.

Bunu duyan müftü efendi paşaya yalvarmaya başlar.
İstanbul’a haber vermemesi için paşaya 1000 mecidiye vermeyi teklif eder. Paşa kabul etmez. Müftü iki katını teklif eder. Paşa yine kabul etmez. Sonunda 6 bin mecidiyede anlaşırlar. Sonraki gün Esat paşa Kadı efendiyi davet eder.

"Kadı efendi! Rüşvet aldığın ve makamını şahsi menfaatin için kullandığına dair güvenilir kaynaklardan elimize bilgi ulaştı" der.
Bu sefer Kadı efendi paşaya yalvarmaya başlar. "Aman efendim beni görevimden almayın, insanlara rezil olurum” diyerek müftü efendi gibi Esat paşa ile pazarlığa başlar. Kadı ile de 6 bin mecidiyede anlaşırlar. Sonra sırasıyla defterdar, karakol komutanı, esnaf ağası ve büyük zenginleri tek tek davet eder. Bu operasyonun sonunda Esat paşa tam 200 kese mecidiye altını toplar.

Arkasından danışmanlarını çağırır "Şam halkına vergi koyduğumu falan duydunuz mu?" diye sorar. "Hayır paşam duymadık" derler. "Bakın hiçbir vergi koymamama rağmen 50 yerine 200 kese mecidiye altını topladım" der.
"Bunu nasıl yaptınız Paşam?"
diye sorduklarında “Kuzuların derilerini yüzmektense koçların yünlerini kırkmak daha iyidir” der...
Bozkurt mahir
4 gün önce
ALINTI

Her rejimin kılığında ise..
Atatürkçü yada Kemalist kılığında..
Bunlardan içimizde kaç tane var..?

Minarelerdeki Fısıltı: Tahran’da Dans Eden Mossad Ajanı

Bu bir roman değil.
Bu bir hayal ürünü değil.
Bu, savaşı silahlarla ya da dronlarla değil; sessizlik, cazibe ve zehirli bir kalemle değiştiren bir kadının tüyler ürpertici, kalp durduran gerçek hikâyesidir.
Adı Catherine Perez-Shakdam’dı.
Karanlığa sarılmış bir paradokstu; attığı her adım, kadere meydan okuyan bilinçli bir tercihti. Paris’te seküler bir Yahudi ailede doğdu, ama damarlarında Yemen’in antik çölleri, şiirleri ve sırları yankılanıyordu. Ortadoğu uzmanıydı, jeopolitiğin labirentine yabancı değildi. Zihni fay hatlarının bir haritasıydı: Sünni ve Şii, Fars ve Arap, güç ve ihanet.

Ve sonra düşünülemeyecek olanı yaptı.
Şii İslam’a açıkça geçti. Siyah çadoru omzuna attı; Londra’nın taş kaldırımında, sonra da Tahran’da sessizce sürüklendi kumaşları. İmam Humeyni’yi öyle bir huşuyla alıntılardı ki, din adamlarını bile ağlatabilirdi. Kum’un kutsal sokaklarında başını eğerek yürüdü; Farsçası kusursuz, duaları ritmik, varlığı ise sarsılmazdı.
Ama İslam Cumhuriyeti’ne methiyeler düzen mürekkepli parmaklarının, generallerin eşleriyle bakışan peçeli gözlerinin ardında bir hançer gizliydi.
Ve bu hançer, Mossad tarafından bilenmişti.

## Cumhuriyeti Delen Kalem

Catherine, Tahran’a ne bombalarla girdi ne de şifreli telsizlerle. O, bir düşünür olarak geldi—bir gazeteci, bir şair, sadakati sözcüklerle dokuyabilen bir kadın. Yazıları Press TV’de yayımlandı, her cümle devrime övgüyle dokunmuş bir ilahiydi. İmzası *Tehran Times*’da yer aldı; nesri pürüzsüz, bağlılığı sorgulanamazdı. En ürpertici olanıysa, kelimeleri bizzat Ali Hamaney’in resmi internet sitesinde yankı buldu—rejimin dokunulmaz kudretine adanmış dijital bir tapınakta.
Bu bir tesadüf değildi.
Bu, cerrahi hassasiyetle yürütülen bir sızmaydı—stratejik ve yıkıcı.
Yazdığı her makale bir ağın ipliğiydi, ustalıkla örülmüş. Tahran’ın sokaklarının ritmini çalıştı: minarelerden yankılanan ezanlar, çarşı kafelerinde çınlayan çay bardakları, kuşatma altındaki bir milletin fısıltılı paranoyası. Bu nabzı taklit etmeyi öğrendi. Çadoru zırhı oldu, kalemi kılıcı. O, Hollywood tipi bir casus değildi—ne trençkot ne gizli buluşma noktaları. O, açıkça yürüyen bir hayaletti; her hareketi bir oyun, her sözü bir silahtı.
Birlikten, direnişten, İslam Cumhuriyeti’nin kutsallığından bahsetti.
Ama asıl hedef kitlesi binlerce kilometre ötedeydi—Tel Aviv’de loş bir odada kodlu raporlarını inceleyen Mossad görevlileri.

## Aslanların Arasında

2023’e gelindiğinde, Catherine artık Tahran’ın elit çevrelerinde tanınan bir figürdü.
İsfahan’ın güllü avlularında nane çayı yudumluyor, Kahramanlar Ordusu komutanlarının eşleriyle gülüşüyordu. Kadim kubbelerin gölgesinde entelektüel sohbetler düzenliyor, yumuşak ama büyüleyici sesiyle akademisyenleri ve stratejistleri çevresine çekiyordu. Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin özel ikametgâhına bile davet edildi; inanan bir mümin gibi yürüdü, gözlerini indirdi ama asla kör değildi.
Askeri akademilerde dolaştı, çıplak ayakları serin taşlara dokunurken dudakları hadisleri saygıyla mırıldanıyordu. Devrim Muhafızları komutanlarının eşleriyle birlikte dua etti; kocalarının işleri hakkında sorduğu sorular—öylesine masum, öylesine içten—savunmalarını bir meltem gibi delip geçiyordu:
“Böyle büyük bir sorumluluğun ağırlığını nasıl taşıyor?” diye sorardı, sesi kadifeden bir hançer gibi. “Evde huzur bulabiliyor mu hiç?”
Ve onlar konuşurdu.
Rutinlerden bahsederlerdi: Karaj’daki gece toplantıları, Mazenderan’daki hafta sonu kaçamakları, Parchin’deki birlik hareketleri üzerine fısıltılı tartışmalar.
İsimler söylerlerdi—albaylar, bilim insanları, Kudüs Gücü’nden gölge ajanlar.
Korkularını açarlardı: Gözetlenme paranoyası, ihanete uğrama korkusu.
Catherine dinlerdi. Hafızası bir kasa, kalbi bir metronomdu. Her detay—her isim, her zaman çizelgesi, her kaygılı fısıltı—zihnine kazınır, sonradan makalelerinde ima olarak ya da kodlu telefon görüşmelerinde yorum gibi aktarılırdı.
Mossad hepsini kaydetti.

## Operasyon Shabgard (Gecegezer)

13–14 Haziran 2025 gecelerinde, İran semaları intikamla inledi.
İsrail hava saldırıları, ilahi bir kesinlikle yönlendirilen istihbaratla, İran’ın savunmasının kalbini deldi geçti. İsfahan, Natanz, Parchin—İran’ın nükleer ve askeri kudretiyle özdeşleşmiş bu yerler, cerrahi bir yıkımla yandı.
• İran’ın bölgesel nüfuzunu şekillendiren sekiz üst düzey Devrim Muhafızı subayı yataklarında kül oldu.
• Nükleer programın mimarı yedi bilim insanı laboratuvarlarına hiç ulaşamadı.
• On yıllardır İsrail istihbaratından kaçan üç kıdemli Kudüs Gücü komutanı, tek bir gecede açığa çıkarıldı.
Hedefler sadece haritadaki koordinatlar değildi. Onlar, cerrah hassasiyetinde çözümlenmiş hayatlardı: Generalin villasına döndüğü saat, bir bilim insanının akşam sigarasını içtiği bahçe, bir komutanın uzun kaldığı hamam.
Bu uydu istihbaratı değildi. Bu insandı. Yakın. Yıkıcı.
Catherine’in fısıltıları hedefleri belirledi.
Konuşmaları, duyduğu kırıntılar, titizlikle inşa ettiği güven ilişkisi; İran İslam Cumhuriyeti’nin en karanlık köşelerini aydınlattı.
Tek bir kurşun bile sıkmadı. Ama onun sözleri, füzelerin rotasını çizdi.

## Kaçış

Patlamalar geceyi aydınlatırken, Catherine ortadan kayboldu.
İran İstihbarat Bakanlığı kaos içinde uyandı; ağlar çökmüş, sırlar deşifre olmuştu. Makalelerini taradılar, telefon kayıtlarını, Karaj ve Şiraz’daki masumane görüşmelerini didik didik ettiler. Kum’a, İsfahan’daki sohbetlere, dualarda diz çöktüğü odalara kadar iz sürdüler.
Ama artık yoktu.
Kaçışı, sızması kadar titizdi. Zagros Dağları’nın keskin zirvelerinden, yıldızsız gecelerin örtüsünde, bir hayalet gibi sessizce ilerledi.
Sadakatlerin kum gibi değiştiği Kürt sınırlarında, Sardasht yakınlarındaki kurumuş bir nehir yatağında bekledi.
Şafakta, bir Mossad tahliye timi onu havadan aldı. Helikopter pervanelerinin sesi, sessizliği bozan tek yankıydı.
Ardında hiçbir iz bırakmadı.

## Minarelerdeki Hayalet

Bugün, Catherine Perez-Shakdam bir hayaletten ibaret.
Interpol’ün elinde kaçış sonrası tek bir fotoğrafı yok. Farsça yazdığı bloglar—zamanında kılıfının parlak bir parçası—internetten silindi. Khamenei alıntılarıyla dolu eski Twitter hesabı, artık dijital bir boşluğa açılıyor.
Tahran’da, adı bir lanet gibi anılıyor; ona güvenenlerin öfkeyle fısıldadığı bir isim. Tel Aviv’de ise, gerçeği bilenlerin saygıyla fısıldadığı bir efsane.
Ona “Minare Fısıldayıcısı” diyorlar.
“Gölgelerin Kâtibi.”
“Bir Kibrit Bile Çakmadan Kum’u Yakan Kadın.”

Bu bir James Bond fantezisi değil.
Bu, bir rejimin kalbine kendini yazan ve içeriden paramparça eden bir kadının ham gerçekliğidir.
Onun silahı güvendi—yıllar süren bir performansla kazanılmış, her tebessüm bir fedakârlık, her dua bir kumardı.
Onun kılıfı inançtı—düşmanının ideolojisinden örülmüş bir maske.
Onun görevi bir milleti silahsızlandırmaktı—kurşunla değil, ihanetin sessiz ve yıkıcı gücüyle.
Ve başardı.
Tek başına.
Silahsız.
Unutulmaz.
tarikhaber
14 gün önce
METE ÖNER / Ceren Karakoç'un "Kızılcık Şerbeti"ndeki Kazancı: Başarı mı, Toplumsal Baskı mı? https://tarikhaber.com/kos...
Bozkurt mahir
15 gün önce
BİR YETİŞTİRME YURDU ÇOCUĞUNUN KALEMİNDEN...

TAHTA VALİZ

Yıl 1972... Sonbahar mevsimi… Hep ayrılık çağrıştırır bana. Yaprakların ağaçlardan birer birer ayrılması gibi ben de memleketimden ayrılıyordum. Hem de tek başıma. Adam olmaya, okumaya gidecektim. Koca İstanbul… Yer bilmem, yurt bilmem. Sora sora Bağdat bulunuyor da İstanbul bulunmaz mı?
Benden istenen gerekli evrakları tamamlamıştım. Bilenlere soruyordum. Çapa Öğretmen Okulunu nasıl bulurum? Bilenler sıkı sıkı tembihliyordu. “Paranı elin ulaşılamayacak yere sakla. Parana sıkı sıkı sahip ol. Gurbet orası.”
Ayağımda iskarpin ayakkabı … Elimde tahta valiz… Yaş onbeş ...Düşmüştüm yola. Gece 00.30. İstanbul Haydarpaşa Mavi Tren homurdanarak yanaşmıştı gara. Uğurlamaya gelen kimsem yoktu. Trenin basamaklarına adımı attığımda düşlerim canlandı. Biraz buruk, arkamda sevdiklerimi bırakarak; ama heyecanlı.
Tahta valizimi yanıma aldım, yerime oturdum. 8-9 saatlik sürecekmiş yol. Uyku mu tutar beni? Her istasyona geldiğinde kondüktörün sesi geliyordu. Zaten uyku da yok. Sadece düşlerim vardı.
Sabah gökyüzü ışımaya başlayınca göz kapaklarım kapanır gibi olmuştu. Uyursam kim uyandıracaktı. Ama son durakta ineceğimden dalmışım. Omzuma bir el dokundu: “Hemşehrim Haydarpaşa! Son durak” Hemen sıçradım. Vagonda kimse kalmamıştı. Trenden çabukça indim. Vapura binip karşıya geçeceğimi tembihlemişlerdi. Herkes gibi kuyruğa girdim. Turnikeden geçtim. Vapuru beklemeye başladım. Hafif ayaz vardı. Vapurların homurtulu kornaları dikkatimi çekti. İlk deniz görüyordum. Kitaplarda görüp de hiç görmediğim vapura binecektim.
Bir vapur yanaştı iskeleye. Kocaman urganlarla bağlandı. Kalaslar sürüldü. Sıra bana gelince dikkatlice geçtim kalastan. Elimde tahta valiz... ( Asker valizi) Yolcular bindi. Önce kalaslar çekildi. Büyük urganlardan çözüldü. Kocaman vapur… Bir homurtu... Deniz köpürdü. Vapur geri geri çıktı. Denizde yol almaya başlamıştı. İlk vapura binişim… İlk denizi görüşüm…
Karşıda 4 minareli kocaman heybetli bir cami görünüyordu. Karaköy İskelesine yanaştı vapurumuz. İnsan kalabalığı vapura inenler, binenler. Herkes bir telaş içinde. Elimde tahta valiz… Galata Köprüsünü geçeceğim. Öyle tembihlenmişti. 84 numaralı İETT arabasına binecektim. Otobüslerin boynuzlarında yazılan rakamlara bakıyorum. 84 Topkapı otobüsü geldi. Otobüsün ilk merdivenine adımı attığımda tembihler aklıma geldi. “Biner binmez şöföre Çapa’da ineceğim” dedim. Şoförün arkasına oturdum. İnsanlar sel gibi sağdan soldan akıyordu.
İETT otobüs şoförü: “ Burası Çapa durağı,” dedi. İndim. Karşımda dev gibi yapı. “İşte burası okulun” dediler. Sağıma soluma baktım. Kızlı erkekli öğrenciler o dev yapılı okula giriyorlardı. Şaşkın ve endişeli, kapıdan içeri girdim. Kapıda duran bıyıklı, kafasında bekçi şapkası olan bir adamı gördüm : “Yeni kayda geldim,” dedim. “Tamam, 2. Kata çık Müdür Başyardımcısı orada,” dedi.
Aşınmış mermer merdivenlerin her basamağına adımlayarak ağır ağır çıktım. Kocaman kapıdan girdim. Kocaman kocaman dev gibi aynalar… İrkildim. Elimde tahta valizim. 2. Kata çıktım. Müdür Başyardımcısı Yümni Sezen yazıyordu. Biraz soluklandım. Kocaman devasa sınıf kapıları, kocaman koridor. Müdür Başyardımcısı Yümni Sezen’in kapısını korka korka çekinerek tıklattım. Bekledim ses gelmedi. Bir daha tıklattım. “Gel,” sesini duydum. İçeri girdim.
“Gel yavrum,” dedi babacan görüntülü adam. Makamında oturuyor. Girer girmez elimdeki tahta valize baktı. “Buyur yavrum,” diyerek bana yer gösterdi.
“Hocam Afyon’dan geliyorum Kayıt yaptıracağım,” dedim. “Evrakların hazır mı?” dedi. “Hazır efendim,” dedim. Memlekette hazırladığım dosyayı sundum. Baktı, kontrol etti. “Evrakların tamam,” dedi. Hiç beklemediğim soruyu sordu: “Velin nerde? “ dedi. “Ne velisi hocam?” dedim. “Bizde Veli yok,” Dedim, çekinerek. “Evladım, sen 18 yaşını doldurmadığın için çocuk sayılıyorsun. Mutlaka velin olması lazım,” dedi. Ben yine: “Bizde Veli yok,” dedim. “Yanında kimse yok mu?” dedi. “ Kimse yok Hocam” dedim. “Sen yalnız mı çıkageldin?” dedi. “Benim kimsem yok ki Hocam!” dedim. “Kendim geldim,” dedim
Bana bakakaldı. Cık! Cık! Cık! Seslerini duydum. “Allah! Allah! Oğlum, mutlaka senin anan baban ya da yakınınla geleceksin demediler mi?” dedi. “Yok, efendim Benim kimsem yok.” dedim. Şöyle ayağımdan başıma kadar süzdü, bıyıklı Müdür Başyardımcısı. Yine cık! Cık! Sesleri… Başını sağa sola salladı. “Kimse yok mu?” dedi. Ben de yine, “Yok!” dedim korkarak. “ Ben seni nasıl kayıt edeceğim?” dedi. Korkmaya başladım. Kayıt olamayacak mıydım? Diye endişe sardı beni. Tekrar süzdü. “Sen, Afyon’dan buraya tek başına mı geldin?” dedi. “Evet efendim,” dedim. Baktı, baktı, “Sen zeki bir çocuğa benziyorsun. Velin ben olacağım; ama benim yüzümü kara çıkartma!” dedi
Kayıt edilmiştim. Tahta valizime baktı. “Şu valizini yukarıda yatakhane var oraya koy, sen de 1-E sınıfına git,” dedi babacan yapılı adam. ” Kapıyı çal Öğretmene bu kağıdı ver. Derslerine de iyi çalış bak! beni mahcup etme. Bir sıkıntın olursa bana gel,” demeyi de ihmal etmedi.
4 yıl bitti. Yıl boyunca bir defa idareye çağrılmıştım. Beni şikayet eden öğretmen ve O babacan görünüşlü adam yani velim vardı odada. Bana şöyle bir baktı. “Naptın” dedi. Ben bir şey yapmadım dedim. Olayı anlattım. Öğretmene döndü. “Tamam Hocam siz gidebilirsiniz” dedi. O’na inanmamıştı. Benim söylediklerime inandı.
4 yılın sonunda öğretmen olarak Şanlurfa’ya düştü yolumuz. Yıllar yılları kovaladı. Tam 35 yıl geçmişti. 2007 yılında İstanbul Öğretmen Okulu Mezunları ilk buluşma etkinliği düzenlemiştik. Antalya’da bir oteldi buluşma adresimiz. Kimler gelecekti merak içindeydim. Otele birer ikişer girenleri bakıyor, tanıdık bir yüz bekliyordum. Salonda toplandık. Sırası gelen adını soyadını söylüyordu.
İki öğretmenimizin geldiklerini duymuştum. Birini tanımıştım. Okula ilk geldiğimde beni kaydeden Yümni Sezen gelenler arasındaydı. Prof. Dr. Yümni Sezen… Sıra bana gelmişti. Kendimi takdim etim. Son cümlemde yutkuna yutkuna: “ Hocam ben sizin sayenizde okudum. Velim yoktu. Siz velim oldunuz,” dedim; ama boğazım düğümlenmişti. Hocamın gözlerinden yaşların süzüldüğünü görmüştüm. Ellerine sarıldım öptüm. O da kucaklamıştı.
İyi ki velim oldunuz, Yümni Sezen. İlk tayin yerim de O’nun memleketi idi. Şanlıurfa... Hayat işte böyle. Asla tesadüf diye bir şey yoktur. Tahta Valiz hala en değerli eşyalarımın arasındadır.
Ünal Yılmaz Uzman öğretmen...
Bozkurt mahir
20 gün önce
ARAPLAŞMIŞ SİYASAL İSLAMCILARIN CENGİZ HAN DÜŞMANLIĞI ......

Ümmetçi İslamcılar ve Araplar, Moğol İmparatorluğuna nefret eder çünkü Cengiz Han, Arap yayılmacılığına büyük darbe vurmuş, çocukları da torunları da kurdukları devletlerle, Araplara geçmişteki Emevi katliamlarının faturasını kesmiştir.

Bildiğiniz gibi 925 yılından önce Moğol diye bir ırk yoktu.
Moğollar ağırlıklı olarak Tatar boylarındandı.
Moğollar, Cengiz Han, Oğulları ve torunlarının kurduğu bir hanedanlıktır.
Cumhurbaşkanlığı Forsunda da Moğol Devleti vardır.
Örnek: Altınorda devleti, Timur devleti, İlhanlılar gibi pek çok kol da vardır.

Moğol-Türk İmparatorluğu hakkında büyük tarihçiler de detaylı bilgiler var, Eberhard'a göre; Moğol -Türk 119 kabileden meydana gelen etnik yapısını Bay-kara, Çoodu, Telengit, Herteg, İrgit, Hovalıg, Darhad gibi Türk boylarının yanı sıra, Soyon, Ket ve Moğol gibi halklar oluşturur, der.
Bunların hepsi Türk'dür
( Hun-Türk İmparatorluğu, Selçuklu-Türk İmparatorluğu Gibi...)

Cengiz Han'ın Torunu Batu Han'ın kurduğu Altınorda Devleti neden 16 Türk devleti arasında sayılıyor?
Koca sülalede sadece Cengiz Han ile Hülagü mü Moğol?
Ayrıca bu Altınorda devletini simgeleyen bir yıldız da Cumhurbaşkanlığı forsunda bulunuyor.
Anlayan anlamayana anlatsın.

Ve Yine Timur, Cengiz Han'ın soyundan gelmektedir.

Uluğ Bey,
Timur İmparatorluğu'nun 4. HÜKÜMDARI ve Türk Matematikçi ve astronomi bilgini. Timur'un oğlu Şahruh'un büyük oğludur..

Babür Şah
Babür İmparatorluğu’nun kurucusu ve ilk hükümdarı. Soyu baba tarafından Timur’a, anne tarafından Cengiz Han'a dayanır.

Çağatay han Cengiz Han'ın Oğlu
(Devletin Resmi dili Çağatay Türkçe si )
Çağatay Hanlığı Hükümdarı ve Kurucusu.

Moğollar Türk müdür? Değil midir?
tartışmasının ana nedenlerinden biri Hülagü Han'ın, Kuteybenin yaptığı Türk katliamının intikamını çok kanlı şekilde almasıdır.

Cengiz Han'ın Torunu HÜLAGU HAN Türkistanda Türk Katliamı yapan arap(Yezid -Muaviye -Kuteybe)den İntikam almak için Bağdat Şehrini alıp, Abbasi Halifesini öldürmüştür.
- arap Tarihçilerinin Osmanlının Devşirme Tarihçilerinin araplaşmış müslüman Türklerin Cengiz Han düşmanlığı bundandır.

- 12 yy Göktengri İnancını bırakıp islamiyete giren Türk Boyları, Türk İnancında kalan Türk Boylarını KAFİR ilan edip, Ganimet için Araplarla beraber saldırıyorlardı.....

Moğol İmparatorluğunun çatısı altında 15-16 tane Türk Devleti vardır.

Cengiz Han'ın Türk olup olmadığı hakkında kimsede şüphe olmasın. O, Öz be öz Türk'tür.
Cengiz Han’ın soyu Çinlilerce , Türklere dayandırılır. Çin kaynaklarında Cengiz Han'ın Türk olduğu, Milletinin Türk Milleti olduğu geçer...
En önemlisi Cengiz Han konuşmalarında kendini Türk olarak tanıtmıştır.

CENGİZ HAN İMPARATORLUĞU
- Adı : TEMUÇİN Türkçe
- Ünvanı : CENGİZ HAN Türkçe
- Devletin Resmi Dili : Türkçe
- Alfabesi : Uygur Türk Alfabesi
- Dini : TENGRİ Türk İnancı.
- Başkent :Türklerin Kutsalı ÖTÜGEN
- Doğum yeri : TÜRKİSTAN Toprağı
- Doğum Tarihi : 12 Hayvanlı
Türk Takvimine göre BARS yılı
- Bastırdığı Paralardaki yazılar Türkçe ve Uygur Türk Alfabesiyle
- İmparatorluk Ordusu Başkomutanı Tuva Türk'ü SABUTAY
- Cengiz Han Yasasına göre Askerler Türk Adı taşımak zorundaydı.
- Devletin Milli İçkisi KIMIZ idi.
- Devletin Milli Ongunu, Simgesi BÖRTEÇİNE ( Bozkurt) idi.
- Türkistan Toprağındaki
Kutsal ÖTÜGEN'de kurulan son GÖKTENGRİ İnancındaki Türk İmparatorluğudur.

Cengiz han Dede Korkut un kültüründen gelmedir.
Dede korkut kültürüde Tengrinin özüdür.... Tengri bir Türk felsefesidir.
Dinde değildir.
Bu felsefede bilime uygun bir felsefedir.
Yani tabiatın , doğanın özüdür....
Yer kürenin bütün yazılımlarıda Dört kutsal kitap safsatasına dayanmaz.....!
Gılgamışa, Dedekorkuta, Odin Ata'ya, Ülgen ve Umay ana öğretisine dayanır....
İnsanlığın tarihinin de bu kültüre dayandığı nı son yılların arkeolojik kazılarıda kanıtlamıştır...

Profesör Zeki Velidi Togan, 1941'de yayınladığı "Moğollar, Çengiz. ve Türklük" adlı küçük eserinde, (s. 18) (ek1) ve 1946'da yayınladığı "Umumî Türk Tarihine Giriş" adlı büyük ve değerli eserinde (s. 66)(ek2) Çengiz Han'ı 1221'de ziyaret eden Çao-hong adlı bir Çin elçisinin verdiği bilgiyi nakletmiştir.
Bu elçi, Cengiz'in eski Şato Türklerinden indiğini gayet açık olarak belirtmiştir.

Tarihte iki devlet kuran Şatolar, günümüzde Mançurya’da 1000 çadır kalmışlardır.
Şatolar ise, bilindiği üzere eski Gök Türkler'den inen büyük bir uruktur.

Cengiz'in tipi hakkındaki tarihî bilgiler de (uzun boy, kumral saç, beyaz ten, yeşil göz) eski Gök Türk kağanlarınınkine uymaktadır.

Cengiz'in aile adı olan "Börçegin", "Börü Tegin'in Moğolca söylenişinden ibaret olduğu gibi "Çengiz" kelimesi de "Tengiz" yani "Deniz" kelimesinin Moğolca söylenişinden başka bir şey değildir.

Türkçe'de "t" ile başlayan kelimelerin Moğolca'da "ç" ile başladığını Altay dilleri uzmanları söylemektedir.

Yrd. Doç. Dr. Bekir Şişman’ın “Defter-i Çingiznâme” ve Türk Destanlarındaki Kahraman Tipolojisi Açısından“Cengiz Han” makalesinde şu görüşlere yer verilmiştir:

"Cengiz Han, dünya tarihini etkilemiş nadir hükümdarlardan biridir.
Onun hayatını ve mücadelelerini anlatan epik hikâyelere “Cengiznâme”
adı verilmektedir.
Cengiznâmeler üzerine en son çalışmayı Maria İvanics ve Mirkasym A. Usmanov yayımlamıştır.
Bu eser “Das Buch der Dschingis-Legende (Däftär-i Çingiz-nâmä) I” olarak adlandırılmıştır.
Defter-i Çingiznâme,altı bölümden oluşmaktadır.
Birinci bölümde (Fasl-i dâstân-i näsl-i Çingiz), Cengiz Han’dan bahsedilir.
Bu anlatıya göre Cengiz Han, Türk destanlarındaki kahraman tipine uygunluk göstermektedir.

Cengiznâme”, Cengiz Han’ın soyu, doğuş tarzı, fetihleri ve tesiri hakkındaki genel halk rivayetlerinden derlenmiş, fakat “tarihî” mahiyette bir destandır.
Cengiz’in şeceresi baba tarafından “Oğuz Han”a dayanıyor ki, tarihçi Reşidüddin Camiü’t-Tevârih’inde bunu kaydetmektedir.

Anası tarafından ise “Altun Han” neslindendir (Köprülü 1986: 234).

Onun yükselişinde etkisi olan, yakın münasebet kurduğu ve akrabalık tesis ettiği pek çok boyun, aşiretin Türk olduğunu ve Türkçe isimler taşıdığını da burada belirtmek durumundayız.
Örneğin; Uryat, Talciyut, Uysun, Salciyut, Barlas,Urugut, Ürenküt, Baykut ve Kanglıyat bu kabilelerden yalnızca birkaçıdır.

Kaynaklar :
#Başkurt Profesör Zeki Velidi Togan
"Moğollar, Çengiz. ve Türklük
Bozkurt mahir
20 gün önce
''ARAPLARA SATILAN KIBRISLI TÜRK KIZLARI'' Kıbrıs 1974’ den bugüne ikiye bölünmüş bir ada. Kim ne derse desin, Kıbrıs kapanmayan yaralarla dolu. Kapanmayan yaralar bir yana, Kıbrıs’ ın bir de az bilinen eski yaraları var. Bunlardan biri, Araplara satılan Kıbrıslı Türk kızları. Kıbrıs tarihinin bu az bilinen sayfalarına ışık tutanların başında emekli İlkokul öğretmeni ve yazar Neriman Cahit geliyor. Neriman Cahit hiç bilmedikleri diyarlara, hem de satılarak gönderilen kızların öykülerini topladı ve “Araplara Satılan Kızlarımız” adlı bir kitapta yayımladı. Bu öyküler ayrımcılığın, yoksulluğun ve acımasızlığın öyküleri; nice çocuk gelinin öyküsü gibi. FİLİSTİNLİLERE SATILAN KIZLAR 1920 ile 1950 yılları arasında, Kıbrıs bir İngiliz sömürgesiyken, yaklaşık 4 bin Türk kızı Filistinli Araplara anne babaları tarafından satıldı. Bu kızların çok azı geri dönebildiler. Geri dönemeyenlerin çoğu evlerinin, köylerinin, memleketlerinin özlemi ile yaşadılar ve kaderlerine küstüler. MÜTHİŞ BİR SUSKUNLUK Neriman Cahit kitaba varan süreci şöyle anlatıyor: “Ben yıllardır bu kızları merak ediyordum. Öğretmenlik yaptığım köylerde, çalıştığım kadın örgütlerinde hep izlerini sürmeye çalıştım. Fakat müthiş bir suskunluk vardı. Bu kızlar, 11-12 yaşında henüz sek sek oynarken aileleri tarafından para karşılığı taliplileri hiç araştırılmadan, neyin nesi oldukları bilinmeden Araplarla evlendiriliyordu. Dr. Haşmet Gürkan’ ın araştırmacı yönü çok güçlüdür. Bir yazısında bu kızlardan bahsediyordu. Hep ona sorular sorardım. Bir gün bana: Sen bu işin peşini bırakmayacaksın. Ama lütfen meselenin adını doğru koy; ‘Biz bu kızları sattık’ dedi.” TARİHLE YÜZLEŞMEK Neriman Cahit tarihle yüzleşmek gerektiğine inanıyordu: “Ben bir ilkokul öğretmeniyim. Bu kızları yazmak benim topluma olan borcumdu. Bu konuyu konuşmalıydık. Bu kızlar çok büyük acılar çekmişler ve hâlâ çekiyorlar. Ve Kıbrıslılar onları unutmayı tercih etmiş. Haklarını korumamış. Mesela onların da miras hakkı var. Ama bunu kimse gözetmemiş. O dönemde Kıbrıs İngiliz sömürgesiydi. Köylü çok fakirdi, kuraklık vardı. Ve tefeciler köylünün kanını emiyordu. Kadınlar için bir eğitim söz konusu değildi. Şehirli üst tabakadan ailelerin kızları Kur’an bilirdi. O kadar.” SATIŞ VE TİCARET Yoksulluktan kurtulmak, belki de kızlarının yoksulluktan kurtulması umuduyla kimi köylüler çocuklarının para karşılığı ellerinden alınmasına ve evlenmek üzere Filistin’ e götürülmesine izin verirler. Baf, Limasol, Larnaka gibi kıyı bölgelerinden, 10-15 yaşındaki kızlar vapurlarla bir bilinmeze doğru yola çıkar. Köylü kızların satılması bir süre sonra Araplara kız bulmak için acente gibi çalışan simsarların ortaya çıkmasına da yol açmış. Bu kişiler ev ev dolaşarak çoğunlukla sarışın, renkli gözlü kızları bulmaya çalışırlar; satılan kızlar için hem anne babalardan, hem de kızları satın alanlardan komisyon alırlarmış. Simsarların ille de erkek olduğu sanılmamalı. Gündüzleri kadınlara geceleri de erkeklere hizmet veren Tantin Hamamı’ nı işleten Pembe ve kızı Fatma kadın simsarlara bir örnek. Damat adayları anne babalara çoğu zaman bir doktor, bir mühendis olarak tanıtılsa da, damatların sözleri çoğu zaman doğru çıkmaz. Satılan kızların çoğu gittikleri yerde büyük bir yoksulluk ile karşılaşırlar. Kimisi kuma durumuna düşer. KARA HABERLER Neriman Cahit kızların haberlerinin Kıbrıs’ a gelişini şöyle anlatır: “50’ lere doğru Türk toplumu bu kızlarla ilgili birçok şey öğrendi. Filistin bölgesindeki savaşlara İngilizler Türk askerlerini de götürdüler. Askerler boş zaman bulunca genelevlere giderler. Geneleve giden Rum ve Türk askerleri orada Kıbrıslı bir kıza rastlıyorlar. Kız ağlamaya başlıyor. Nereli ve kim olduğu anlaşılıyor. İnanır mısınız, oradaki askerlerden birinin kardeşi çıkıyor. Meğer kocasının üç karısı varmış. Bizimkini akşam geneleve getiriyor, sabah gelip alıyormuş. Bu kızlar arasından geneleve düşenlerin sayısı az değil. Gariptir bazıları Kıbrıs’ a dönmeyi başardı ama kimse sahip çıkmadığı için genelevlerde çalıştılar, ömürleri orada geçti.” AMAN NE OLUYORUZ? Filistin’ e götürülen kızların kötü durumda olduğunu duyanlardan biri de İngiliz ordusuyla birlikte Filistin’ e giden tercüman Mustafa Bitirim’ dir. Bitirim Kıbrıs’ a döndükten sonra, 1943 yılında, “Biz, Kızlarımız ve Araplar… Aman Ne Oluyoruz” adlı 16 sayfalık bir broşür yayınlar. Bitirim kendisine durumu anlatan asker mektuplarını da yayınlar. Bu askerlerin arasında Kıbrıs Rumlar da vardır. Ama durum Filistin’ in işgaline dek değişmez. O yıllarda İsraillilerin saldırılarından kaçan Filistinlilerin çoğu Ürdün’ e ve çevredeki ülkelere sığınır. Kıbrıslı kızların karşısına bir de sürgün hayatı çıkar. Nice Filistinli gibi onlar da kamplarda yaşamaya başlarlar. Bazıları zaman zaman Kıbrıs’ a gelmeyi ve aileleriyle bağlantı kurmayı başarsa da zamanla tüm ilişkiler kopar. ÜRDÜN ZİYARETİ Neriman Cahit günün birinde Ürdün’ de yaşayan Kıbrıslı Emel Muhareb’ le tanışır ve hemen Ürdün’ e, artık neredeyse 90’ lı yaşlarının sonlarına gelen Kıbrıslı kızlarla tanışmaya gider. Neriman Hanım ziyaretini şöyle anlatır: “İsrail zulmünden kaçıp Ürdün’ e sığınan aileleri bulduk. Kıbrıslı kızlara, çocuklarına, torunlarına ulaştık. Gördüklerime, duyduklarıma inanamadım! Her şey çok acıydı… Filistinliler kamplarda, inanılmaz bir yoksulluk var. Ben o kadınların yüzlerindeki derin ifadeyi, her hallerine sinmiş hüznü, küskünlüğü gözlerimle gördüm. İçimde hissettim. Benim onları, o acıyı unutmam mümkün değil. Ben gittim, gördüm ve öldüm…” LEFKELİ HATİCE TEVFİK Hatice Tevfik, Neriman Cahit ile tanıştığında altı oğlu bir de kızı 97 yaşında bir kadındır. Ürdün’ de El Vahdet Kampı’ nda yaşamaktadır. Satılmadan önceevin en küçüğüdür. Filistin’ e gönderileceğini öğrenince bir resim çizer. Resimde evdeki dört kardeşi çizer ve kendisini temsil eden figürün üzerini karalar. Çocuk gözüyle, “Niye diğerleri değil de ben?” diye sormaktadır. Hatice Tevfik küçük evinin kapısından tam dokuz yıldır hiç çıkmamış. Çünkü dünyaya küskün. Türkçe bilmediğini söylüyor. Ama çevirmen aracılığı ile soruyor; “Bunca yıl neredeydiniz?” Neriman Cahit onu ikinci kez ziyarete gittiğinde Hatice Tevfik’ in kızı gizlice şu bilgiyi aktarıyor: “Bütün gece uyumadı eski sandıkları karıştırdı!” Sandıktan yıllar önce giydiği mor bir elbise, mor bir başörtüsü ile Kıbrıs nakışlarıyla dolu bir bohça çıkarıyor. Neriman Hanım, yaşlı kadının acıyla, özlemle, ördüğü duvarı yıkamayacağını düşünüyor. Ama son bir gayret; ekip arkadaşı Eralp Adanır’ a; “Bir Kıbrıs türküsü söylesene” demeyi akıl ediyor. Sıra “Çanakkale içinde vurdular beni” türküsüne gelince bir feryat kaplıyor ortalığı; yaşlı kadın; “Beni vurdularrr, beni vurdular! Ölmeden beni mezara goydular… Unuttunuz beniii” diye feryat ediyor. NECLA ÖMER Neriman Cahit sayesinde ortaya çıkan öykülerden birisi, güzelliği ile dillere destan Necla Ömer’ in yaşam öyküsü. Necla Baf’ ın Evretu köyünden. Yoksulluk içinde babası ile yaşıyor. Bir gün ünlü simsar Halil ile bir Arap damat adayı çıkagelir. Baba direnir, kızını vermez. Ama yoksulluk ağır basar. Necla, aynı köyden Mustafa’ ya âşık olduğu halde babasına karşı gelmez. Kendisini Kıbrıs’ ta doktor olarak tanıtan Necla’ nın kocası kavun- karpuz satan bir manav çıkar. Üstelik Necla’ ya akıl almaz derecede kötü davranır. Bir yandan şiddet, bir yandan aile, memleket özlemi Necla’ yı bitirir. Beterin beteri olur ve geneleve düşer. Bu arada İngilizlerle birlikte İkinci Dünya Savaşı’ na katılanlardan biri olan Mustafa deli gibi Necla’ yı arar. Necla’ yı genelevde Mustafa’ nın çok yakın arkadaşı bulur. Ama Mustafa’ ya hiçbir şey söylemez, çünkü Necla’ ya söz vermiştir. Yıllar sonra Necla, Lefkoşa’ nın ünlü genelev mahallesi Kuru Çeşme’ de görülür, yaşlanmıştır. Mustafa da Lefkoşa’ dadır, Ama bir daha karşılaşmazlar. VEDİA MUSTAFA Vedia Mustafa’ nın öyküsünü torunu Dr. Ahmed Ali Hamiş şöyle anlatıyor: “Dedem, evlenmek için Kıbrıs’ a gitmiş. Simsar aracılığıyla bir miktar para vererek ninem Vedia ile evlenmiş. Ninemin ailesi fakir bir aile.” Beş erkek, iki de kız kardeşi olan Vedia kocasıyla birlikte Filistin’ e gider ve Abu Şusu köyünde yaşamaya başlar. Dr. Ahmed Ali Hamiş nenesini hep hüzünlü hatırlıyor: “Ninemi çok severdim. Çünkü hep üzgündü ve hep ağlardı, çok mutsuzdu. Ben de yanına gider onunla ağlardım. Annem bana kızardı marazi bir çocuk olacaksın diye…” Ahmed Bey, çocuk yaştan itibaren ninesinin vatanını ve ailesini özlediği için mutsuz olduğunu bildiğini söylüyor: “Ninemin mutsuzluğun azaltmak için onun ailesini bulmaya onları buluşturmaya karar verdim. Tabii bu o kadar kolay olmadı…” Ahmed Bey’ in arayışı çok uzun yıllar sürer ama o hiç vazgeçmez. Günün birinde amacına ulaşır ve Kıbrıs’ taki ailesini bulur. Ve nine Kıbrıs’ a götürülür. Havaalanındaki karşılama anı çok hazin olur. 40 yıldır ailesine hasret olan Vedia nine, sevdiklerine sarılır. Fakat hasretin bittiği an başka bir dram yaşanır. Vedia Hanım’ ın dili tutulur ve hayatının sonuna kadar bir daha konuşamaz. Londra’ da yaşayan kardeşleri onu yanlarına alır ve tedavi ettirmek için çalmadık ka
Bozkurt mahir
22 gün önce
PAVYONDA BİR KADIN...
''Her giden, benden bir parça koparıp gitti Tamer beycim. İşte geriye kalan da karşınızda duruyor'' dedi....

Hiç haz etmediğim fakat bir arkadaşın
''Gel yahu, sana da malzeme çıkar'' zoruyla girdiğim Beyoğlu batakhanelerinden birindeydim.
Yanıp sönen renkli ışıkların altında, berbat sesli bir kadın sallana sallana bir şeyler söylüyordu.
''Bir şeyler'' diyorum çünkü ne dediğini anlamak mümkün değildi.
Ve zaten dinleyeni de yoktu.
Yarı karanlık masalar tıka basa doluydu ve her masada farklı bir gürültü vardı.
Sonra o gürültüler bir yerde birleşip kulaklarımın ırzına geçiyordu.
Yanımdaki arkadaş iyice kafayı bulmuş ve masalara paylaşılan kadınlardan en sonuncusunu ve en yaşlısını bizim masaya davet etmişti.
Mavi siyaha boyanmış saçları, derin yüz çizgileri ve kıpkırmızı rujuyla karşımızda oturan kadın sürekli anlatıyordu.
Ben ne anlattığından çok ellerine bakıyordum.
Çünkü elleri çorak bir arazi gibiydi.
Kupkuru ve morarmış damarların kıyısında, delik deşik bir ten vardı.
Derin bir iç çektikten sonra,
''artist şampanyası'' dolu kadehini kaldırdı,
bize baktı.
Biz de kadehlerimizi kaldırdık.
İşte o anda kadınla göz göze geldim.
Masmavi gözlerinde gördüğüm gemiyi yıllar sonra bile unutamadım. Şimdi siz bunu bir şair abartması olarak okuyacaksınız fakat inanın öyle değil. Gerçekten o anda sanki koskoca bir gemi o bambaşka mavi gözlerin sularına gömüldü.
Ayakta uyuklayan garsonlar can sıkıntısıyla,
saatlerinin dolmasını ve patronlarından evlerine gitme iznini bekliyorlardı. Masamızda suskunluk vardı.
Yanımdaki arkadaş sızdı sızacak haldeydi ama yine de her kalkmaya niyetlendiğimde, beni "biraz daha yahu" diyerek yerime oturtuyordu.
Sanırım laf olsun diye, kadına doğru eğilip ''Neden buradasınız?'' diye aptalca bir soru sordum.
kadın önce bir kahkaha patlattı ardından da
'' Ah Tamer beycim,
siz neden buradaysanız ben de ondan buradayım...'' dedi.
Bu hiç beklemediğim cevap karşısında önce bir yutkumdum sonra da kekeleyerek ''Şey...
Ne alaka canım,
ben yalnızlıktan buradayım'' diye saçmalamaya devam ettim.
Paketindeki son sigarasını çıkardı ve etrafı kontrol ettikten sonra bu kez o bana doğru eğildi "Yalnızsanız tadını çıkarın efendim.
Benim başıma ne geldiyse kalabalıktan geldi.
Siz bilmezsiniz, orospuluk kalabalık bir meslektir.'' dedi.
Bu sırada arka masalardan birinde kavga çıktı.
Anladığım kadarıyla, hesaba itiraz eden bir herif garsonlardan dayak yiyordu.
Ben onlara bakarken, kadın işaret parmağıyla çeneme dokunup, kafamı ona doğru çevirdi. ''Siz şairsiniz değil mi?'' diye sordu.
Şaşırmıştım ''Evet ama o kadar belli oluyor mu şair olduğum'' diye işi komikliğe vurdum.
''Aaa, Tamer beycim, ben şairi oturuşundan, kalkışından, konuşmasından tanırım'' dedi.
Bu çilekeş kadın tarzı, oturuşu, kadehi tutuşu, bakışı ve kurduğu cümlelerle iyiden iyiye onunla ilgili meraklanmama sebep olmuştu ama ben o kadar yorgundum ki, yine de sigara dumanı ve alkol kokusundan kurtulup, otelime gitmek istiyordum. Kadın sıkıldığımı anlamış olacak ki ''Biliyor musunuz, annem babam izin verseydi devrimci olacaktım ben'' dedi.
Kadehi elimden düşürdüm.
Rakı üstüme başıma döküldü.
Ne, ne demişti kadın. "Devrimci" mi? Ben daha onun ne dediğini anlamaya çalışırken,
o devam etti. ''Ben Almanya'da büyüdüm. Orada saygıdeğer, çok sevdiğimiz, devrimci abilerimiz ablalarımız vardı.
Her fırsatta, oturduğumuz mahalleye gelip bizimle konuşurlardı. Dertlerimizi dinlerlerdi. Tertemiz çocuklardı." İyice bana doğru sokuldu.
"Yalan yok, ben de onlardan, onların anlattıklarından, güzel gelecek hayallerinden, barıştan, insanlıktan, sevgiden çok etkilenmiştim. Sonracıma, giyimleri, kuşamları, davranışları...
Ahhh...
Bir süre sonra, onların derneklerine gitmeye başladım. Bana kitaplar verdiler. Benimle gezdiler, hiç bilmediğim şeyler anlattılar. Biliyor musunuz Tamer beycimi beni ilk defa insan yerıne koyan onlardı. Fakat gelin görün ki, bu buluşmaları duyan annem ve babam bana çok kızdılar, onlarla konuşmamı yasakladılar. 'Onlar seni kandırıp dağlara göndermek istiyorlar' diyerek, beni eve kapattılar.
Çok üzüldüm çokkk...
Derken efendim, biz bir süre sonra oradan taşındık ve ben bir daha onların izlerini bulamadım. Bu arada alman diskolarına gitmeye ve saçma sapan insanlarla arkadaşlık kurmaya başladım. Bir bardak bira ve bir fırt sigara derken, hoop bir baktım ki, viski ve uyuşturucuya kadar gelmişim." Başını öne eğdi, sesi titreyerek "Ve bir gece geç vakit diskodan eve dönerken, beni yolda becerdiler. Sabaha karşı polis beni bir çöp kutusunun yanında buldu. Ailem başıma geleni öğrendiğinde, beni yaka paça, İstanbul'a, amcamın yanına gönderdi. Olmadı. Burada da yapamadım. Dik durmayı beceremedim dik durmayı. Bir kere tren kaçtı mı, sonrakilere de yetişemiyor insan."
Kadehindeki son yudumu da içti.
Bir süre birbirimize baktık. '
'Maksim Gorki...Ana...''
dedi.
Haydaaa! Gecenin bilmem kaçında, boktan bir pavyon masasında, karşımda oturan kadın bana Maksim Gorki, Ana diyordu. Kekeleyerek "Şey...
Özür dile..rim..Anlayamadım." dedim.
''Ahh be Tamer beycim...
Maksim Gorki'nin
diyorum Ana
kitabı..Bilirsiniz...işte o
kitap ilk kitaptır.
Siz
bakmayın benim bu orospu
hallerime. Ben Ana'yı
okumuş kadınım. Bedenimi
kurtaramadım belki ama
ruhum hala tertemiz."
Kafam iyice karışmıştı
Gorki...Ana...Devrimci...Almanya...Orospu...
Kadeh...Disk
o...Tecavüz...Ruh...
Beden..
"Ana benim de ilk okuduğum
kitaptır." dedim. Gülümsedi,
Müşteriler birer ikişer gitmiş,
geriye sadece biz kalmıştık
Muzipçe kulağıma "Hadi siz
de gitmeden, beraber 1
Mayıs Marşını söyleyelim mi
Tamer beycim "diye sordu
Gülümsedim. "Elbette"
dedim. Biz onunla, omuz
omuza "1 mayıs işçi marşını
fsıldarken, sahnedeki kadın
bağıra çağıra

"muratgilin damından
atlayamadim"ı

hönkürüyordu.

Hesabı ödedikten sonra
kalkıp kapıya yöneldik. Elini
sıktım. "Sizin o tertemiz
kalan ruhunuzu çok sevdim"dedim. Yanakları kızardı.
On
altı yaşındaki bir kız
mahçubiyetiyle "O da sizi
çok sevdi efendim.." dedi,
Dedem "Kimin yüreğinde ne
yatar bilinmez" derdi hep.
Düşe kalka otele doğru
yürürken, dedemin bu sözü
geldi aklıma.
Gerçekten dede,
kimse bilemez...

#Hayatvefarkındalık .
Tamer Dursun.
Bozkurt mahir
23 gün önce
AMPUL’ÜN AŞK HİKAYESİ
Aslında hayat çok basit.
Bazı olaylar size çok karmaşık gelebilir.
Toplantılar, yazışmalar, notalar, muhtıralar,
Karşılıklı görüşmeler işi girift hale gelebilir.
Aslında iş karı koca ilişkisi.
++

Karı koca bir toplantıya gidiyorlar.
Adam bir iki kadeh içince kendini kaybediyor.
Başlıyor karısının gözü önünde sarışın bir hatunu okşamaya.
Sarışını öpmeye kalkıyor.
Karısı adama diyor ki:
“Sen eve sakın gelme.
“Sen bittin artık”
Adam bu sefer sarışına kadına gidiyor.
“Kadın benim sevgilim var,
Sakın evime gelmeye kalkma,
Deyip şutluyor.”
Adam tekrar kendi evine gidiyor.
Karısı onu eve sokmuyor.
Pencereden adamın eşyalarını sokağa atıyor.
Gece yarısı sokakta elinde kravatları,
Ceketi, pantolonu ile kalakalıyor.
Gece yarısı kravatı nerene bağlarsan bağla.
Adam piç gibi sokakta kalıyor.
++

Türkiye 1952 yılında Nato’ya girdi.
Girebilmek için Kore Savaşı’na katıldı.
741 şehit verdi.
Nato sayesinde tüm askeri ihtiyaçlarını karşıladı.
Demokrat Parti döneminde MİT’in personelinin,
Maaşını ABD ödüyordu.
Teşkilat-ı Mahsusa döneminde ise Almanlar ödemişti.
Benim yaşıma yakın olanlar bilir.
İlkokulda bize süt tozundan süt içirirlerdi.
Bir de Gravyer peyniri vardı.
Bizim nesil bu sayede büyüdü.
++
Nato kapsamında F-35 alacaktık.
Suriye’de Rus uçağını düşürdük.
Niye? Belli değil.
Ankara’da Rus Büyükelçisi öldürüldü.
Kim öldürdü belli değil.
Dostum Putin Malum’u kapısında 20 dakika bekletti.
Bizimkilerde S-400 aldılar.
Hem F-35’in olacak hem de s-400.
Adama bunu yedirmezler.
F- 35 projesinden şutlandık.
Malum durmadı.
Bizi Şangay Beşlisini alır mısınız?
Bunu tüm dünya duydu.
Hindistan ve Brezilya Türkiye’yi
İstemeyiz deyince.
Sokakta piç gibi kaldık.
Almanlar da uçak vermediler.
Bizi F-35 projesinden çıkaran Trump oldu.
Çare kalmayınca Trump DOSTUM oldu.
Mayıs ayında Ankara’ya gelecekti,
Olmadı,
Malum ABD gidecekti.
O da olmadı.
++

Devletler Boğaziçi vapuru gibi bir o iskeleye,
Bir bu iskeleye yanaşamazlar.
O zaman senin F-16 uçaklarını bile yenileyemezler.
Ege Denizi’nde it dalaşı yaşanıyordu.
F-35 uçakları Porsche,
Modernize edilmemiş F-16,
Doğan görünüşlü Şahin.
++

Ampul’ün büyük başarısı ortada.
Türk ordusuna 30 senedir uçak alamadık.
Bozkurt mahir
24 gün önce
ÜLKÜDAŞLIK ÖLÜRSE ÜLKÜCÜLÜK YAŞAYAMAZ.

Ülkücüyüm demekle ülkücü olunsaydı sanırım bu gün bunları konuşmayacaktık.
Acı ama gerçek
Her ciddi fikirde olduğu gibi ‘nitelik nicelik’ meselesi, eninde sonunda bizim kapımızı da çaldı.
Duyguyla akıl, nitelikle nicelik, siyasetle fikirde, pergelin ayağı gereğinden çok fazla açıldı.
Yılların sorunlarıyla yüzleşiyoruz.

Fikirsiz ruh ne kadar boşsa, ruhsuz fikirde o kadar boştur.
Bizi biz yapan değerleri hoyratça yok ediyoruz.
Ülküdaşlık ölürse ülkücülük yaşayamaz.

Diyeceksiniz ki nereden çıktı bunlar? Tabi ki tavşan gibi şapkadan değil.
Hattı, sınırı zorlayan şeyler var.
Değerlerimiz, kırmızı çizgilerimiz birer birer yok ediliyor.
Dünyanın en iyi harcına, dünyanın en etkili zehri akıtılıyor.

Biz sadece ülkücü değil, aynı zamanda ülküdaş olduğumuzu bir kez daha hatırlatalım istedik.
Hatırlatalım ki hiçbir kimse, kökü mazi de bu yüz yılların mayasını bu kadar hoyratça kirletmesin.

Hiçbir kimse unutmasın ki, ülkücülerin mazisinde ülküdaşlıktan daha güzel bir arkadaşlık,
Ülküdaşlıktan daha candan bir dostluk olmamıştır.
Bu nedenle kimse heveslenmesin, ülküdaşlıktan daha büyük bir parti de olmayacaktır.
Eninde sonunda kötü nam ve şöhretlerinizle birer birer çekip gideceksiniz hayatımızdan.

Çünkü ülküdaşlık devre dışı kalınca ülkücülük yükü çekmeye, korumaya yetmiyor.

Dünyada bu kadar şehit, bu kadar gazi, bu kadar acı, bu kadar tatlı anıyla mayalanmış bir başka hareket yoktur çünkü.

Defalarca kandırılsak da
Defalarca unutulsak, defalarca hayal kırıklığına uğrasak da

Defalarca dışlansak
Defalarca ciğeri beş para etmeyenlere yenilsek te
Bu böyledir böyle olmaya da devam edecektir.

Çünkü kolay değil, ezileni sürüleni saymıyoruz.
Tam beş bin şehit, tam beş bin gardaş gömdük toprağa.

Değişmiyor, değişemiyor insan, ruhundan, içinden çıkarıp atamıyor.
Ta! Kılcal damarlarımıza kadar işleyen bir aşktan, bir ruhtan bahsediyoruz.
İtilse de, kakılsa da bitmeyen tükenmeyen bir sevdadan.

Ülkücü olan herkes bilir bunu: Ülkücünün canı çıkar, ama ülkücülüğü çıkmaz içinden.
Bilmeyenlere ne kadar anlatsak boş. Anlatsak ta anlamazlar zaten.
Onların ülkücülüğü, tıpkı dindeki Emevi din anlayışı gibi özsüz, ruhsuz bir şekilden ibarettir sadece.

Hasılı sütü başka, mayası başkadır ülküdaşlığın. Özel hasletler, özel şartlar gerektirir, herkeste tutmaz.
Çayı başka, simidi başka, ekmeği başka, dostluğu başka, arkadaşlığı başkadır.
Muhabbeti, yazısı, afişi, mitingi, anısı, hatırası, kederi, sevinci her şeyi başkadır ülkücünün.

Orhun Abidelerinden bu yana hiç sönmeyen bir ocakta, hiç sönmeyen bir korla yanar.
Abı hayat suyu gibi, abı hayat ateşidir bir nevi ocak yani.
Adı dün başka, bu gün başka olsa da, Oğuz Handan Atatürk’e kadar cevheri hep aynıdır.

İçten dıştan her türlü saldırıya rağmen bitmemesinin, sönmemesinin sebebi budur.
Salt bir fikir değil yani.

Birilerinin belki bir sosyoloğun,
Belki bir felsefecinin
Belki bir sosyal psikoloğun
Belki bir tarihçi, belki bir edebiyatçının
Bu kadar karmaşık, bu kadar güçlü bir çekim gücüne söyleyecek bir şeyleri olmalı. Bizim şimdilik yok.

Ülkücü olanla olmayanda tanır birbirini.
Ama melun bir el, hep can evinden, sırtından vurur onları.
Kurdu hep içindedir.

Hani kanla irfanla kurduk biz bu cumhuriyeti diye başlayan güzel bir marş var ya
İşte biz de tıpkı onun gibi
Kanla irfanla kurduk biz bu ülküdaşlığı.
İdealsiz, köksüz, ruhsuz, pis siyasetin oyunlarıyla değil.

İlmek ilmek yürek yürek ördük biz bu sevgiyi.
Yedi düvele boşuna nam salmadık.
Koskocaman bir teşkilattık, ama küçücük bir aile gibi hepimiz bir birimiz tanırdık.
Bir birinin evinde yatmayan, bir birinin ekmeğini aşını yemeyen ülkücü yoktu.

Ne yalan söyliyeyim bu yedi kat yabancı ülkücülüğe hala alışamadım.

Çünkü gördük ki, ne kadar mangalda kül bırakılmazsa bırakılmasın, kederi ve sevinci paylaşmadan ülkücü olunabiliyor, ama ülküdaş olunamıyormuş bir türlü.

Saygı, sevgi, ruh, şuur, asalet, cesaret, iman, ahlak, bilgi, inanç sayın sayabildiğiniz kadar bizi biz yapan o kadar çok değerimiz varmış ki. Şimdi neredeyse hiç birisi yok.
Kim ne derse desin, bir şeyler eksik arkadaş!
O tadı, o aşkı, o sevdayı vermeye yetmiyor eldeki.

Aynı partili miyiz? Evet! aynı partiliyiz, ama hepsi o kadar.
Yani Keder de ve kıvançta bir olmadan, ülküdaş olmak kolay değil öyle.

Ülkücünün ülkücüye güvensizliği o kadar had safhaya ulaştı ki, birileri artık buna dur demek zorunda.
Bu kadar iyi bir kumaştan, bu kadar kötü bir elbise acaba nasıl çıktı diye oturup uzun uzun düşünmek zorundayız. Çıkarcıların partisi oluyor da davası olmuyor ne yazık ki. Bu kadar güzel insanlara bu kadar çirkin bir elbise yakışmıyor.

Her şey için sosyolojik bir tahlil gerekiyor.
Bir fert değil, bir hareketiz çünkü. Ama yok.
Sosyolojiyle işimiz olmadığı için es geçiyoruz. Tıpkı ilmi, irfanı, Edebiyatı, sanatı, sporu pek çok şeyi es geçtiğimiz gibi. Nereye kadar es geçeceksek.

Ne kadar acı değil mi? Ziya Gökalp’le Cumhuriyetin temellerini oluşturan bir hareketten, sosyolojiyi gale almayan bir harekete dönüştük. Ama Kim bilir, belki bizim de bir gün birbirimizi kötüleyerek değil, ama eleştirerek daha iyi, daha güzele ulaşmak için Frankfurt Okulu gibi bir okulumuz olur.

Diyeceğim büyük ülküler başka, küçük hesaplar başkaymış arkadaşlar! İnsan ancak yaşayınca anlıyor.
Bizimkisi kazanamasak da büyüktü.
Küçüğü belki de bundan tat vermiyor bize.

Takmışlar bir kere kafayı mitile, iktidarı bile hayal etmeyenler, koskocaman Turanı nasıl hayal edebilir ki? Milliyetçilerin misyonunda, tarihin hiç bir döneminde yancılık olmamıştı, ama şimdi bal gibide yancıyız işte.

Kör müsünüz? Gözümüzün içine baka baka aldatıyorlar bizi. BDP ile tahterevallide tartıyorlar, daha ne olsun. Kürdistanlar, Lazistanlar, ekümenik ayakları şimdiden havada uçuşuyor.

Bu kadar köklü, bu kadar büyük bir fikrin yanında sağdı, soldu, mitildi, yataktı, yorgandı o kadar basit, o kadar sıradan, o kadar komik geliyor ki insana

Ayıptır, yazıktır, günahtır!
Bu Türk milliyetçiliğiyle, bu Türk milliyetçileri ile alay etmek demektir.
Diğerleri ne yaparsa yapsın, bu ahval ve şerait Türk milliyetçilerine yakışmıyor.

Siyaset ve demokrasiye seviye gelecekse bu, milliyetçilerin savrulmasıyla değil, ancak ve ancak kendisine gelmesiyle mümkündür.

Yani, kim ne derse desin, siz ne kadar uzaklaştırmaya, siz ne kadar unutturmaya çalışırsanız çalışın, biz yine de ulu önder Atatürk ve Başbuğun izinde ilerlemeye,
İlim, ideal, ilke ve ahlakla vücut bulmuş, çağdaş milliyetçi toplumcu düşünceyi savunmaya devam edeceğiz.

İki partili sisteme de geçsek, üçüncü parti olarak değil, birinci parti olarak eninde sonunda Türk siyasetinde ki yerimizi alacağız. Çünkü Türk’te çözüm, Çünkü Türk’te Atatürk bitmez.
Ülkücüler, Türk milliyetçileri son sözünü söylemedi daha.

HASAN GÖMLEKSİZ 17 / Haziran / 2019
Bozkurt mahir
28 gün önce
BİR YETİŞTİRME YURDU ÇOCUĞUNUN KALEMİNDEN...

ACABA BENİM ANNEMDE BENİM İÇİN AĞLAR MIYDI?...
Bir öğrenci arkadaş daha varmış hastaneye gitmesi gereken. Müdür Bey onu da söz ederek:

- Hatta ikisi birden gitsin. Birbirine arkadaş olurlar, dedi. Baba adamdı gerçekten.

- Peki efendim...

Artık kaçış yoktu. Korkum ve endişem ise daha da büyüdü Müdür Bey in bu kadar önem vermesi hayra alamet değildi. Yoksa ciddi bir rahatsızlığım mı vardı?

Ertesi gün Tokat Devlet Hastanesi ne gittik. Beni muayene ettiler. Sonra o yıllann imkânlarına göre röntgen çekildi, tahliller yapıldı. Ve doktor kararını verdi:

- Cerrahi müdahale ile orada biriken kist alınacak.

Lokal anestezi ile yapılacaktı operasyon. Çok korkuyordum ama elimden bir şey gelmiyordu. Beni teselli edecek bir annem, bir babam yoktu tabii ki orada...

Alt kata indik. Ameliyathaneye... Üst kısmım çıplak hâldeydi. Göğsümdeki o şiş kısmın etrafına üç yerden iğne yaptılar. Her birinde içim yanıyordu ama ses çıkartamıyordum.
Ağlayamıyordum bile. Sadece bir hırıltı çıkardığımı hatırlıyorum. Saniyeler yıl gibi geliyordu. Narkozun etkisinin başladığına kanaat getirdikten sonra genişçe bir masaya yatırdılar. Geniş ameliyat masası. Kocaman dev lambaları, beyaz fayansları her yeri görüyorum.

Göğsümün üzerinde kesiyorlar, biçiyorlar, bir şeyler yapıyorlar ama acımıyor. Narkozdan uyuşmuş durumda On beş-yırmi dakikalık süreçte 'Tamam!' dediler.

O bolümden kisti almışlar ve yarayı dikip üzerini kapatarak yukarıya çıkartmışlardı.
Hastanede odada yatarken pansuman için gelen hemşirelerden Sebahat isimli bir abla, bana çok yakın ilgi gösterdi:

- Yurttan mı geldin sen?

- Evet...

- Ah, tatlım benim... Annen-baban yok mu senin?

-Bilmiyorum, tanımıyorum hiçbirini...

- Sen ne şeker şeysin... Bak sana ne diyeceğim. Ben aynı zamanda. Sağlık Kolejinde öğrenciyim.

- Ne iyi...

- Sen iyileşip yurda gittiğinde arkadaşlarına da söylersin. Sizi koleje bekliyorum. Birlikte top oynarız, yemek yeriz, bahçede piknik yaparız. Tamam mı?

Onun bir abla şefkatiyle benimle ilgilenmesi beni o kadar mutlu etti ki ameliyattan sonraki acımı unuttum.

Hastanede yaklaşık bir aya yakın süre yattım. Yaranın iyice kapanma süresi bir ayı buldu. Artık yara iyileşip de pansuman aşaması da bitince taburcu oldum.

Yurda geldiğim bir gündü. Bir baktım beni idareden çağırıyorlar. Telefonum varmış.
Ne yalan söyleyeyim, çok heyecanlandım. Beni kim arayabilirdi ki...

Şimdiye kadar herkese telefon gelirdi ama bana asla... Herkes tatilde, bayramda bir yerlere geçici de olsa giderdi, ben ise asla... Çünkü benim hiç ama hiç kimsem yoktu tanıdığım...

Telefonu açıp "Alo!" dediğimde dünyalar benim oldu.

Arayan o Sebahat hemşireydi.

- Alo, Demirhan nasılsın canım?
- İyiyim Sebahat abla...
- Koleje geleceksin değil rm?
- Gelmeye çalışacağım...
- Mutlaka gel bak... Üzülürüm...

Durumu öğretmenlerime söyledim, izin istedim. Öğretmenlerim bize gösterilen bu sevgiye çok sevindiler. Dediler ki:

- Diğer arkadaşlarını da al, hep beraber gidin.

Biz koleje giden arkadaşlar bayramlık elbiselerimizi giydik, öyle sevinçliydik ki. kolejde bizi Sebahat abla karşıladı. Sonra bizi aldı başhemşirenin yanına götürdü. O ilgi bizi sevince boğmuştu. Binayı gezdik. Yedik, içtik, bahçede oynadık. Gerçekten bizi çok iyi karşıladılar. O gün çok eğlendik. Dönüşte de aynı samimiyetle dediler ki:

- Her hafta gelin tamam mı?
-Tamam.

Gerçekten daha sonraki birkaç hafta hep gittik. Her defasında aynı sevgi ve samimiyet bizi misafir ettiler Hemşire Sebahat ablanın o abla sıcaklığını ömrüm boyunca unutmam. Bana bir aile sıcaklığı hissettirdi. Merhametli ablam benim.

Ve bir gün...

Yine hafta sonu gelince randevusuz, teklifsiz giyinip kuşanıp koleje gittik. Kolej galiba dönem sonu idi ki kapanmıştı. Sebahat abla ile irtibat kuramadık. İçimizde tarifi imkânsız üzüntülerle geri döndük. Daha sonra onun gibi ilgilenen çıkmadığı için de kolej gezi maceramız ve gidip gelmeler bitmişti. Ama benim gırtlağımdaki yara iyileşse de içimdeki kistleşme bitmeyecek, yeniden nüksedecekti.
Iki-ûç ay içerisinde ayda bir kontrollere gidiyorduk.

Üçüncü ayında olması lazım, böyle kontrollerin birinde Dr. Erhan Bey dedi ki:

- Bu yine nüksetmiş. Bunun burada basit bir operasyonla üstesinden gelemeyeceğiz
- Nasıl yani, der gibi bakmıştım.
- Seni Ankara'ya sevk edeceğim Ankara Dr Sami Ulus Çocuk Hastanesine.

Bu haber beni fena hâlde korkuttu. Ankara'ya nasıl gidecektim? Kimle gidecektim? Ankara'da başıma ne gelecekti? Hepsi birer meçhuldü.

Doktorun sevk kâğıdıyla birlikte yurda döndük. Yurt müdürlüğünde beni Ankara'ya götürecek öğretmen belli olmuştu.

Kendine burada koru dedikleri ve ödümüzü koparan öğretmen...

Esmer, beyaz saçlı, çok sert bir öğretmendi. Çok fena dayak atan biriydi. Öğrenciler onun dayağından kurtulmak için fellik fellik kaçardı. Ve ben bu öğretmenle Tokat'tan Ankara'ya kadar beraber gidecektim Aman Allah'ım, yol boyu ne yapacaktım?

Fakat daha yurttan ayrılır ayrılmaz otobüs terminalinden başlayıp Ankara'nın kalabalık caddelerinde, hastanenin ilaç kokan koridorlarında yanına sokulduğum tek insandı Bir tek onu tanıyordum büyük olarak En yakınım bir tek oydu.

Peki; o haşin, o korkunç öğretmen bu yolculukta ne yaptı dersiniz?
Hakkını yemeyeyim. Gerçekten bana bir baba şefkati gösterdi. Hiç bağırmadı. Hastaneye kadar tam bir babalık örneği gösterdi.

Hastanede müracaatımızı, sevk işlemlerimizi gayet sabırla ve yüksünmeden yerine getirdi bu öğretmenim.

Başhekim ile bizzat kendisi görüştü. Ben de yanındayım. Başhekim ise Türkiye'nin tanıdığı meşhur hekimlerden Dr. Haluk Nurbakı idi.
Benimle ilgili dosyayı inceledikten sonra pala dudağıyla sordu:

Nereden geliyorsunuz?
-Tokat'tan...

Seni hemen ameliyathaneye göndereceğiz. Bekletmeyelim.

Öğretmenim beni Başhekime teslim etlikten sonra ameliyatı bekledi mi. yoksa Tokat'a hemen geri döndü mü. orasını hatırlamıyorum...

Ankara'da da yine Tokat'taki gibi bir operasyon daha geçirdim. Yine aynı yerden. Yine iki-üç hafta kadar tedavim pansuman ve kontrol üzere devam etti.

Bu bekleyiş süresinde tabii çocukluğun verdiği çeviklikle hastane koridorlarında ceylan gibi sekiyorum.

Hemşiresi, hasta bakıcısı, hatta kimi doktorlar bile artık beni tanıyor. Yetiştirme yurdundan geldiğim için de doğrusu benim bu serbest hareketimi kısıtlamaya yönelik herhangi bir engellemede bulunmuyor...

Bir kaza olmuştu bir teyze ağlıyor 'bir yakınınız mı öldü?' dedim.

Ben bu soruyu çocukça bir rahatlıkla söyledim ama teyzenin gözlerinden damlalar dökülmeye başladı. Susuyordu...

Konuşamıyordu... Oğlunun kaybettiğini söyleyemiyordu. O öldü diyemiyordu. İç çeke çeke ağladı.

Ben de onun gözü yaşlı çehresinde kendi annemi hayal ettim. Acaba benim annem de benim için ağlar mıydı?

Ben ölsem benim için ağlayan olmazdı ki... Çünkü benim kimsem yoktu ki. Ne enteresan duygu bir bilseniz.

O yalnızlığınız ve kimsesizliğiniz en olmadık anda bile her bir vesileyle gelip karşınıza çıkıveriyordu.

Yetiştirilmiş Hayatlar

-Demirhan Kadıoğlu
Bozkurt mahir
1 ay önce
ALÇAKLAR HAYSİYET FAKİRİ AÇ GÖZLÜLER!

SEKSEN YILDIR DEVAM EDEN TÜRKLERİ YOK SAYMA, ÇAYDA ŞEKER GİBİ ERİTME PROJESİNİ ANCAK ŞİDDETLİ BİR TÜRK İSYANI DURDURARAK SON VERİR!
YOKSA ABORJİNLER GİBİ ÖZ VATANIMIZDA KORUNMAYA ALINARAK YAŞAMAK ZORUNDA KALACAĞIZ! ..

Alçaklar, Yunan tohumları, ERMENİ tohumları, Yahudi tohumları el ele vererek, Yunanlıların "küçük Asya felâketi" dediği Türk tokatı'nın intikamını alıyorlar!...
Şimdi de Laiklik dillerine pelesenk olmuş ileri geri konuşuyorlar...
Hep şu düşüncemi yazdım, bu gidiş, bu yok oluş, bu son karşı devrim hamleleri ancak ve ancak şiddetli bir Türk isyanı ile durdurulabilir..
Kendi öz yurdunda bu kadar aşağılanmayı bu kadar yok sayılmayı hiç bir millet içine sindiremez..
Türkleri yıllardır yok sayan bu Siyonist güdümlü siyasi sistem ve Siyonist kuklalar, kendilerine verilen görevleri eksiksiz yerine getirmek için gece gündüz çalışıyor..
Tüm partiler bu siyonist oyunun görevli algı operatörleri, ön karakol çavuşlarıdır.
Ve bunlar için tek düstur " hedefe giden yolda herşey mübahtır"..
Hepsinin kıçlarından uydurduğu bir kutlu davası var, tarikatlarda tekkelerde yemlenen sonra siyasete paraşütle inerek vıcık vıcık araplaşmış bir CIA Sentez projesinden kutlu davamız diye bahsedenler esasen Türklük rabıtalarını eriten yok eden piyonlardır!
Nedir ulan bu kutlu dava?.
Türkleri araplaştırmak çayda şeker gibi eritmek davası mı!.
Atatürk'ü unutturmak, Türkleri kimlik bunalımına sokmak mı!..
Nedir bu dava, alçaklar...
Eğer bir kutlu dava varsa o da, "Ne mutlu Türküm" davasıdır..!
Yıllardır en milliyetçi bildiğiniz, en Atatürkçü bildiğiniz, en dinci bildiğiniz liderlerin hepsi şaibeli hileci, ikiyüzlü ve kurnaz..
Hepsi, Türklerin yüzüne karşı onların duymak istediği en tatlı, en sakinleştirici, en gaz çıkartıcı sözleri söylemekte adeta ustalaşmışlar ama perdenin gerisinde hepsinin niyetleri her zaman aynı!..
Hiç biri diğerinin ayıbını ele vermeyerek yaptıkları her pisliğin üstünü el birliği ile örterek millete unutturmak konusunda seksen yıldır akıl almaz bir dayanışma gösterdiler!!..
Medya onlarda, Diyanet onlarda, gündem yaratma gücü onlarda..
Garibim Türk zaten dün akşam yediği yemeğin adını unutmuş geçmişi hiç hatırlamaz, gazete okumaz kitap okumaz, TV'ye bakarak algı oyunlarının esiri olmuş!.
Çalan, çaldığı ile yiyen yediği ile kalmış!.
Seksen yıldır devlet malını aşırmaktan ceza alan hapis yatan mallarına el konulan siyasi gördünüz mü! .
Göremezsiniz çünkü alayının tek ortak yanı "Devlet malı deniz yemeyen keriz" ortaklığıdır..
Birde bu sözü Türk atasözü diye yutturdular, ulan adiler Türk uğruna öldüğü devletin malını yemeyene keriz dermi!...

Son yıllarda artık hepsi gizli ve açık olan niyetlerini saklama gereği bile duymuyorlar.
Tüm planlarını Türkleri süründürmeye yönelik yaparak, el açan muhtaç insanlar durumunda tutmak, sürekli gelecek endişesinde tutmak, üç kuruşa talim ettirmek, açlık çizgisine yakın tutmak bunun sonucunda kendilerini de her dönemde kurtarıcı gibi göstererek milletin bu çaresizliğinden oy devşirmek...
Hatta bu alçaklar sürüsü "Türkler Anadolu'dan çekip gitsinler" diyecek kadar boyundan büyük laflar ederek bu vatanın asıl sahiplerini hayatlarından bezdirmeye güneşe karşı işemeye cüret etmişlerdir..

Şu ana kadar bu yıldırma bıktırma hayattan koparmayı başardılar mı?!!.
Evet başardılar!.
Yokluğa mahkûm olmuş, eğitim damarları bilgi kanalları 70 yıl önce kesilmiş bir millet sadece yaşam kaygısına düştüğü için kendine kurulan böylesi şerefsizce oyunların tuzakların hiç birini göremedi.
Bunu nerden anlıyorum?.
Geçmişe bakarak: Çünkü bugün de tıpkı geçmişin tekrarından ibaret..
Seksen yıla dikkatlice bakın ve bana deyin ki, "şu dönemlerde krallar gibi yaşıyorduk"..
Diyemezsiniz, öyle bir dönem asla olmadı kesinlikle de olmayacak!.
İşte son kırk yıldır PKK belasını Türk milletinin başına dolayanlar da yine 80'li yıllarda ve öncesinde Devletin içine çöreklenmiş içimizde ki israilliler ve gizlenmiş Pakarat ERMENİ ve Yahudilerdir..
Aslında bu hainler Atatürk'ü submihal suikastle öldüren çetenin de devamı!
Bunlar ele geçirdikleri Türk Devletinin gücünden istifade ederek , Türk'e karşı ihanetin alçaklığın hiç yazılmamış kitabını bizzati yazdılar..
Türkleri her dönemde sırtlarından hançerlediler.
Sonrada "şehitler ölmez vatan bölünmez" diyerek yalandan nutuklar attılar timsah gözyaşları döktüler.
Bu alçaklar, Kırk günde bitecek bir terör olayının, bilerek tasarlayarak kırk yıldır uzamasına binlerce insanın ölmesine sebep oldular..
Çünkü sadakatle bağlı oldukları Siyonist güçlerin emirlerini uyguladılar..
Bunca yıl Devletin içinde Amerika'dan, Yahudiler'den, Masonlar'dan Londra'dan habersiz bir kuş uçmamış!
Seksen yıldır hani papaz elbisesi bile giydirecek güçler varya hah, işte oradan aldıkları komutları harfiyen uygulayan siyasi maşaların, paşaların hakim olduğu ortamda Türklere mutluluk, demokratik konforu kesinlikle yaşatmadılar!..
Bilerek tasarlayarak herşeyi kör düğüm ettiler yıllarca bir araya gelip çözümler üretmek dururken milleti bu sorunlar etrafında toplayıp acımasızca böldüler!

Bu günkü siyasilerinde hiç birinin geçmişdeki gizli seçilmiş yahudi burslu siyasilerden farkları yok aslında!.
Tıpkı dün olduğu gibi bu günde çoğunun birer üst aklı var .
Rochschlit'den
Rochfellerden
Sorostan.
CFR'den..
Bilderberg ten.
Türlü türlü bağlantıları var ..
Geçmişten başlayarak Aydınlı KARAKAŞİ Yahudisi Adnan ERTEKİN (Menderes),,
Bedirhan Mason Demirel ( Süleyman Sami Gündoğdu), Amerika da eğitilen Türkeş ( Hüseyin Feyzullah), Yahudi bursu ile Amerika'da basın eğitimi dümeniyle eğitilen Siyonist Kıssınger'in dostu Ecevit'ten (Mustafa Bülent Ecevit), CIA'nin İstanbul'un gülü kodlu Tansu'dan, siyonist Baba BUCH'UN kankası Pakarat ERMENİ Özal'dan, Amerika'nın bizim oğlanı Netekûm Evrenden başlayarak, ERMENİ Yemuş'un torunu Zaza maskeli Soroscu Kemal'e, Kürt maskeli Pakarat Ermeni Selo'ya, Dedeleri Türk katili Zeytun isyanının baş aktörü Ermeni kökenli Bahçeli, Dedeleri Diyarbakır ERMENİ isyanının baş aktörü Meral'e kadar, Çift yahudi madalyalı Bagatali Eş başkan Teyyonun cilalanıp Amerikan çıkarlarını korumaya dair sözler vererek ortaya çıkarılışına kadar tek tek inceleyiniz..!
Hepsi kuklalar hepsi Gafiller hepsinin gizli ajandası bir birinin aynısı!
Tüm partilerin içi Kürt görünen yahudi ERMENİ, Türk görünen Sabetay YAHUDİ, Rum, Arap dolu..

Bunların hiç biri Türk milletinin yararını gözeterek hizmet etmediler ve etmeyecekler..
Hepsi efendilerinin memnuniyeti için birer ömür harcayarak Türklere zarar üstüne zarar vererek göçüp gittiler ve bunlarda öyle gidecekler..

Bugün gelinen noktada, Türklerin nefsi müdafaa hakkı en yüksek dönemindedir..
Parti pırtı denilen siyasi sistem asla bize çare olamaz, olmadı da..
Sayısız darbeler, bitmiş Eğitim, yok edilmiş TC ismi, Dip yapmış Tarım, satılmış devlet malları, yağmalanmış topraklar, silinmiş Türk isimleri, milyonlarca göçmen, Suriye'de eli kolu bağlı ordumuz ve her gün gelen şehitlerimiz.
Yol geçen hanı olmuş misak-ı milli sınırları.
Kokuşmuş, para canavarı olmuş ve başında bir Pakrudin Ermeni'nin bulunduğu, dört Hıristiyanlık kitabı yazmış olan Ayasofya da Atatürk'e lanet okuyan piçin bulunduğu sözde Din işleri..
Yaşadığımız kötülüklerin tek yegane sebebi işte bu bize benzeyen ancak asla bizden olmayan Türk düşmanı alçaklardır.
Çünkü hiçbiri Türk değil..
Çünkü hiçbirinin canı Türk gibi yanmıyor.
Hepsi Türk'ün malını devletini sömürerek Karun gibi zenginleşerek tuzları kurudu..
Hepsinin cebinde hizmet ettikleri ülkelerin birer pasaportu var, hepsinin yurtdışı gizli hesapları var..
Çünkü hepsinin Dedeleri Türk katili.
Çünkü hepsi üzerine dört kat boya atılmış Tofaş Şahin gibi.

İlk kat TC yurttaşı
İkinci kat Kürt boyası
Üçüncü kat Ermeni
Dördüncü son astar Yahudilerdir..
Sabetaylar SAFARATLAR Pakaratlar Barzanlar Bedirhaniler Babaniler Barzanlar Kriptolar Devşirmeler....
TBMM çatısı altında kaç Türk var?..
Koca bir hiç evet koca bir hiç..
Umut diye gördüğünüz muhalefet partilerinin içinde kaç Türk var?..
Yok..
Ama kaç Ermeni ,Yahudi var desem ,onuda bilemezsiniz çünkü boya sağlam atılmış, maskeler sağlam..
Adamlar tam seksen yıldır öyle gizlenmişler ki, sıradan ortalama zekâya sahip bir Türk hele din ile iyicene efsunlanmış bir Türk asla anlayamaz..

Kaygılarım büyük, endişelerim derin , ellerim kollarım bağlı..
Tek dileğim gördüğüm bu ürpertici tabloyu, benim gibi görenlerin çoğalması..
Kimse gelmezse ben bir gün tek başıma çıkacağım ilk kurşunu atmak için .!

TANRI TÜRK'Ü KORUSUN...
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE..

Ahmet Çakır
Bozkurt mahir
1 ay önce
TİMUR KOCAOĞLU
(Buhara cumhurbaşkanı Osman Kocaoğlu’nun oğlu)
Babasından bir hatıra….

TÜRKİYE'YE (ANAYURDA) KÜSMEMEK GEREKİR NE OLURSA OLSUN!
Sovyetlere Karşı faaliyetlerde bulunan ve buyüzden Moskova'nın baskıları üzerine, 4 Kasım 1938'de Başbakan Celal Bayar hükümeti Bakanlar Kurulu toplandığında, eski Buhara Cumhurbaşkanı Osman Kocaoğlu'nun "Türkiya Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılarak onun yurt dışına çıkarılması" konusundaki hükümet kararını imzalarlar. 24 saat içinde de sivil polisler Osman Kocaoğlu'nun İstanbul'daki evine geerek, onun yüzüne "Artık Türk vatandaşı değilsiniz, Türkiye'de istenmiyorsunuz, 24 saat içinde Türkiye'yi terk etmeniz gerekir!" diye hükümet kararını ona bildirirler.
--- Cumhurbaşkanlığı sırasında 1921'de Anadoludaki Kurrtuluş Savaşı sırasında Buhara'nın altınlarının Rusya üzerinden Türkiye'ye gönderilmesini sağlayan Osman Kocaoğlu, bu Türk vatandaşlığından çıkarılması ve Türkiye'den kovulması konuusnda acaba o gün neler düşündü, hangi ruh halindeydi, bilmiyorum?
--- Ancak bu konuda bana birşey anlatmadı, yalnızca annem bana anlattı neler olduğunu! Osman Hoca bir Türkiye aşığıydı, sessizce bavulunu topladı ve Sirkeci'den trene binerek, eşi Hakime Hanıma ve tren istasyonuna gelmiş olan bir avuç arkadaşına veda ederek, Varşava (Polonya)'ya gitti, orada Kafkasya fatihi Şeyh Şamil'in torunu Said Şamil, Tatar Türklerinin aydın önderi Ayaz İshaki ve eski Azerbaycan Cumhurbaşkanı Mehmet Emin Resülzade ile bir süre birlikte oldu.
--- 2. Dünya Savaşı başlamadan Osman Hoca İran'a geçti ve annem Hakime Hanım'ı da oraya getirtti. Dünya Savaşı sırasında İran'da kaldılar. Sonra, 1944 ortasında Türkiye hükümeti Osman Kocaoğlu'na Türk vatandaşlığını tekrar verince, eşi ve İran'da 1942'de doğmuş olan ablam Özay'ı alarak istanbul'a geri geldi. Osman Kocaoğlu'na Türk Vatandaşlığı yeniden verilmeseydi, belki de ben İran'da doğmuş olurdum :))
--- Osman Hoca 1968'de ölene kadar bana hem Türkistan hemde Türkiye sevgisini aşıladı, hiçbir zaman ona 1938'de yapılmış olan bu çirkin davranış dolayısiyle Türkiye'ye gücenmedi! İşte yurt sevgisi, Türkiye sevgisi böyle birşeydir! Yurda küsülmez!
Timur, 8 Haziran 2015
Resim: 1938'de Varşova'da sürgündeki Osman Kocaoğlu (sağda), solunda Kafkasya fatihi Şeyh Şamil'in torunu Said Şamil ile Tatar Türklerinin aydın önderi Ayaz İshaki...
Bozkurt mahir
1 ay önce
Devlet gemi inşa mühendisi Fethi Algon'u 1946’da Tatvan'a yollar. Kocaman bir iç deniz, üzerinde hiç deniz taşımacılığı yok.
Fethi Algon eşini, iki oğlunu alır Kurtalan Ekpresi ile önce Siirt Kurtalan'a oradan da 8 saat (122 km) süren bir yolculukla Tatvan'a varır.
Vardıklarında manzara şudur Tatvan'da.
Yol yok
Okul yok
Elektrik yok
Su şebekesi yok
Türkçe bilen yok
Bakkal bile yok
Yok yok yok yok.
Fethi Algon önce tersaneyi kurar ve Van Gölü üzerinde yolcu taşımacılığı yapacak gemilerin, kosterlerin, römorkörlerin üretimine başlar, iskelelerin yapımları da başlar eş zamanlı Gevaş, Ahlat, Erciş, Van ve Gevaş'ta.
Sene 1950’de Van Gölü üzerinde yolcu taşımacılığı başlamıştır bile. Siirt Kurtalan'a gelenler karayolu ile Tatvan'a, oradan da göl çevresinde nereye gidecekse. Fethi Algon bakar ki herkes yakalayamıyor feribot saatlerini, der ki Denizcilik Bankası'na buraya otel lazım.
Bunun üzerine Doğu Anadolu'nun ilk ve tek dört yıldızlı oteli Tatvan'a inşa edilir vatandaş feribot beklerken rezil olmasın diye. İstanbul'dan Yalova'dan şefler, otel müdürleri getirilir personelinin eğitimi için. Otelin adı Denizcilik Bankası Oteli'dir. Bu arada tersane arazisi bir kampüs haline getirilir. 1950 gibi senede Van Gölü'nde yelken yapılır. Çevre illerden sayısız insan yelkenli izlemeye gelir.
Fethi Algon'a devletin gönderdiği paralar Diyarbakır üzerinden gelir. Çünkü en yakın Ziraat Bankası oradadır. Mecido isimli bir eşkiya yolda parayı getirenleri soyar, bütün paraları alır. Jandarma bile Mecido'ya bulaşmak istemez. Fethi Algon, Mecido'ya haber salar, gelsin görsün beni diye. Mecido bir eşkiyadır ama devletin adamı çağırmıştır sonuçta. Kalkar gider. Fethi mühendis derdini sorar. Mecido: “Adam vurdum, eşkiyayım diye kime bana iş vermez, ne yapayım” Fethi Algon, 1.90 boyundaki bu dev adama Tatvan tersane Kampüsü'nde bekçilik işi verir. Mecido eşkiyalığı bırakır. Karda tipide çocukları okula götürmek dahil her işe canla başla koşar. Tersanenin has adamı olur.
Tatvan'da okul yoktu, mühendis Fethi Algon'un oğlanlar okula başlayacak olunca kaymakama valiye çıkıp, okul konusunu dile getirir. Sene 1948'dir. Vali kaymakam yok öyle bir para bizde. Okulu yapın biz öğretmeni atayalım. Fethi Algon bulur buluşturur, tersane kampüsünde bir oda, kara tahtaya 25 öğrencinin eğitim alacağı bir derslik kurar, valiye kaymakama haber salar, atayın öğretmeni. Böylelikle Tatvan'ın ilk okulu açılır.
Öğrenci sayısı 25'dir. 23'ü Türkçeyi ilk defa okulda duyar. Fethi Algon ve ailesi 1959 senesine kadar Tatvan'da kalır ve bugün bile Bitlis il merkezinin daha önünde anılmasını sağlayan altyapıyı atarlar Tatvan'da. Sonra geldikleri yer olan İstanbul'a dönerler. Bozulan Türkçeleri nedeniyle çocukların lakabı artık kırodur İstanbul'da.
Oğlanlardan küçük olanı Atilla yıllar sonra Denizcilik Bankası'nda müfettiş olur. 1970ler filan. Tatvan denetlemesi vardır. Gönüllü olur. Yine Kurtalan Ekspresi ile Bitlis, Tatvan’a varır. 3 gece 4 gün. Tatvan'da babası zamanında açılan Denizcilik Bankası oteline yerleşir.
Resepsiyonda dev gibi ama beli bükülmüş bir adam vardır. Resepsiyonda kavga etmektedir. Üstü başı perişandır. Atilla zar zor tanır adamı. Babasının eşkiyalığı bırakıp işe aldığı eşkiya Mecido. Sarılırlar, ağlaşırlar, dertleşirler. Babası gittikten sonra gelenler ne yapıp edip, kovulmuştur Tatvan tersanesinden Mecido eşkiyadır, adam vurmuştur, katildir diye.
Oğlunun açtığı bakkal dükkanı geliri ile kıt kanaat geçinmektedirler Tatvan'da. Sorarım size? Fethi Algon da devlettir, sonrasında gelenler de? Bu devlet nasıl bir şeydir? Hele deyin bana. O değil de Fethi Algon'un torunu Burcu Algon bugün Azerbaycan yelken milli takımının koçu. Cumhuriyet'in yarattığı katma değer bugün Cumhuriyet'in sınırlarını aşıyor.
Yalnız nasıl zamanlarsa eşkiyası bile kalite. Öyle bir Türkiye’ymiş.

Yavuz Şen.
Bozkurt mahir
1 ay önce
HASAN’A MEKTUP - 13

Göz değdi köyümün güzellerine,
ELİF yad ellere göçtü be Hasan!
SEVGİ size ömür; dört kulaç önce,
Ecel çorbasını içti be Hasan!

ASALET, babasız çocuk doğurdu!
Nazlı HÜRRİYET’i haydutlar vurdu!
Viraneye döndü TÜRKHAN'ın yurdu!
Köyün tadı-tuzu kaçtı be Hasan!

ADALET felç oldu, yürür değnekle,
NEŞE ne halt etsin soğan-ekmekle,
GÖNÜL delirdi de yol beklemekle,
İsyan bayrağını açtı be Hasan!

SAADET'in adı HÜLYA'dır şimdi.
Her gün birimizi aldatır şimdi.
UMUT'lar rüyâda, faldadır şimdi!
Unut, eski günler geçti be Hasan!

FAZİLET'i gelin ettik gurbete,
Kimbilir! Belki de gurbetten öte,
Yağlı SERVET garaz eder ÜLFET'e
Ara yere nifak saçtı be Hasan!

ZEYNEP bize küskün, İFFET sürgünde,
Rezâlet, felâket yağar her günde,
Yedi HASLET verem olur bir günde,
ÜLKÜ kötü yolu seçti be Hasan!

Burada ne düğün ne BAYRAM kaldı!
En güzel UMUT'lar dalda ham kaldı!
Korku, hasret, isyan, keder-gam kaldı!
Binalar temelden uçtu be Hasan!

İşte böyle! Malûm ola hâlimiz,
Naçar, böğrümüze düştü elimiz,
Güven duyduğumuz her güzelimiz,
Bizlere bir kefen biçti be Hasan!

(Abdurrahim Karakoç)
Bozkurt mahir
1 ay önce
ÜLKÜ OCAKLARI NE BİR MENFAAT, NEDE BİR SALTANATTI...
ÜLKÜ OCAKLARI; VEBALİ BÜYÜK, BEDELİ AĞIR BİR TEŞKİLATTI.
ÜLKÜCÜLÜK;BİR ERDEM, ÜLKÜCÜLÜK BİR SANATTI...

ADAMIN ADAMI OLMAKTA YOKTU,
ADAM SATMAKTA...
KULA KUL OLMAKTA YOKTU, PADİŞAHLIKTA...
YALNIZ O'NA KULLUK EDER, YALNIZ ONDAN YARDIM DİLERDİK...
ÖLÜMLERLE EYLENEN TUNÇ YÜREKLİ TÜRKLERDİK...

DOĞRUYDUK, DÜRÜSTTÜK, TEMİZDİK...
ADIMIZ GEÇİNCE, BAYRAK GELİRDİ AKLA.
EFENDİYDİK, MÜTEVAZİYDİK, ASİLDİK.
ADIMIZ GEÇİNCE ADAM GELİRDİ AKLA.
YEDİ DÜVELE ÖRNEKTİK,
NAMERTLİK, KALLEŞLİK HAŞA.
MENFAAT NEDİR BİLMEZDİK...

ŞİMDİ NE OLDU SÖYLE BİZE?..

O RUHU, O AŞKI, YENİDEN ANLAT BİZE...

ÜLKÜCÜ DENİNCE, AKAN SULAR DURURDU.
AŞK BİLE,ÖNÜNDE OTURUR SELAM DURURDU...
ÖLENLERİMİZ ŞEHİD, KALANLARIMIZ GAZİYDİ.
ÜLKÜCÜLÜK; TEPEDEN TIRNAĞA, MUHTEŞEM BİR MAZİYDİ...

ŞİMDİ NE OLDU SÖYLE BİZE?..
O RUHU, O AŞKI, YENİDEN ANLAT BİZE...

ÜLKÜCÜ DENİLİNCE;
DAVA GELİRDİ AKLA...
MUHAMMED MUSTAFA 'YLA (sav) AYNI SAFTA,
PARA, PUL, ŞAN, ŞÖHRET, FİTNE, FESAT BİLMEZDİK...
DÜNYALARI VERSELER; DAVAMIZDAN DÖNMEZDİK...

ŞİMDİ SÖYLE; HANGİ YÜZLE BAKALIM SANA...

FİTNENİN, FESATIN, ELİNDEKİ ŞU HALİMİZE BAKSANA...

''NE AMERİKA NE RUSYA NEDE ÇİN''Dİ,
''HERŞEY TÜRKE GÖRE TÜRKLÜK İÇİN''Dİ...

TARİHİN DERİNLİKLERİNDEN ÇIKIP GELMİŞTİ SANKİ,
KÜRŞAT'IN, ALPARSLAN,IN RUHU YENİDEN DİRİLMİŞTİ SANKİ...
PIRIL PIRIL BİR GENÇLİKTİK.
NE OLDU SÖYLE BİZE?
O RUHU, O İNANCI, YENİDEN ANLAT BİZE...

OK BİRKEZ ÇIKTIMI YAYDAN;
GEÇERDİK DÜĞÜNDEN, TOYDAN.
BİR DEĞİL, BİN CANIMIZ OLSA, ÇEKİNMEDEN VERİRDİK.
BİR ÖLÜR BİN DİRİLİRDİK...
KANIMIZ AKSA DA; ZAFER İSLAMINDI.
KANIMIZ AKSA DA; ZAFER TURANINDI...

ŞİMDİ NE OLDU SÖYLE BİZE?..

O RUHU,O AŞKI, YENİDEN ANLAT BİZE...

''ŞEHİDLER ÖLMEZ VATAN BÖLÜNMEZ'' Dİ.
ŞEKSİZ,ŞÜPHESİZ GELİRDİN AKLA.
ADIN GEÇİNCE, AKAN SULAR DURURDU.
YİĞİTLİK, MERTLİK ÖNÜNDE SELAM DURURDU...

ŞİMDİ SÖYLE HANGİ YÜZLE BAKALIM SİZE?..

O YİĞİTLİĞİ, O MERTLİĞİ, YENİDEN ANLATIN BİZE...

ÜLKÜCÜ; OCAKLARDA, BİR DEĞİL, BİN ÖZENLE SEÇİLİRDİ.
ANADAN, BABADAN, YARDAN,
SIRATTAN GEÇİLİR GİBİ GEÇİLİRDİ...
BÜYÜK KÜÇÜK, SAYGI SEVGİ, ÜLKÜDAŞLIK,
LİYAKAT VATAN, MİLLET, DİN, DİNAYET.
HANGİSİNİ ANLATAYIM SANA?..

BOĞAZIMIZA KADAR BATTIK... ŞEHİDİM;
O RUHU, O AŞKI, YENİDEN ANLAT BANA...

İSTANBUL'U TEKRAR FETHEDİN DESELER, FETHEDERDİK.
ÇİN SARAYINI BASIN DESELER, BASARDIK.
KELİME-İ ŞEHADETLE ÖLÜR, ATSIZ IN RUHUYLA YAŞARDIK...

ŞİMDİ NE OLDU SÖYLE BİZE?..

KÜRŞAT'LARI, İLTERİŞ'LERİ, YENİDEN ANLAT BİZE.

ÜLKÜCÜYDÜK, GÜÇLÜYDÜK, YEDİ DÜVELİN NAMLUSUNDAYDI ADIMIZ.
ADRİYATİK'DEN, ÇİN SEDDİNE, YANKILANIRDI ANDIMIZ.

HANİ; ALLAH'A, KİTAB'A VE SİLAH'A, YEMİN OLSUNDU ?..
HANİ; ŞEHİDLERİMİZ, GAZİLERİMİZ,
EMİN OLSUNDU?..
HANİ;
KAVGAMIZ, SON NEFER,SON NEFES, SON DAMLA KANA KADARDI?..

HANİ;
KAVGAMIZ, MİLLİYETÇİ TÜRKİYE'YE,
TURAN'A KADARDI?..

ŞİMDİ NE OLDU SÖYLE BİZE?..

O YEMİNLERİ YENİDEN ANLAT BİZE...

ÜLKÜDAŞTIK, GÖNÜLDAŞTIK, KARDEŞTİK,
EDİRNE'DEKİNİN ACISINI,
KARS'DAKİ DUYARDI...

ATEŞ DÜŞTÜĞÜ YERİ DEĞİL,
YEDİDEN YETMİŞE, HERKESİ YAKARDI...

ŞİMDİ NE OLDU SÖYLE BİZE?..
O SEVGİYİ O RUHU YENİDEN ANLAT BİZE...

SAĞ GÖĞSÜMÜZDE KURŞUN,
SOL GÖĞSÜMÜZDE SIZI,
SIRTIMIZDA HANÇER,
AHVALİMİZ İÇLER ACISI.
DARALDIK, BUNALDIK, YÜREĞİMİZ PARAMPARÇA SANKİ...
DÜŞMANI GEÇTİK ŞEHİDİM, ÜLKÜDAŞIMIZ BİLE DÜŞMAN SANKİ.
HER YENİ GÜN,BİN BİZANS.
İMDAT, İNŞİRAH, İMDAT, NAS.
CANIMIZ ÇIKTI ÇIKACAK SANKİ...

MAALESEF; ÜLKÜCÜ ÜLKÜCÜNÜN CAN DÜŞMANI OLDU CAN EVİMİZDE.
TEŞKİLAT DENİLİNCE PEREM PEREM KAÇAR OLDUK.

O TADINA DOYULMAZ OCAKLAR,
O TADINA DOYULMAZ ÜLKÜCÜLÜK,
NERDE?..

NERDE BENİM; GÖNÜLLER FATİHİ BAŞKANLARIM ?..

NERDE BENİM; YEDİ DÜVELE NAM SALMIŞ TEŞKİLATLARIM ?..
NERDE BENİM; MAZİSİNE HASRET, BİR LOKMAYI PAYLAŞTIĞIM OCAKLARIM ?..

ÜLKÜDAŞIN ADINDAN
KARDEŞTEN ÖTE, KARDEŞ TADINDAN.
SÖYLE; GERİYE NE KALDI BİZE...

DİLLERE DESTAN, O ÜLKÜDAŞLIĞI YENİDEN ANLAT BİZE...

''ÜLKÜCÜYÜM '' DEMEKLE ÜLKÜCÜ OLUNMAZDI,
BU KADAR AĞIR BİR YÜK ,
BU KADAR HAFİF TAŞINMAZDI...

BOZKURT'TU, ALP'Tİ, ALPEREN'Dİ.
CESURDU, ÇALIŞKANDI, FEDAKARDI.
HANGİ SIFATINI ANLATAYIM SANA?..
KAHIR ÖLÜMDEN BİN BETER,
YERİN ZIMI AZ,
ŞU HALİMİZE BAKSANA...

ER MEYDANINDA, DÖNE DÖNE DÖVÜŞÜRDÜK.
KEDERİ, SEVİNCİ, KARDEŞÇE BÖLÜŞÜRDÜK...
PARA, PUL, ŞAN, ŞÖHRET,
SAÇINI BAŞINI YOLARDI...
TÜRK'ÜN GÖZ BEBEĞİ BOZKURTLAR;
DESTAN ÜSTÜNE, DESTAN YAZARDI...

ŞİMDİ NE OLDU SÖYLE BİZE?..

O RUHU, O AŞKI, YENİDEN ANLAT BİZE...

SEYREDELİM DEDİK,
SEYRETTİK.
MAKAM, MEVKİ KAZANDIK AMA, RUHUMUZU KAYBETTİK...

ARTIK; NE GÜZEL, NE RAHAT, NE İYİ.
HERKES; PARA, PUL, ŞAN, ŞÖHRET, MAKAM, MEVKİ PEŞİNDE.
PEKİ; YA SENİN CANIN,
PEKİ; YA SENİN İSTİKBALİN NEREDE ?..

ADIMIZA KOCAMAN BİR MİM KOYDULAR.
GEÇMİŞİMİZDE NE VARSA,TEPEDEN TIRNAĞA SOYDULAR...

DÖRT BİR YANIMIZ HARAMİ DOLDU. ŞEHİDİM;
NE GÜCÜM KALDI NEDE MECALİM...

ARTIK NESLİ TÜKENMİŞ BİR GARİP ÜLKÜCÜYÜM...
AHİR ZAMANDA,
DÜNYALARI VERSELERDE DÖNÜP BAKMAM.
ALLAH BİLİYOR;
BEDELİ ALLAH KATINDA...

TÜRKLÜK GURUR VE ŞUURU, İSLAM AHLAK VE FAZİLETİ.
KİMİMİZ YUSUF, KİMİMİZ ŞEHİD, KİMİMİZ GAZİ...
ALLAH RIZASI İÇİN, DİNLE BENİ;
UTANÇTAN YERİN ZIMMINA GİRSEK YERİ,
ÜLKÜCÜDEN VAZ GEÇTİM,
HANGİ TÜRK, HANGİ MÜSLÜMAN TAŞIR BU VEBALİ..

ŞİMDİ SÖYLE; HANGİ YÜZLE BAKALIM SİZE...

DİLLERE DESTAN O RUHU, O AŞKI, YENİDEN ANLATIN BİZE...
Bozkurt mahir
1 ay önce
"Ölürsen de hak yedirme, hak yeme
Aka kara, karaya da ak deme
Adaletten ayrılırsa mahkeme
Bir hakime bir de kanuna tükür.

İlaç olsa içme düşman tasından
Sakın taş attırma dost arkasından
Kim ikiyüzlüyse tut yakasından
Bir yüzüne bir de canına tükür."

💬 Abdurrahim Karakoç
tarikhaber
1 ay önce
Yıllar Sonra Yeniden 15 Yıl Önce Öyle Bir Geçer Zaman ki, dizisinde Karı Kocayı oynayan Erkan Petekkaya ve Ayça Bingöl https://tarikhaber.com/hab...
Bozkurt mahir
1 ay önce
🤔Bulgaristan'da Aralık 1984 – Mayıs 1989 Asimilasyon sürecinde
🤔Türk olmanın bedelini en ağır şekilde ödeyerek
🤔34 yıl önce hayatını kaybeden başta Türkan Bebek(26 Aralık 1984) olmak üzere Şehitlerimizi, Gazilerimizi ve bu uğurda mücadele etmiş, bugün aramızda olmayan Ailemizin Büyükleri
🤔Büyüklerimizi ve Kardeşlerimizi Rahmetle, Saygıyla ve Şükranla anıyoruz.🤲🤲🤲🤲🤲🤲🤲🤲🇹🇷

🇹🇷MEKÂNLARI CENNET OLSUN.🇹🇷
🤲🤲🤲🤲🤲🤲🤲🤲🤲🤲🤲🤲

🇹🇷ŞEHİTLERİMİZ ARALIK 1984 – MAYIS1989🇹🇷

🇹🇷 Nizami Niyaziev İbrahimov-Rıjena-Starazağora yıl 1969 - 1984🤲
🇹🇷Turkan Feyzullah-Kayaloba,Kircaali 1983-1984🤲
🇹🇷Ayse Mollahasan-Kayaloba,Kircaali 1937-1984🤲
🇹🇷Musa M.Yakup-Kitna,Kircaali 1945-1984🤲
🇹🇷Mumun M.Ahmet-Raven,Kircaali 1968-1984.🤲
🇹🇷Yusuf A.Mehmet-Nanovitsa,Kircaali 1941-1984🤲
🇹🇷Mustafa O.Osman-G.Dyulevo,Kircaali 1954-1985🤲
🇹🇷 Abdulaziz R.Bekirov-Gruevo,
Kircaali 1950-1984🤲
🇹🇷Mustafa I.Aliev-Gruevo,Kircaali 1923-1984🤲
🇹🇷Mustafa M.Ibrahimov-Svoboda,Kircaali 1940-1985🤲
🇹🇷 Ibrahim Cetin-Filaretovo,Sliven 1934-1985🤲
🇹🇷Mustafa E.Ilyaz-Golyamo Gradishte,Targovishte 1930-1985🤲
🇹🇷Ali S.Solak-Bisertsi,Razgrad 1933-1985🤲
🇹🇷Adil M.Mehmet-Golyamo Tsirkovishte,Targovishte
1926-1985🤲
🇹🇷Mustafa B.Mustafa-Sredna,Shumen 1944-1985🤲
🇹🇷Huseyin H.Recep-Rakovski,Razgrad 1944-1985🤲
🇹🇷Mumun I,Kocaali-Gorski Izvor,Kircaali 1945-1985🤲
🇹🇷Efrahim Salim-Garchinovo,Targovishte 1956-1986🤲
🇹🇷Omer Hacioglu-Mujentsi,Kircaali 1939-1987🤲
🇹🇷Mehmet S.Emberlerli-Golyam Porovets,Razgrad 1909-1987🤲
🇹🇷Suleyman I.Ahmet-Loznitsa,Razgrad
1956-1987🤲
🇹🇷Aliosman A.Huseyin-Austa,Kircaali
1950-1988🤲
🇹🇷Saffet R.Recep-Tri Mogili,Kircaali 1953-1988🤲
🇹🇷Emin Mehmedali Ali-Tranak,Burgas 1944-1988🤲
🇹🇷Abdullah A.Cakir-Panichkovo,Kircaali 1947-1988🤲
🇹🇷Necip B.Ismail-Novi Pazar,Shumen 1954-1988🤲
🇹🇷Hasan Salih Arnavut-Todor Ikonomovo,Shumen 1941-1989🤲
🇹🇷Mehmet Salih Lom-Todor Ikonomovo,Shumen 1937-1989🤲
🇹🇷Mehmet S.Sarac-Todor Ikonomovo,Shumen 1952-1989🤲
🇹🇷Necip O.Necip-Kus,Shumen 1945-1989🤲
🇹🇷Sabri E.Yahya-Staro Selishte,Razgrad 1954-1989 🤲
🇹🇷Mehmet M.Kara-Dyankovo,Razgrad 1959-1989🤲
🇹🇷Mehmet Emin-Dyankovo,Razgrad 1924-1989🤲
🇹🇷Ahmet M.Burak-Ezerche,Razgrad 1952-1989🤲
🇹🇷Sezgin S.Karaomer-Ezerche,Razgrad 1972-1989🤲
🇹🇷Nazife H.Osman-Medovets,Varna 1965-1989🤲
🇹🇷Sakir S.Sakir-Medovets,Varna 1955-1989🤲
🇹🇷Salih I.Salih-Dobroplodni,Varna 1950-1989🤲
🇹🇷Salimehmet R.Sefket-Lyaskovo,Kircaali 1952-1989🤲

🇹🇷Ve daha İsmi bilinmeyen Gizli Kahramanımız olan nice Şehitlerimiz...🇹🇷🤲🤲🤲🤲🤲🇹🇷

🇹🇷🇹🇷Ne Mutlu Türk'üm Diyene!🇹🇷🇹🇷

🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷

#Hiç
Bozkurt mahir
1 ay önce
TÜRKÇE'DE UNUTULMAYA YÜZ TUTMUŞ KELİMELER
Anadolu'nun taşını toprağını vatan yapan,yuva yapan Anadolu kadınından işte o kelimelerle kurulmuş harika cümleler

"Ak benizli" bir kadındı.
"Yakağan" sineği çok olduğundan "cibindirik"te yatardı.
"Er yatar, er kalkardı."
"Daha üstüne gün doğmamıştı."
Ramazanda "er ekmeğini" yedi mi yatmazdı.
Sümerbank bezinden diktiği "dolama"sını giyer, sabahın serinliğinde "delme"sini sırtından eksik etmezdi,İçinde "göynek" olurdu. "Ak yağlığını" "yağlanır", gök "çekisini" alnına çekerdi.

Bir yere giderken "bürgü"sünü bürünürdü. Delinen örgü çorabını "gözerdi".
Naylon ayakkabıları "yoraklıydı". Bir de "şibidik"i vardı. "Örtme"deki kuzuları salar, koşuştuklarını görünce "çenikmişler bunlar" diye severdi. "Kuzuluğun kapısalığını" sağlam bağlardı; yoksa kuzular anaları dağdan gelince emişirler, buğdaylığa dalarlarsa "tenelerlerdi". İneğini "nahıra" sürerdi.

Yaz günü inekleri "gövelek" tutardı. Buzağısının "örmesi" kendi ellerinin ürünüydü. Dere kenarında "yün yur, çul tokuçlardı." Yunak"ta çocuklarını çimdirir, yunak taşında "sırtlarını" "sırkıtırdı". Evlatları iyiyse dirlik bulurdu, kötüyse "dirliği dışlığı kalmazdı".
Çocuklarını ağlatmazdı, "uğundurmazdı"
Kötü haberlerini alsa "yayan yapıldak" yollara düşerdi. Anasını anımsadıkça "ağıt yakar ağlardı."

Köyde biri ölse "ölgü" evine giderdi. Yüklükte kefen bezinin yanında "sümük sargılığı", onların üstünde yatakları olurdu. Odayı havalandırmak için kapıyı "govşaltır", pencerenin bir "çenedini" "kıynatırdı" (gıynatırdı). "Gurk tavuğu gurka yatar", "cibi" çıkarırdı. Akşam "pinnik"e tünerlerdi.

Zaman olur "ölet" gelir tavukları kırılırdı. "Gene dama "ötüğünler" konan "guggulumavık"ın uğursuzluğu bu" derdi. Duvara gök boncuk asardı, "göz değmezdi". Cesura "karagözlü", korkağa "akgözlü", durmadan şaşırana "gökgözlü" derdi. Ona göre insanlar durumlarına göre gözlerini karartır, ağartır, göğertirdi. Ona göre, gözler kararır, ağarır ve göğerirdi. Çok renkliye "ala", desensize "yoz", açık toprak rengine "boz" derdi.

Halı ve kilim için "çezgi çezerdi". Çezgisi "yönet" olurdu. Kirmen ile yün eğirir, ip "koşardı". İplerini kazanlarda kaynatıp kendi boyardı. Saçları hep bağlı iki tane "belik" olurdu. Kışın atkı atılır, ele elcek geçirilirdi. Üşüdü mü "boynu, çiyni, döşü" ağrır, "böğrü"ne sancı girerdi.

Göbeği düşenin göbeğini kaldırır, kuyruğu batanın kuyruğunu doğrulturdu. Teyzesinden el almıştı. Göçebe olmayan herkese Köylü derdi, çünkü kendisi Yörüktü. Ağırın karşıtı "yeyni", yakının karşıtı "ırak", kalının karşıtı "yuka (yufka)" idi. Ağırbaşlı olmayan "yeynicek" idi. Yeni ev kurana "yeni yaka" denirdi. Renk değiştiren giysi "göynürdü". Sevdiği akıllı oğlan çocuğa "lök", güçlü toparlak çocuğa "tosun", "toklu", zayıf kıza "çebiç", güzel kıza "beserek", "celfin" ve "şişek" derdi.Yaramazlar, hareketliler "yılkı" idi.

Ayrana "çalkama", "çalkamaç", cacığa "çintme", kompostoya "sulamaç" derdi. Yemek "haranı"da pişer, "çanak"ta yenirdi. "Ölemeç (övelemeç), bulamaç, ovmaç (oğmaç)" pişirir, ayrana "yufka ekmek" doğrar "doğramaç" olurdu. "Kaçamak" yemeğini, toğga çorbasını iyi yapardı. Süt "taşırır", "ağız döndürür", ayran yayar, peynir basardı. Bazen "dolaz" yapardı. Bulgurdan taş "ürtlerdi". "Vergili" kıza düğür gidilmez derdi.

Düğün için gönderilen çağrıya "okuntu" der, düğün evine "okuntuluk" götürürdü. Okuma yazmaya "oku" derdi. Kendisinin ise "okusu yoktu". Kocası "yörev" bir adamdı, "yörev yörev" konuşurdu, kızdı mı gözleri "pertlerdi". Kendisi kimseye "çelermezdi", yüzünü "çelertmezdi". Yaşamında çok "ezgiler çekmişti". "İki çift laf etmeyi severdi", ama "kovu"dan hoşlanmazdı. "İlenmeyi" sevmezdi ama bazen de ilenirdi; en kötü "ilenci" "odun ocağın sönsün", "ciğerinin sapından bul" olurdu.

Çerçiden "arpayına, buğdayına barabara "kırıntı" alırdı". Fazla para aldığını düşünürse "üttü beni çerçi" derdi. Çerci de ütücü çerçi olurdu. Balta duvarın "kırağında" durur, keser "yamacına" konurdu.Yerleri belli olurdu, dolay dolay aramak zorunda kalmazdı. Orak ile arpa "orardı". "Aşanesinde" un çuvalları, en başında yük çuvalı olurdu. Yük çuvalında "deve boncuğu" işliydi. Hamur yoğurur, "ekmek atardı". "İtesi" dokuma kilimdi. Ekmeğini kocası çevirirdi. Ekmekleri üst üste yığar, ekmek yapma işi bitince ekmekleri teklerlerdi..."

(alıntıdır) görsel:Remzi Taşpınar
Bozkurt mahir
1 ay önce
ŞU ÇAVDIR'IN HANLARI
"Şu Çavdır’ın Hanları" türküsü, Burdur’un Tefenni ilçesine ait, 1929-1930 yıllarında yaşanan dramatik olaylara dayanan bir halk türküsüdür. Türkünün adı Çavdır’ı işaret etse de, hikâye Tefenni’nin Hüyük, Çaylı, Başpınar ve Karamusa çiftliklerinde başlayıp, Çavdır nahiyesinde bir hanın yanmasıyla son buluyor. Büyüklerimizden aktarılan bu hikâye, türkünün sözlerinde ve melodisinde o dönemin acılarını, aşkını ya da toplumsal olaylarını yansıtıyor. Türkü, radyolar, teypler ve televizyonlar aracılığıyla geniş kitlelere ulaşmış, yöre kültürünün önemli bir parçası haline gelmiştir.

ŞU ÇAVDIR'IN HANLARI TÜRKÜSÜNÜN GENİŞ HİKAYESİ

Tefenni’nin kalburüstü ailelerinden birinin oğlu olan Ali Bey, asabi mizaçlı olup kumara düşkünlüğüyle tanınırdı. Bu nedenle zaman zaman ailesiyle arası açılırdı. Bazı akrabalarına kin güttüğü söylenirdi; bunlardan biri de Tevfik Bey’di. Bir gün, Ali Bey’in hayvanları Tevfik Bey’in ekinlerine zarar verdi. Tevfik Bey, haklı olarak, geleneğe ve töreye uygun şekilde, zarar karşılanıncaya kadar hayvanları kapattı. Ali Bey ise hayvanlarını kurtarmak için gece kapıya dayandı. Tevfik Bey pijamasıyla aşağı inerek engel olmaya çalıştı. Bir süre ağız dalaşından sonra Ali Bey bıçağı savurdu. Tevfik Bey bıçağı eliyle tutmaya çalışsa da, Ali Bey bıçağı çekince Tevfik Bey’in eli sakatlandı. Ardından Ali Bey, Tevfik Bey’e on bıçak darbesi daha vurdu. Olaya tanık olan Çaylı’lı Hüseyin’in (daha sonra Çaylı’lı Hüseyin Efe olacak ve kaynak kişilerimizden biri olan) teyzesi Haçça, Ali Bey’in kafasına odun vurarak onu etkisiz hale getirdi. Tevfik Bey, yaylı arabayla on saatte Burdur Hastanesi’ne götürüldü ve dönemin ünlü doktoru Burdur’lu Zekâi Bey tarafından tedavi edildi. Ali Bey bu suçtan dolayı üç yıl hapis yattı.

Daha sonra kumara para yetiştiremeyen Ali Bey, üvey annesinin altınlarına ve parasına göz dikti. Bu nedenle babasıyla yaptığı kavgaların birinde babasına silah çektiği söylenir. Böylece ailesinden tamamen kopan Ali Bey, bir süre daha kirli işlerle uğraştı. Cumhuriyetin ilk yıllarında Denizli karakolunda jandarma olan Ali Bey, yöreyi iyi bildiği için Çavdır karakoluna evrak götürme göreviyle görevlendirildi. Mavzeri omzunda Denizli’den yola çıkan Ali Bey, Kızılhisar yakınlarında, o dönemde hükümet tarafından aranan azılı eşkıya Dinar’lı Koca Mustafa’nın adamları tarafından durduruldu. Koca Mustafa, Ali Bey’in kendilerini arayan jandarmalardan olmadığına ve görevle Çavdır’a gittiğine inanarak, kendisini gammazlamaması için söz aldı ve serbest bıraktı. Ancak bu olayı uzaktan gören bir köylü, durumu yetkililere bildirdi. Jandarma, Ali Bey olduğunu tespit etti. Denizli’ye dönen Ali Bey karakolda sıkıştırıldı, nezarete atıldı ve dövüldü. Yediği ağır dayağa rağmen Koca Mustafa’nın yerini söylemedi. Sorgulamalar sık sık tekrarlandı ve dayak devam etti. Bir fırsatını bulan Ali Bey, mavzerini alarak kaçtı.

Kaçış o kaçıştı. Baskınlar, soygunlar ve kadın kaçırmalarla çevreye korku salan Ali Bey, tek başına ün yaptı. Burdur Jandarma Komutanlığı’na bağlı olarak Tefenni’de görev yapan Yüzbaşı Ferudun Bey, çevredeki eşkıyaların peşindeydi ve Ali Bey de bunlardan biriydi. Tefenni’nin 5 km doğusundaki Hüyük Çiftliği’nde (şimdi köy) yaşayan köylülerden Mustafa Ağalar’ın Rıza’sı (Hüyük’lü Rıza), Tokat dolaylarında askerlik yapıyordu. Çevrede güzelliğiyle nam salmış bir karısı vardı. Bir gün bu kadına tecavüz edildi. Olay yayıldı ve yakınları durumu Rıza’ya bildirdi. Rıza, tecavüzcüyü öldürmek için mavzeriyle askerden kaçarak gizlice Tefenni’ye geldi ve daha önceden yakından tanıdığı Ali Bey’i buldu. Amacını açıklayan Rıza, Ali Bey’in yanına katıldı ve sağ kolu oldu. Bütün vukuatlarında ona ortak oldu.

Yüzbaşı Ferudun Bey, onları yakalamak için planlar yaparak fırsat kolluyordu. Ali Bey bunu hissettiği için temkinli davranıyordu. Hatta işi ileri götürerek Ferudun Bey’e haber gönderip kendisiyle uğraşmamasını, aksi halde öldüreceğini söyleyerek tehdit etti. Bu arada Rıza, amca oğlu Rıza Mustafa’nın ağır tahrikleriyle, daha önceden arazi anlaşmazlığı yüzünden araları açık olan Yörük İbramlar’ın Mehmet ve Hüseyin’ini vurdu. Mehmet ve Hüseyin öldü. Topal Hasan’ın Osman’ını da vurdu, ancak Osman öldü sanılarak bırakıldı ve sonradan iyileşti. Ali Bey ise daha önceki bir kumar baskınında Komiser Mehmet’e karşı koyarak silah sıktı; kurşun sekti ve Komiser Mehmet’in gözünü kör etti. Bu suçtan gıyaben sekiz yıl hapis cezası alan Ali Bey, kaçak olduğu için cezası uygulanamadı. Bu arada, sürekli yanında taşıdığı “Osmanlı anahtarı mavzer”i Ali Bey’e Çaylı’lı Hüseyin hediye etti.

Ali Bey artık tamamen eşkıyalığa yönelmişti. Eşkıya geleneğine uyarak, yanına namlı güzellerden birini almak istedi. Çevrede en güzel kadının kim olduğunu bilen kişinin Bunak’lı (Başpınar) Nuri olduğunu Rıza’dan öğrendi. Bir gece Nuri’ye baskın yaparak onunla Karaköy’e gittiler. Nuri, kadının evini gösterdi. Kapıyı tekmeleyerek içeri giren Ali Bey ve Rıza, ne olduğunu anlamayan karı kocanın yatak odasına daldı. Ali Bey, kadına artık kendisinin olacağını söyledi ve atının terkisine atarak uzaklaştı. Karaköy’lü Zeynep artık Ali Bey’in kadınıydı. Bazı geceler Rıza ile Çavdır’a inip Hancı Sarı Ahmet’in hanında kalıyorlardı. Sarı Ahmet, eski bir sabıkalı olduğu için Ali Bey ona güveniyordu. Ancak hanın ilerisinde jandarma karakolu bulunuyordu. Ali Bey’in orada kalabilmesi, Sarı Ahmet’le olan karşılıklı güvenden ileri geliyordu. Aslında Sarı Ahmet, Ali Bey’den korktuğu için sır vermiyordu.

Ali Bey’in ünü çevre illere yayılmış, hatta türküsü yakılmıştı. Türkü dilden dile yayıldıkça halk arasında Ali Bey’e saygı ve sevgi artmıştı. Yüzbaşı Ferudun Bey, tehditlere aldırmadan müfrezesiyle takibini sürdürüyordu. Bir takipte Ali Bey ve Rıza’yı Teke Ovası’nda sıkıştırdılar, ancak onlar bu takipten de sıyrılıp Samas Beli’ne kaçtılar. Bu arada Yeşilova’lı Mustafa Çavuş (Pehlivan), Karamanlı’dan Antalya’ya giden yolculardan Samas Beli’nde efelerin olduğunu öğrendi ve takip ederek Aren Köyü’ne geldi. Geceyi orada geçirdi. Ali Bey ve Rıza ise Kemer’e gelip bir arkadaşlarının evinde yattılar. Mustafa Çavuş, Kılavuzlar Köyü’nde Ferudun Bey ve jandarmaların olduğunu öğrendi. Kemer Ovası’nda Kemer’li Kara Mehmet ile karşılaşarak Ferudun Bey’e haber vereceğini söyledi. Ferudun Bey, akşam yemeğinde Kemer’e gidip Molla İsmail Ağa’nın evinde misafir edildi ve Ali Bey’i arattı. Ali Bey ise karşı evde yatıyordu. Sonra Çakmacı’nın Ahmet’in evine geçti ve gece kaçtılar. Doğrudan Hatıp’ın evine gittiler, ancak Hatıp onları içeri almadı. Bunun üzerine Nergisli mevkiindeki çoban ağıllarına vardılar. Ağıl damında kalan bir çobanla birlikte orada kaldılar.

Çoban, ateş yakmak için çırpı toplamaya çıktığında takipçi jandarmalarla karşılaştı. İki jandarma ve Hüyük’lü Osman (Rıza’nın daha önce vurup öldü sandığı Osman), Ali Bey ve Rıza’nın orada olduğunu öğrendi. Ali Bey, dışarıdaki durumu fark etti. Hüyük’lü Osman, ağıldaki koyunların arasına saklandı. Bir kaynağa göre Osman’ı Ali Bey, başka bir kaynağa göre Rıza vurdu. Osman, Ali Bey’in arkadaşı ve dostuydu; ölürken Ali Bey’e gitmesini söyledi. Takibe sonradan katılan Yaka Köyü’nün bekçisi yaralandı. Çaylı’lı Sarı’yı Rıza, bir jandarmayı da Ali Bey öldürdü. Diğer jandarma silahını bırakıp kaçtı ve Ferudun Bey’e haber verdi. Ali Bey ve Rıza, Eşenli Çiftliği’ndeki ağanın atlarına binip Kılavuzlar’a, oradan da at değiştirerek Hüyük’e geçti. Hüyük’lü Osman’ın yakınlarına “ölünüzü getirin” dediler. Ardından Çaylı’ya gidip Sarı’nın öldüğünü babasına bildirdiler.

Ali Bey ve Rıza, bir ara Nazilli’de tiyatro izlerken Rıza’nın bir sanatçı kadına sataşması üzerine çıkan olaydan da kaçarak kurtuldular. Ali Bey, istediği kızı vermediği için kızın annesini vurdu. Daha sonra Dengere’li Mehmet Efe’nin baldızı Hörü’yü, Bunak’ta (Başpınar) Molla Bekir’in Osman’ının elinden alıp odalık gibi yanında gezdirdi. Bir defasında Karaköy’ü bastılar; Ali Bey ve Rıza birer erkek, Hörü ise bir kadın öldürdü.

Sarı Ahmet’in hanı eşkıya yatağıydı. Ferudun Bey bunu bildiğinden Sarı Ahmet’le gizlice anlaştı ve Ali Bey’in geldiğini haber vermesini istedi. Bir gün Ali Bey ve Rıza yine Çavdır’a gelip hana indi. Hanın avlusunda, handan ayrı inşa edilmiş “sirke damı”nda içki içmeye oturdular. Sarı Ahmet, kapıyı dışarıdan kilitleyerek onları güya emniyete aldı. Bir süre sonra Ali Bey ve Rıza iyice sarhoş oldu. Bu arada handa yangın çıktı ve han alev alev yanmaya başladı. Çavdır karakolunda görevli Fethiye, Denizli ve Burdur’dan gelen jandarmalar yangını söndürmeye çalıştı. Müfrezede Ferudun Bey vardı. Karakol komutanı ise Karabayırlar’lı Koca Deli Ali’ydi. Sarı Ahmet, sivil Hamit Çavuş’un kız kardeşi Ayşe’ye “sirke damında eşkiyalar var” dedi. Ayşe, “eşkiyalar var” lafını “eşyalar var” anlayarak onları kurtarmak için haber verdi. Jandarmalar kapıyı kırdığında Ali Bey ve Rıza’yı gördü. Silahsız oldukları için jandarmalar kaçtı. Rıza önde, Ali Bey arkada, sallanarak hanın koca kapısına vardılar. Fethiye’li bir jandarma kapıyı tuttu, açmadı. Ali Bey sırt
Bozkurt mahir
2 ay önce
Kurt kocayınca diye başlayan söze lanet gelsin..Üç gündür düşünüyorum,Sazak köyünde,12 eylül sonrası ilk şehitler anma gününü kutladığımız yılı hatırlayamadım.Benim eksikliğim olduğınu biliyorum.Rahmetli başbuğumuz,yeni tahliye olmuş.Ne arayanı,ne soranı var.Para pul nerdee..Parası pulu
olmayan,birkaç çulsuz ülkücü debelenip duruyoruz.Otobüsler tutulacak,kumanya yapılacak.Pankartlar yazılacak.Yerlere halılar,kilimler serilecek..Çankaya tur var,Ankarada Mustafa isimli bir arkadaşımız,ıkıla sıkıla rica ediyorum,
mazot bizden diye..Sağolsun,ne demek reisim bizden olsun hepsi,kaç otobüs diye sprduğunda,boğazım dğümlendi,gözlerim doldu.Sahi Mustafa ondan sonra ne oldu,ben yetişemedim.Kaçaksan,
bu işleride,kaptı kaçtı gibi yapmak zorundasın..
Sonrası malüm.
Yakalanırsın,
takvim ve hayatın sıfırlanıp,yeniden başlar.Neyse,yarım yamalak,otbüsler ve özel arabalarla Sazak köyüne,rahmetli Bakanımızın kabrine varıyoruz.Gün Sazağın oğlu başbuğun yanına geliyor.Kerbela gibi,su yok,gölge yok..Hava yanıyor.Başbuğ S.Servet SAZAK'a burada abdest alınıp,namaz kılınacak bir yer yapılmasını rica ediyor.Hersene binlerce insanın geleceğini anlatıyor başbuğ.Süleyman bey başıyla evet diyor.Bizde su aramak için,kekik kokuları arasında,araziye dağılıyoruz.Kayalıklar arasında,mağaramsı bir yerde sızan suyu bulup,ibriği doldurup,abdestleri alıp,başbuğun yanına koşuyoruz.Ses düzeni falan yok,dikenlerin üzerine çöküp,namazlar kılınıp,kuranlar okunuyor.Dualar edilip,yorgun,yoksun,ama bir okadarda,zafer kazanmış askerlerin sarhoşluğuyle,pert vaziyetde otobüslerimize biniyoruz,marşlar söyleyerek,Ankaraya geliyoruz.Bir sonraki sene,açık alana kilimler daha sıkça serilmiş,mezarlığa su getirilmiş ancak,başbuğun hayali,külliyeden eser yok.Yıllar sonra,demir direkler ve üstü sacla kapatılan bir alanımız oluyor,yetersizde olsa,hiç yoktan iyidir diyoruz.Başbuğ ölüyor,birkaç kere daha gidiliyor Sazak köyüne.Sonrası malüm,Kızılcahamamda bit yer icat edip,tıpkı Erciyes gibi,
gelenekleşmiş tüm gün gecelerimizi,birbir yok etti.Şehitleri anma,Ergenekon gecemiz,zafer gecemiz,İstiklal marşı ve Akifi anma geceleri v.s v.s..Binbir zorlukla var edilen,parti,ocak,dergi,teşkilat,şölen ve anma günleri,içinde zerre emeği geçmemiş adamların eline geçince ve,önce değersizleştirip,hareketin hafızasından siliniyor.Harekete yeni bir tarif ve tarih yarattığını sanıyor aklınca.Hele bir durun.Daha biz ölmedik.
Bizler onbinleriz..Tanrı Türkü Korusun..
Affan Özoğlu
2 ay önce
Dünyayı Sallıyor Koca reis🇹🇷🇹🇷🇹🇷
Bozkurt mahir
2 ay önce
Karanlık gecede kara sudan
Zap suyuna giden yol,
Dolunay azaplığında vatanımın,
Ay örgüsü saçlarına vurgun düşmüşüm,
Alın yazımıza vatan ve
bayrak, şehitlik yazılmış

En güzel türküyü kurşun söyler özüme,

Ola ki Tendürek ağıdı
Cudi, Gabar türkülerinde,
Muhabbeti bulurum bir zaman,
Şahadetse aslanların savaşında,

Ölümsüzlük, şehitlik, bayrak hilalinde,

Can veren, kan veren yiğitler,
Yâr gönlümüze düşende,
çıktık dağların başına
Karanlık gecede el uzattık hilale,
Vurgun yedik seher rüzgarında,
Gurbet türküleriyle selam
ettik yâr diyarına,
Savaş türkülerinde kendimizi bulduk,
Vatan türküsüyle huy eyledik her zaman.

Kürşat baskınlarında
şahadetime destur verilirken,
Tekbir-i ilahi ki bayrağımdaki iman,
Yıldız yüceliğinde vatan olası gönül,

Neylerim, neylerim sensiz acep?

Seninle gezerim Şavşat’ı, Kars’ı,
Seninle inerim Bingöl’den Van’a,
Muş’tan el ederim Adıyaman’a,
Ben deli sevdalar yaşar uykusu geçerken,
Keleş sesinde yas tutarım,
Ölen şehitlerin ardından,

Mimarisi olduğum Anadolu’yu gezerken,
Nasibim bir kurşun olup
da, düşersem toprağa,
Eğer, eğer toprak bana asmışsa bağrını,
Damla damla düşüyorsa toprağa kan,
Bayraklara sarılıyorsa tabutlar,
Analar, analar ağlıyorsa
yitik erlerinin ardı sıra,
Gelinler, gelinler yas tutuyorsa
yiğit erlerinin ardından
Ki Türk devleti öksüz kalacaksa eğer,

Koyuver şahin misali saldırsın!..

İbrahim’in delilerini,
Mehmetçesine, çakal sürüsüne,

Ay gökte kaldıkça,
Ulu kocaların, ak sakalların duası
Üstüne olsun.
Bozkurt mahir
2 ay önce
Hazırladığı bomba ile 3 polisimizi şehit eden teröristin cezası kaldırıldı.

İstanbul’da sahte kimlikle yakalanan PKK’lı terörist Yakup Akkan’ın yargılandığı davadan karar çıktı.

Akkan, 15 Aralık 2015’te Diyarbakır Silvan’da çukur hendek operasyonundan dönen zırhlı araca uzaktan kumandalı bombayla saldırı düzenledi.

Hain tuzakta Özel Harekat şube müdürü Ahmet Kabukçu, polisler Mustafa Nohut ile Nuri Yazanel şehit oldu.

Yine Silvan’da askeri araca uzaktan kumandalı bombalı saldırı gerçekleştirdi, 21 asker yaralandı.

Terörist Akkan, Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandı, 4 kez ağırlaştırılmış müebbet ve 353 yıl hapisle cezalandırıldı.

Yargıtay 3. Ceza Dairesi kararı esastan bozdu. Yeniden hakim karşısına çıkan teröristin yaptığı savunma ise şoke etti.

Süleyman Şah Türbesi’nin taşınmasında TSK’ya yardım ettiğini öne süren PKK’lı terörist, şunları söyledi:

“Emniyet Müdürü ile 2 polisin öldüğü bombayı hazırladım, ancak ben yerleştirmedim. Parmak izlerim de bombada pil bloğu üzerindedir. Sayın Cumhurbaşkanı ve Bahçeli’nin başlattığı süreç barış yolunda yapılmıştır. Oluşan barış ikliminden duyduğum memnuniyeti belirtmek istiyorum.” Terörist savunmasını ‘beraat’ talebiyle tamamladı.

Mahkeme, terörist Akkan’a daha önce verilen 4 kez ağırlaştırılmış müebbet ve 353 yıl hapis cezasını kaldırdı. Emniyet Müdürü ile 2 polisi şehit etmek, 21 askeri yaralamak suçlarından ayrı ayrı beraat kararı verildi. Terör örgütü üyeliğinden 15 yıl hapisle cezalandırıldı. 9 yıldır tutuklu olan teröristin cezasının onanması halinde tahliye olacağı bildirildi.

7 çocuk babasız büyüyor!

Şehit Emniyet Müdürü Ahmet Kabukçu, Ankara Kocatepe Camii’nde son yolculuğuna uğurlanırken törene Devlet Bahçeli de katılmıştı.

Şehit Kabukçu’nun, Mesude, Şevval ve Zeynep adında üç çocuğu vardı

Polis memuru Nohut’un kızları Emine ve Fatma, Yazanel’in çocukları Yusuf ile Dilek yetim kaldı.

✍️ Özgür Cebe
📰 Sözcü
Bozkurt mahir
2 ay önce (E)
DÜNYAYI DEĞİŞTİREN BİR İNSAN ÖLÜYOR,AMA OTOPSİSİ YAPILMIYOR‼️
ABD’nin kara kutusu kabul edilen David Rockefeller, ölmeden önce çok önemli itiraflarda bulunmuştu. “Atatürk yüzünden planlarımızı yarım yüz yıl ertelemek zorunda kaldık” demişti. Bu adam önemli bir Yahudi’dir. ABD için, söyledikleri “kanun” hükmündedir. Atatürk’ün ölümünden çok değil, iki ve üç yıl sonra, ABD ile yapılan anlaşmalar, bugün halen konuşulmuş değil.İsrail’in Atatürk’ün ölümünden sonra kurulması ve Türkiye’nin ilk tanıyan ülkelerden olması, hiç sürpriz değil. Hal böyle iken, insanın aklına şu soru geliyor:ATATÜRK ÖLDÜRÜLMÜŞ OLABİLİR Mİ❓Uzun zamandır kafamı kurcalayan bu soruya cevap aradım ve araştırarak öyle sonuçlar buldum ki, Ata’nın “şehit” edildiğine dair, içimde sonuçlara ulaştım.
Atatürk’e düşman olmayı dindarlık sanan zavallılar, bazı gerçekleri bilseler, eğer gerçek Müslüman iseler, utancından ölürler.Dünyayı değiştiren bir insan ölüyor, ama otopsisi yapılmıyor.Üstelik bu otopsi çok istenmesine rağmen yapılmıyor. Atatürk’ün ölümünden sonra düzenlenen birinci raporda “ölüm sebebi karın içinde sıvı, asit toplanması” olarak gösterilirken, ikinci raporda ise “alkolle ilgili karaciğer iltihabı” neden olarak gösterilmektedir. Ortada hem bir çelişki, hem de büyük bir yalan vardı. Bu yalan raporu, o dönem mecliste etkisi çok olan masonlar çıkarttırıyor. Sakın Masonlar ne alaka, demeyin!Atatürk’ün şahadetinde ve sonrasında, hep bunlar başroldeler.Atatürk,mason localarına karşı büyük bir savaş veriyor.
Yıl 1935. Atatürk, Mahmut Esat Bozkurt’a Masonların taksimat, teşkilat ve ahvalini bildirir bir kitap verir ve der ki;“Bunu güzelce mütalaa et, bir takrirle Halk Partisi Gurup Başkanlığına ver, gurupta bunlara şiddetli bir hücum yap ve grupça kapanmasına delalet et. Senin de bu işte büyük şeref payın olacaktır.”Böylece Bozkurt, Paşa’nın istediğini yaptı, “Masonlara ölüm” naraları altında, mecliste locaları kapatma kararı çıktı. Masonlar, Doktor Mim Kemal’i önlerine katarak Atatürk’ün makamına çıktılar; “Efendim biz zaten maiyet-i devletinizdeyiz, fakat siz meşrik-i azamımız olursanız biz pervane gibi etrafınızda dönüp dolaşırız” dediler.
Atatürk de karşılık olarak;“Peki, bir şey soracağım, bana cevap veriniz de sonra… Siz Avrupa’da hangi locaya bağlısınız ve metbûnuzun ismi nedir?” diye sordu.“Biz Cenova’ya tabiiyiz ve reisimiz de Barca Mison Cenaplarıdır.” dediler. Bunun üzerine Atatürk öfkelenip; “Benim milletim bana kahraman sıfatını verdi, ben sizin gibi, bir çift Yahudi’ye uşak mı olacağım? Bu gece sabaha kadar Türkiye’deki bütün localarınızı kapatmadığınız takdirde yarın teşkil edeceğim divan-ı harbi örfi’ye hepinizi verir ve astırırım! Haydi defolun karşımdan!”diyerek onları kovdu.Mustafa Kemal Atatürk, 10.10.1935 tarihinde Ankara’da Çankaya köşkünde Doktor Mim Kemal Öke”ye hitaben:“Mason cemiyetinin faaliyetini inkılâplarıma muarız gördüğüm için kapatılmasını elzem gördüm. Bu dakikadan itibaren bu cemiyeti ölmüş biliniz. Ve bir daha diriltmeye teşebbüs etmeyiniz.” demişti.
Yüksek dereceli bir mason olan Avram (İbrahim, Abraham) Benaroyas,Türkiye Mason Cemiyeti’nin kapandığını Moskova’da bir toplantı sırasındayken öğrendi ve şöyle dedi:“O sarı lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır!”(-Laiki Foni “Halkın Sesi” gazetesi, Yunanistan,1948.)
Not: Bu konuda daha geniş ayrıntı ve bilgiye ulaşmak isteyenler; “Yusuf Ziya Koca-Atatürk Öldü mü, Öldürüldü mü?”, Dr.Eren Akçiçek Atatürk'ün Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü ve Ogün Deli Agoni
adlı kitapları okuyabilirler.
Atatürk öldükten sonra, İsmet Paşa’nın cumhurbaşkanlığı sırasında, “kanun-u mahsusla localar kapanmadı! Tekrar açmaya hakkımız var!” diyen Masonların müracaatı üzerine, tekrar localar açılıp faaliyete başladılar… “Atatürkçü” bilinen Celal Bayar ise 1952’de, Ahmet Gürkan’ın teklif ettiği ve Masonların localarını kapatmak istediği kanun teklifini ret ederek bu suretle localarını kanunla pekiştirdi. Celal Bayar, kendisi de bir masondu. Ceyhan Mumcu’nun 16.10.2005 tarihinde Mahiye Morgül’e anlatımından bir alıntı yapalım:“Bir deniz tabip albayının Atatürk’ün ölümü hakkında yapmış olduğu bir doktora tezi var. Orada Atatürk’e yanlış tedavi uygulandığı anlatılmaktadır.
Atatürk sanıldığı gibi siroz hastası değildi.Atatürk’e sıtma tedavisi yapılmış, aşırı “Kinin” yüklenmiş ve karaciğeri bu yüzden iflas etmiş, siroza dönüşmüştü. Tedaviyi yapan doktor mason locası üstadı azamlarından Doktor Mim Kemal Öke’dir. Durumu iyice fenalaştıktan sonra Celal Bayar, yurtdışından bir doktor getirtir. Yanlış tedavi yapıldığını, karaciğerin bu yüzden iflas ettiğini rapor eden bu yabancı doktordur. İstirahat için 2 ay kadar kaldığı Savarona’da nemli sıcaktan durumu daha da kötüleşmiştir. Son günlerinde Dolmabahçe Sarayı’na götürülmüştür.”1962 yılında dönemin içişler bakanı Bekarta’nın talebi üzerine bir araştırma yapan Doktor Lebit Yurdoğlu şöyle diyor: “Sn. Hıfzı Oğuz Bekata.
Bu konuyu derinlemesine araştırdığımda sorunun sadece geç teşhis olmadığını teşhisle uyumlu ilaçlar kullanılmadığını tespit ettim.Atatürk’ün ilaçlarının alındığı eczanenin kayıtlarına baktığımda, o dönemlerde sıtma tedavisi için kullanılan Kinin ilacının 43 şişe kullanıldığını gördüm. Bu kadar Kinin kullanıldığında karaciğerinde onarılmaz yaralar açacağını her hekimin bilmesi gerektiği ama bunun sanki bilinçli kullanılmış olduğun izlenimi edindim.Atatürk’ün tedavi amaçlı verildiği diğer ilaç ‘piremidon’dur. İnsanlar üzerinde toksin ‘zehirli’ etkisi olduğu kesinlik kazanmıştır. ‘Civalı diuretik’ olan ‘salyrgan’ isimli ilacın ise 3 Ağustos 1938 tarihinde yapılan konsültasyondan önce kullanımının tehlikeli olacağı bilindiği halde bu ilacın kullanılmasına devam edilmiştir. Eppinger, Bergman, Dr. Fissinger, hekimlik görevlerini bilinçli bir şeklide eksik yaptıkları kanısı bende hâkim olmuştur.”İşin özü, Atatürk, zehirlendiğini anlamıştı artık.
Afet İnan’a yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu; “Afet, vaziyetim şudur; bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış ilerlemiştir. Hükümet benim reyimi almaya lüzum görmeksizin Fissinger’i getirtti. ”İçişler Bakanı Kaya, İnönü’ye yazdığı yazıda şunları söylüyor: “Tahsis ettiğimiz doktorun görevini layıkı ile yaptığı kanısındayım. Her şey yolunda ve mecrasında seyir etmektedir. Sizleri Cumhurreisi olarak görmek arzusu hepimizde hâsıl olmuştur. Hürmetle ellerinizden öperim efendim.”Ata’nın ölümünden sonra, Anadolu’da insanlar ağlamaktan adeta gözleri kör olurken, İsmet Paşa cenazeye katılmıyor. İşbaşına gelir gelmez, mason locaları açılıyor.
Atatürk’ün kovduğu ve “ben hayatta olduğum sürece Türkiye’ye gelemezler” dediği Rotheschild ve Rockefeller aileleri Türkiye’ye çörekleniyorlar. Sonra, İsrail kuruluyor. Atatürk düşmanlarıyla İsrail, ne kadar gurur duysa az!“Atatürk, içkiden öldü!” yalan ve iftirasını yayanlar, bunun hesabını asla veremezler. #10Kasım1938 #MustafaKemalAtatürk
Bozkurt mahir
2 ay önce
Devlet Bahçeli 'Terörsüz Türkiye' açılımında nihayet son noktayı koydu ve mecliste ortak komisyon kurulması ve kararların çoğunlukla alınması teklifinde bulundu, ki CHP de aynı görüşte!

AKP, MHP, DEM ve CHP anayasa değişikliği için yeterince çoğunluk sağlıyor!

Ne değişecek kimse bilmiyor!

Cumhuriyet'in son günlerini mi yaşıyoruz?

Tarihimizin en şerefsiz çocukları bizim kuşağımız, istediğin kadar bağır çağır, maç bitti!

Korkulan da bu değil miydi AKP ve CHP aynı safta!

Cumhuriyetin kuruluş ilkelerini şimdi kim savunacak?

Emperyalizm ve bizlerin gafleti kırk uzun yılda işte bu çaresizlik-çıkışsızlık sahnesini hazır hale getirdi!

Meclisimiz işte çoğunlukla açılımdan yana!

Artık bir iraden yok, ne desen boşuna, ne olacak bilmiyorsun, ülke nereye sürükleniyor bilmiyorsun, kime yenildik bilen yok, bu olup bitenler nedir anlayan yok, ama meclis karar alacakmış. neye karar alacak onu da bilen yok!

Sözüne iradesine güvenebileceğimiz kimsenin kalmayışı, ölümden beter günler yaşıyoruz!

Yıllardır CHP bari sen yapma Cumhuriyetine sahip çık dedikçe, siz CHP'yi niye eleştiriyorsunuz denildi, hadi buyrun, CHP, AKP'yle kucak kucağa!

Tarihimizin en karanlık günlerinden geçiyoruz, hepimiz bu büyük ihanetin ortaklarıyız!

Emperyalizm kendi çocuklarımızı dağa çıkarttı ve silah verip bizi öldürttü ve sonra aynı emperyalizm Fetöcü yüzbinleri ajan yapıverdi, yetmedi liberalini ve islamcısını ihanet odaklarıyla işbirliğine soktu ve yetmedi kendine milliyetçi diyen kesimleri de sonunda gırtlağından yakaladı!

Bizler de bu ihanetin dışında sayılmayız, hepimiz bu büyük utanca ortağız!

Birbirimize hiç güvenmedik, yaptığımız ikazları ciddiye almadık!

Kuşatıldık çevrelendik zehirlendik içten içe çürüyoruz dedikçe hiç birimiz oralı olmalı!

Hepimiz kendi liderimize kör gözlerle öyle inandık, ki, asla, olamaz, yapamaz, dedik!

Hepimiz iktidar uğruna kendi liderimizi kutsadık laf söyletmedik!

Algıya manipüleye gelip hep biz haklıydık hep biz biliyorduk hep biz doğruyuz diye küçük akıllarımızla birbirimizi suçladık, birbirimizin kuyusunu kazdık önünü kestik, ve geldiğimiz yer, bir güç kapıları üstümüze kapattı ve hepimizi yangının içinde çıkışsız bıraktı!

Toprağımız ve milletimiz için tehlikelerin acıların en korkuncunu yaşıyoruz!

Hepimizi ırk din demeden bir arada tutan Cumhuriyet'in büyük koruyucu şemsiyesinde tuhaf şeyler oluyor!

İstediğiniz kadar yorum yapın, analiz kasın, bu saatte sonra istediğiniz doğrulukta konuşun, istediğiniz kadar iyi insanlar olun, bu saatten sonra istediğiniz fedakarlığı gösterin ve sorumlu olun, çaresizsiniz, çünkü mecliste azınlıktasınız!

Şu cümleyi hala anlatamıyoruz, bu saatten sonra filmi geriye çevirecek siyasi gücünüz yok!

Artık hepimiz kendi köşesinde yapayalnız ağlayan çaresiz köle esir onursuz haysiyetsiz insanlarız, neden?

Çünkü 'vatan' duygusu ve sorumluluğunu hayat planlarımızda hep ikinci üçüncü sıraya, ev ve araba ve cep telefonu almaktan dahi öteye koyduk!

Çünkü vatan sorumluluğunu eş dost yakın ağbi köylüm dindaşımdan çok öteye koyduk!

Cumhuriyetimize ve ülkemize apaçık saldırılar yapılırken ve apaçık siyasetine devletine sızılırken yeterince sertlikte cevap vermedik!

Uyarıları ikazları ciddiye ve sorumluluk almadık!

O bizden dedik, yanlışlarını görmezden geldik, o bizim adamımız dedik hırsızlık yapsa bile savunduk!

Koskoca memleket ne badireler gördü, dedik, kişisel sorumluluklardan kaçındık!

Ve an itibariyle yüzde birlik bir istisna dışında ekranlarınız ve siyasetinizin dili algısı Cumhuriyet'in yıkımını konuşuyor ve kimse rahatsız değil!

Bir memleket için daha büyük bir felaket nasıl olabilir, düşmanı konuşturuyor baş üstünde tutuyorlar ve seni susturuyorlar!

Asil ve destansı bir zaferle Batı dışı topraklarda başımızın tacı olan Cumhuriyet en zor günlerini yaşıyor!

Roma'nın en büyük düşmanı Hannibal, Pirenneler ve Alpler ve ovalar ve bataklıklar aştı ve onlarca yıl İtalya'ya kuzeyinden güneyinden nefes aldırmadı, onlarca yıl sürdü istilası ve Roma Hannibal'ı durduramadı! Hannibal, ki, tarihin en büyük komutanlarından biri!

Sonunda Hannibal'ı durduramayacağını anlayan Roma'nın aklına bir fikir geldi, bu Hannibal dedi, kim, Kartacalı! Kartaca nerede Afrika'da! O halde Roma ordusu Hannibal'a İtalya'da değil karşıya geçip Afrika'da savaşacak, yani, ininde!

Roma ordusu Kartaca'ya (Afrika'ya) girince, Kartacalılar, Hannibal'a 'İtalya'yı bırak hemen gel' dediler ve, Hannibal'ın ve Kartaca'nın sonu oldu, düşmanı evine sokmak!

Düşmanı evine sokmayacaktın, düşmanı meclisine sokmayacaktın, düşmanı orduna polisine istihbaratına sokmayacaktın, düşmanı, aydınlarına akademine sokmayacaktın, düşmanı medyana sokmayacaktın!

Nihat Genç
19.05.2025
Bozkurt mahir
2 ay önce
*BU YAZIYI KİM YAZMIŞSA TEBRİK EDİYORUM. MUTLAKA SABIRLA SONUNA KADAR OKUYUN.! 🧠*
Osmanlıyı 1299 yılında Oğuz Türklerinin Kayı Boyu kurmuştur.
Osmanlı imparatorluğu;
- 1299 da kurulmuş, 1579'a kadar 3 asır YÜKSELMİŞ....
- 1579 dan 1699 kadar,
1 Asır DURAKLAMIŞ.
- 1699 dan 1919 kadar.
GERİLEMİŞ VE YIKILMIŞTIR.
Gerçekte iki farklı Osmanlı vardı;
- Halifeliğe kadar olan Osmanlı... (1299-1517) Nam-ı diğer Türk İmparatorluğu
- 1517 tarihinde Halifeliğin alınmasından sonraki Araplaşan Osmanlı İmparatorluğumuz… Ve Araplaştıkça daha çok batan koca Osmanlı İmparatorluğumuz…
Aslında Türkler için her şey güzel gidiyordu...
Ta ki Halifelik sevdasına düşülene kadar…
O günkü şartlarda halifeliği olmazsa olmaz gören Yavuz Sultan Selim ile akıl hocası Şeyh İdris-i Bitlis-i ve diğerleri Memlüklülerin elinden Abbasi halifeliğini almak için Mercidabık ve Ridaniye savaşlarını tertip ederler...
Bu savaşların sonunda, kılıç zoruyla artık halifelik Türklerdedir. (1517)
Ama çok büyük bir sorun çıkar, çünkü Arap dünyası halifeliğin kendilerinden alınmasına şiddetle karşı çıkar ve Türk halifeye biat etmek istemezler...
İşte bu sorunu çözmek, Arapları, Türk halifeye bağlamak için Arapların da kabul edeceği bir orta yol bulunur.
Bu yol Mısır’dan ve Arap diyarlarından seçilecek iki bin civarında ulemanın, Mollanın, Ebussuud Efendilerin İstanbul’a davet edilerek, para, mal, mülk, arazi de verilerek kalıcı olarak yerleşmeleri sağlanır...
İmparatorluğu Araplaştırmak, diğer bir deyişle; Türk İslam’ının terk edilerek, Arap İslam’ına doğru evrilmesini sağlamak konusunda anlaşırlar.
Bu projeyi Araplar da destekleyince proje hayata geçer ve maalesef bundan sonra artık imparatorlukta “bugün de kısmen olduğu gibi” Türk kelimesi yasaklanır, “Türk’üm!”, “Türkmen’im!” diyen Kızılbaş diye aşağılanır, dışlanır, kafası kesilir.
Bu dönem sadece Kuyucu Murat Paşanın “Türk’üm!", “Türkmen’im!” dedikleri için kafasını kestirip, kuyulara doldurduğu insan sayısı 158 bindir.
Maalesef Osmanlının son 350 yılı ilk 250 yılın aksine, Türklere zulümle geçer, sıkı bir Arap tandanslı mezhepçilik kurulur...
1603 yılına gelindiğinde artık Ehl-i Beyt Türk Tekkeleri yasaklanır, kapatılır; yerine Halidî, Nakşî, Kürdî Tekkeler kurulur.
Yine bu dönem Kürtlere sayısız imtiyazlar verilir,
1839 birinci Tanzimat Fermanına kadar Kürtler askerlikten bile muaf tutulurlar. (Kürtlere Şah İsmail diyeti ödenir…)
Yine bu dönem Türkler, saraydan, ordudan ve müesses nizamdan tasfiye edilirler…
Türklerin askeri ve siyasi gücünü kırmak için bu Arap mollaların fetvalarıyla, serdengeçti birlikleri sadece Türklerden oluşturulur ve en ön safta savaştırılır, böylece kırdırılırlar, ganimet bile toplatmazlar…
Ganimeti de saraylardaki Arap mollalar ile işbirliği yapan yeniçeriler kendi aralarında paylaşırlar…
Ordudan, saraydan ve müesses nizamdan yavaş yavaş tasfiye edilen, kafası kesilen, sürgün edilen Türklerin bir kısmı bu mollalara kızar ve canını kurtarmak için de Kürtleşmeyi ana stratejik hedef olarak seçerler.
Bu aşiretler ve boyların en büyükleri Avşarlardır, Halaçlardır, Mukri, Bayat, Beğdili, Evya, Yıvadır… Buna tarihimizde “Ekrad (kürtleşmiş) Türkmanlar” denir…
Yine Kelkit’ten Hakkâri’ye kadar olan bölgede yaşayan Akkoyunluların büyük bir kısmı İran’a gider. (Bugün dünyanın en büyük Türk nüfusunun yaşadığı başkent Tahran’dır…)
Böylece yüzyıllarca başımızı ağrıtacak Kürt sorunu ve bu politikalar sonucu gelişir ve büyür.
Osmanlı öyle bir açmaza düşmüştür ki, ne halifelikten vazgeçebilir, artık ne de imparatorluğun kan kaybetmesini durdurabilir... Çünkü imparatorluğu kuran asli unsur Türkmenler dışlanmış, mezhepçiliğe kurban edilmiştir…
Mollalar, başta matbaa olmak üzere bir sürü saçma sapan fetva verirler…
Ve sonuçta Osmanlı’ya Rönesans’ı ıskalatırlar, Rönesans’ı İngiltere kapar…
Matbaa Osmanlı’ya ilk kez 1480’de Yahudiler ile gelir, sonra 1527’de Ermeniler matbaaya kavuşur. 1563’te ise Rumların matbaası vardır.
Bu meşhur mollalarımız her seferinde yeni bir fetva ile bizimkilerin matbaaya kavuşmasını engellerler, ta ki Batı Rönesans’ı ve aydınlanmayı yakaladıktan, yani 240 yıl sonra, 1727’de İbrahim Müteferrika’nın çabaları ile matbaaya kavuşuruz; ama bilgiye sahip olmak için artık çok geçtir…
Şimdi açıkça şu soru sorulmalıdır:
1299’dan 1683 Viyana Bozgunu’na kadar savaştığı tüm savaşları kazanan bir Türk imparatorluğu (Osmanlı) varken; neden son 250 yılda girdiği tüm savaşları kaybedip, bir de Kurtuluş savaşı yapmak zorunda kalmıştır?
Osmanlı bu dönemde; yani yaklaşık son 250 sene, 1683 Viyana Bozgunu’ndan, nihayet 1922’de Ankara, Haymana Ovası’nda yapılan Sakarya Savaşını kazanana kadar tüm savaşları kaybetmiştir.
Acaba; Halifelik ve akabinde yürütülen Türk düşmanı, Arap tipi mezhepçi politikalara dönülmeseydi; koca bir imparatorluk batar mıydı?
Ve yine; Yunus Emre'lerin, Hacı Bektaş'ların, Seyit Gazi'lerin, Ahmet Yesevi'lerin İslam’ı, İslam değil miydi?
Osmanlıyı kuran Şeyh Edebali'lerin İslam’ı, Akşemseddin'lerin İslam’ı İslam değil miydi de, Ebussuud'lara teslim edip batırdık koca imparatorluğu…
Bugün de aynı sürecin devam etmesi tarihten hiç ders almadığımızı göstermektedir.
Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi der ki:
*“Din bir seçimdir, ama Türklük kaderdir!”*
İşte bu yüzden "Arap sevici, mezhepçi" değil, Cumhuriyetçiyiz, Türk'üz, Atatürkçüyüz...
Ne Mutlu Türküm diyene...!!!
Alıntı.
Bozkurt mahir
2 ay önce
*BU YAZIYI KİM YAZMIŞSA TEBRİK EDİYORUM. MUTLAKA SABIRLA SONUNA KADAR OKUYUN.! 🧠*
Osmanlıyı 1299 yılında Oğuz Türklerinin Kayı Boyu kurmuştur.
Osmanlı imparatorluğu;
- 1299 da kurulmuş, 1579'a kadar 3 asır YÜKSELMİŞ....
- 1579 dan 1699 kadar,
1 Asır DURAKLAMIŞ.
- 1699 dan 1919 kadar.
GERİLEMİŞ VE YIKILMIŞTIR.
Gerçekte iki farklı Osmanlı vardı;
- Halifeliğe kadar olan Osmanlı... (1299-1517) Nam-ı diğer Türk İmparatorluğu
- 1517 tarihinde Halifeliğin alınmasından sonraki Araplaşan Osmanlı İmparatorluğumuz… Ve Araplaştıkça daha çok batan koca Osmanlı İmparatorluğumuz…
Aslında Türkler için her şey güzel gidiyordu...
Ta ki Halifelik sevdasına düşülene kadar…
O günkü şartlarda halifeliği olmazsa olmaz gören Yavuz Sultan Selim ile akıl hocası Şeyh İdris-i Bitlis-i ve diğerleri Memlüklülerin elinden Abbasi halifeliğini almak için Mercidabık ve Ridaniye savaşlarını tertip ederler...
Bu savaşların sonunda, kılıç zoruyla artık halifelik Türklerdedir. (1517)
Ama çok büyük bir sorun çıkar, çünkü Arap dünyası halifeliğin kendilerinden alınmasına şiddetle karşı çıkar ve Türk halifeye biat etmek istemezler...
İşte bu sorunu çözmek, Arapları, Türk halifeye bağlamak için Arapların da kabul edeceği bir orta yol bulunur.
Bu yol Mısır’dan ve Arap diyarlarından seçilecek iki bin civarında ulemanın, Mollanın, Ebussuud Efendilerin İstanbul’a davet edilerek, para, mal, mülk, arazi de verilerek kalıcı olarak yerleşmeleri sağlanır...
İmparatorluğu Araplaştırmak, diğer bir deyişle; Türk İslam’ının terk edilerek, Arap İslam’ına doğru evrilmesini sağlamak konusunda anlaşırlar.
Bu projeyi Araplar da destekleyince proje hayata geçer ve maalesef bundan sonra artık imparatorlukta “bugün de kısmen olduğu gibi” Türk kelimesi yasaklanır, “Türk’üm!”, “Türkmen’im!” diyen Kızılbaş diye aşağılanır, dışlanır, kafası kesilir.
Bu dönem sadece Kuyucu Murat Paşanın “Türk’üm!", “Türkmen’im!” dedikleri için kafasını kestirip, kuyulara doldurduğu insan sayısı 158 bindir.
Maalesef Osmanlının son 350 yılı ilk 250 yılın aksine, Türklere zulümle geçer, sıkı bir Arap tandanslı mezhepçilik kurulur...
1603 yılına gelindiğinde artık Ehl-i Beyt Türk Tekkeleri yasaklanır, kapatılır; yerine Halidî, Nakşî, Kürdî Tekkeler kurulur.
Yine bu dönem Kürtlere sayısız imtiyazlar verilir,
1839 birinci Tanzimat Fermanına kadar Kürtler askerlikten bile muaf tutulurlar. (Kürtlere Şah İsmail diyeti ödenir…)
Yine bu dönem Türkler, saraydan, ordudan ve müesses nizamdan tasfiye edilirler…
Türklerin askeri ve siyasi gücünü kırmak için bu Arap mollaların fetvalarıyla, serdengeçti birlikleri sadece Türklerden oluşturulur ve en ön safta savaştırılır, böylece kırdırılırlar, ganimet bile toplatmazlar…
Ganimeti de saraylardaki Arap mollalar ile işbirliği yapan yeniçeriler kendi aralarında paylaşırlar…
Ordudan, saraydan ve müesses nizamdan yavaş yavaş tasfiye edilen, kafası kesilen, sürgün edilen Türklerin bir kısmı bu mollalara kızar ve canını kurtarmak için de Kürtleşmeyi ana stratejik hedef olarak seçerler.
Bu aşiretler ve boyların en büyükleri Avşarlardır, Halaçlardır, Mukri, Bayat, Beğdili, Evya, Yıvadır… Buna tarihimizde “Ekrad (kürtleşmiş) Türkmanlar” denir…
Yine Kelkit’ten Hakkâri’ye kadar olan bölgede yaşayan Akkoyunluların büyük bir kısmı İran’a gider. (Bugün dünyanın en büyük Türk nüfusunun yaşadığı başkent Tahran’dır…)
Böylece yüzyıllarca başımızı ağrıtacak Kürt sorunu ve bu politikalar sonucu gelişir ve büyür.
Osmanlı öyle bir açmaza düşmüştür ki, ne halifelikten vazgeçebilir, artık ne de imparatorluğun kan kaybetmesini durdurabilir... Çünkü imparatorluğu kuran asli unsur Türkmenler dışlanmış, mezhepçiliğe kurban edilmiştir…
Mollalar, başta matbaa olmak üzere bir sürü saçma sapan fetva verirler…
Ve sonuçta Osmanlı’ya Rönesans’ı ıskalatırlar, Rönesans’ı İngiltere kapar…
Matbaa Osmanlı’ya ilk kez 1480’de Yahudiler ile gelir, sonra 1527’de Ermeniler matbaaya kavuşur. 1563’te ise Rumların matbaası vardır.
Bu meşhur mollalarımız her seferinde yeni bir fetva ile bizimkilerin matbaaya kavuşmasını engellerler, ta ki Batı Rönesans’ı ve aydınlanmayı yakaladıktan, yani 240 yıl sonra, 1727’de İbrahim Müteferrika’nın çabaları ile matbaaya kavuşuruz; ama bilgiye sahip olmak için artık çok geçtir…
Şimdi açıkça şu soru sorulmalıdır:
1299’dan 1683 Viyana Bozgunu’na kadar savaştığı tüm savaşları kazanan bir Türk imparatorluğu (Osmanlı) varken; neden son 250 yılda girdiği tüm savaşları kaybedip, bir de Kurtuluş savaşı yapmak zorunda kalmıştır?
Osmanlı bu dönemde; yani yaklaşık son 250 sene, 1683 Viyana Bozgunu’ndan, nihayet 1922’de Ankara, Haymana Ovası’nda yapılan Sakarya Savaşını kazanana kadar tüm savaşları kaybetmiştir.
Acaba; Halifelik ve akabinde yürütülen Türk düşmanı, Arap tipi mezhepçi politikalara dönülmeseydi; koca bir imparatorluk batar mıydı?
Ve yine; Yunus Emre'lerin, Hacı Bektaş'ların, Seyit Gazi'lerin, Ahmet Yesevi'lerin İslam’ı, İslam değil miydi?
Osmanlıyı kuran Şeyh Edebali'lerin İslam’ı, Akşemseddin'lerin İslam’ı İslam değil miydi de, Ebussuud'lara teslim edip batırdık koca imparatorluğu…
Bugün de aynı sürecin devam etmesi tarihten hiç ders almadığımızı göstermektedir.
Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi der ki:
*“Din bir seçimdir, ama Türklük kaderdir!”*
İşte bu yüzden "Arap sevici, mezhepçi" değil, Cumhuriyetçiyiz, Türk'üz, Atatürkçüyüz...
Ne Mutlu Türküm diyene...!!!
Alıntı.

Hiçbirşey Bulunamadı!

Üzgünüz, ancak {{search_query}} arama sorgunuz için veritabanımızda hiçbir şey bulamadık. Lütfen başka anahtar kelimeler yazarak tekrar deneyin.